Mehmet Ali Ağca’nın serbest bırakılmasıyla birlikte İpekçi suikastı yeniden gündeme geldi. Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’ta Maçka’daki evinin yakınlarında öldürülmüştü. Cinayeti işleyen Ağca ise birkaç ay sonra yakalanmıştı. Sorgusu tamamlanmadan İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından polisin elinden alınan Ağca, konulduğu askeri cezaevinden kaçırıldı. Yurtdışına kaçırılan Ağca, Papa’ya suikast girişiminde bulundu ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. 2000 yılında ise affedilerek Türkiye’ye iade edildi. Kendisine cinayet ve gasp suçlarına rağmen sadece 10 yıllık hapis cezası verildi. Üstelik 2006’da, cezası dolmadan “yanlışlıkla” tahliye edildi. Nihayetinde Ocak 2010’da ise davul zurnalı karşılamalar eşliğinde tutuklu kaldığı cezaevinden yeni meskeni beş yıldızlı otel odasının yolunu tuttu.
Tahliyenin gerçekleştiği dönem aynı zamanda Hrant Dink suikastının da 3. yıldönümüydü. Dink davasında da süreç benzerlikler gösteriyor. Yaşananlar 31 yıldır “aydınlanamayan” İpekçi suikastı gibi, bu suikastın asıl faillerinin de hasıraltı edileceğine işaret ediyor. Devletin kurumlarının üç maymunu oynaması veya çok sıkıştığında topu taca atması, burjuva düzene aşağıdan bir baskı olmadığı sürece bu tip davaların tavsatılacağının ve zaman aşımına uğrayacağının kanıtıdır. Gerek güvenlik birimlerinin raporları, gerekse de dava sürecinde yaşanan trajikomik olaylar bu tip cinayetlerin neden “faili meçhul” olarak kaldığını gösteriyor. Örneğin son olarak Hrant Dink suikastı duruşmasında polis mahkemeye getirmeyi “unuttuğu” için gizli tanık dinlenemedi. Sonrasında ise “çevirmen bulunamadığı için tanığın getirilmediği” söylendi, oysa tanık savcıya ifadesini Türkçe vermişti. 30 senedir aydınlatılmayan Kemal Türkler davasında da geçen yıl benzer gelişmeler yaşanmıştı. Sanık “personel, araç ve ödenek yokluğu” bahanesiyle duruşmaya getirilmemiş, sonrasında ise üçüncü kez beraat kararı çıkmıştı. Türkler’in katili yokluk yüzünden duruşmaya getirilemiyorken, Dink’in katillerinden Erhan Tuncel jandarma eşliğinde gardiyanlık başvurusuna götürüldü! Devletin ve adaletin kimler için olduğunun güzel bir kanıtı daha!
Ağca’nın tahliye olmasıyla yaratılan akıllara zarar manzarayı münferit veya sıradan bir vaka olarak değerlendirmek, burjuvazinin bu eli silahlı köpeklerinin meşum rollerini gözden kaçırmamıza yol açar. Normal koşullar altında zihni kapitalizm tarafından dumura uğratılmamış ortalama bir birey bu rezalete sunturlu bir küfür savurur. Ne yazık ki başta medya olmak üzere tüm kurumlarını kendi ideolojisinin tahakkümü için seferber eden burjuvazi, ortalama bireyin algılayışını kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirebilmektedir. Böylece insan sıfatını bile hak etmeyen eli kanlı bir kontrgerilla tetikçisi bir kahraman olarak görülebiliyor. Bunda en büyük pay ise medyaya aittir.
Kimi burjuva kalemşorların Ağca’nın bu kadar medyatik yapılmaması gerektiğini söylemeleri, burjuva medyanın ayıbının ve niyetinin üstünü örtemez. Bir taraftan günlerce bir katilin görüntülerini ekranlara taşıyacaksınız, film teklifi aldığından bahsedeceksiniz, televizyon programlarında jüri üyeliği teklifi yapacaksınız, anılarını kitaplaştırması için milyon dolarlar teklif edeceksiniz, diğer taraftan da “gündem yapıp popülerleştirmeyelim” diyeceksiniz. Bu ikiyüzlülüğün dikâlâsıdır. Amaç yeni Ağcalar, yeni Çatlılar yaratmak değildir de nedir? Samast ağabeyi Ağca’nın yolundan ilerlemiyor mu? Milliyetçi-ırkçı görüşlerle yoğrulan, Kurtlar Vadisi ile büyüyen bugünün ve yarının gençleri kimi örnek alacaklar? Hem yaptıkları katliamlardan dolayı ceza almayacaklar, hem de ünlü birer “kahraman” olacaklar! Ya da en iyi ihtimalle bu adamların yaptıkları pis işleri sıradan olaylar olarak değerlendirecekler.
Medyanın derdi sadece reyting veya tiraj değildir. Bundan daha da önemli olan ideolojik kaygıdır. Katillerin “kahraman” sayılmasıdır amaç. Devletin medarı iftiharlarından Emin Çölaşan’ın isimsiz bir “kahraman” dediği, fakat aslında bu düzenin pis işlerini yürüten bir maşadan başka bir şey olmayan başka bir tetikçinin söylediklerini hatırlayalım: “Tam üç ay sabah 4’te kalktım, fırından simit aldım ve binanın çevresinde sattım. Böylece geleni gideni iyice öğrendik. İş geldi bombaları yerleştirmeye. Bir gece sabaha karşı dükkânların kilitlerini usulca söküp içeri girdik ve patlayıcıları yerleştirdik. Bina yok oldu. İçerideki yirmi sekiz kişi de aynı akıbete uğradı.” (Emin Çölaşan, Hürriyet, 11 Haziran 2006) Bunun gibi gerçekleştirdiği sayısız katliamda sayısız devrimciyi ve Kürdü öldüren katiller Çölaşan gibilerin gözünde “aslan gibi çocuklar” mertebesine çıkıyorlar. Bu köşelerden yayılan milliyetçilik, gayrimüslim düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, Alevi düşmanlığı, anti-komünizm, milyonlarca genç dimağın zehirlenmesine sebep oluyor. Böylece Ağca türevi katiller kahraman, işledikleri cürümler ise bir nevi kahramanlık olarak görülüyor.
“Faili meçhul” mü?
Türkiye’nin “faili meçhul” dosyası oldukça kabarık. Sınıf mücadelesinin yükselişte olduğu 70’li yıllar ile Kürt hareketinin ivmelendiği 90’lı yıllar “faili meçhul” cinayet sayısının arttığı yıllar. Aralarında ünlü isimlerin de bulunduğu binlerce kişi bu cinayetlere kurban gitti. Bugün bunlardan en çok öne çıkarılanlar Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Çetin Emeç gibi isimler. Oysa “faili meçhul” cinayetler sonucu ölenler sadece bunlarla sınırlı değildir. Tersine kurbanların büyük çoğunluğu devrimciler, işçi önderleri ve Kürtlerdir. İşçi önderi Kemal Türkler, Kürtlerin Ape Musa’sı Musa Anter ve devrimci genç Taylan Özgür gibi bilindik isimlerin yanı sıra, adı bilinmeyen binlerce solcu, devrimci ve öncü işçi, düzenin katillerinin kurşunlarına hedef olmuştur. Azmettiriciler bulunamadığı gibi, tetikçiler de çoğunlukla cezalandırılmamışlardır bile. Örneğin Türkler’in davasında üç kez beraat kararı çıktı.
Aslında bu cinayetlerin failleri bellidir. Görünen köy kılavuz istemez. Düzen, bekası için gerektiğinde kendi gazetecilerini dahi öldürebilecek bir niteliğe sahiptir. Özellikle kritik dönemeç noktalarında daha meşhur isimlerin bu tip cinayetlere kurban gitmeleri büyük ses getirir. Toplum derin bir infial içine sürüklenir. 70’li yıllardaki “sağ-sol çatışması” olarak adlandırılan süreç devletin kontrgerilla eylemlerinin had safhaya çıktığı bir dönemeçtir aslında. Paramiliter çeteler aracılığıyla her gün gerçekleştirilen cinayetler herkesi bir “kurtarıcı” bekleyen ruh haline sokmuştur. Bu sözde kurtarıcı da askeri cunta rejimi olacaktır. Adım adım 12 Eylül’e giden yol böyle döşenmiştir.
İpekçi suikastı da bu tip cinayetlerden biridir sadece. Ağca’nın tahliyesi vesilesiyle yapılan tartışmalarda bu cinayetin 12 Eylül’e giden yolda atılan adımlardan biri olduğu dönemin devlet adamları tarafından da dillendirilmiştir. O zamanki İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş ve İstanbul Emniyet Müdürü Hayri Kozakçıoğlu, Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından izin verilmediği için yeterince sorgulama yapılamadığını söylediler. Üstelik Kozakçıoğlu “Devletin içinde bir çekirdek olabilir. Devletin içindeki bazı görevliler bu olaya karışmış olabilirler ama ben bir devlet eylemi demiyorum da devletlilerin eylemi...” diyerek ağzındaki baklayı çıkarmış oldu. Hasan Fehmi Güneş ise buna istinaden “Devletliler dönemin Sıkıyönetim Komutanlığı’nda” dedi. Onlar bugün suçu birbirlerine atarak ya da bazı kişilerin üstüne yıkarak devletin adını temize çıkarmak için bu tip tartışmalara girseler de, bu cinayetlerin faillerinin meçhul olmadığı, bütün yolların devlete çıktığı bal gibi ortadadır. Onlar da bunu gayet iyi bilmektedirler!
Düzenin kontrgerilla örgütlenmelerinin tezgâhladığı olaylar sadece bir iki kişinin öldüğü cinayetlerle sınırlı değildir. Daha derin korkular yaratabilmek için bu yapılanmalar tarafından toplu katliamlar tertiplenmiştir. Çorum, Malatya ve Maraş’ta 100’ü aşkın kişi öldürülmüştür. Bu tip kanlı provokasyonların tezgâhlayıcısının kim olduğu Bülent Ecevit’e gönderilen resmi rapordan da anlaşılmaktadır: “… büyük olayların (Malatya, Sivas ve Kahramanmaraş) çıkacağına dair bir-iki ay evvelinden haber verilmediğinden yüzlerce vatandaşımızın can ve mal kaybına sebebiyet vermişlerdir. Önceden haber vermek bir tarafa, olayın yaratılmasında en etkin rolü oynamışlardır. Nitekim yeni vuku bulan Kahramanmaraş olayı, başta Türkeş, Kahraman Maraş milletvekili M.Y.Ö. olmak üzere, MİT'ten Ş.H., A.K., Av. M.E. ve N.K.’nin müşterek planlamaları ile çıkarılmıştır. … Eğer MİT olayın içinde olmasaydı, muayyen merakları olan Kahraman Maraş’tan her türlü istihbaratı aylar evvel alır ve bu olayın zuhur etmesine meydan vermezdi.” (Rıdvan Akar-Can Dündar, Ecevit ve Gizli Arşivi, İmge Kitabevi, s.239-240).
Bu bilgiler ancak olaylardan 30 yıl geçtikten sonra açıklanabilmiştir. Üstelik devlet içerisinde karanlık güçler olduğundan bahsedilerek burjuva devletin asıl yüzünün saklanması amacıyla bu arşivler açılmıştır. Verilmek istenen mesaj şudur: “Suçlu devlet değil, devletin içindeki karanlık güçlerdir, yoksa devlet kesinlikle böyle pis işlere bulaşmaz, tersine böyle şeylere karşıdır, bakın şimdi devleti bu pisliklerden temizliyoruz.”
Sadece 12 Eylül öncesinde değil, sonrasında da benzer pis işler organize edilmeye devam edilmiştir. Son 30 yıldır Kürtlere karşı yürütülen savaşta binlerce Kürt “faili meçhul” cinayet sonucu öldürülmüştür. Asit kuyularına atıldıkları için kimilerinin cesetleri dahi bulunamamıştır. JİTEM elemanı Aygan, itiraflarında, çalıştığı süre boyunca 600-700 cinayetin gerçekleştiğini söyledikten sonra, insanın kanını donduran detaylarıyla infazları nasıl gerçekleştirdiklerini anlatıyor: “Üç sendikacıyı DGM beraat ettirdi. Sevine sevine yürüyorlardı ki, mahkeme önünden onları JİTEM’e aldık. Albay Kırca gençlere diz çöktürdü, enselerinden birer el ateş etti. Kurşun beyinlerini delip geçti, alınlarının ortasından oluk oluk kan fışkırdı.” JİTEM cellâdı Aygan daha önce de Özgür Gündem gazetesinde Vedat Aydın, Musa Anter gibi Kürt politikacı ve aydınlarının katledilmesini ayrıntılı olarak anlatmıştı.[*] Bu itiraflar sonucu yapılan kazılarda bazı kayıpların cesetleri yıllar sonra bulunabildi.
Sahra Talimnameleri
Ulusalcı kafalar “faili meçhul” cinayetlerin ardında CIA, MOSSAD gibi istihbarat servislerinin olduğunu söyleyerek, TC’yi sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermek istiyorlar. Her şeyin ardında “dış mihrakları” aramakla malûl bu zihniyet, MİT’inden JİTEM’ine, Özel Harp Dairesinden Özel Kuvvetler Komutanlığına, TC’nin gizli veya açık yapılanmalarını görmezden geliyor. CIA’in dünyanın dört bir yanındaki suikastlarda, darbelerde veya rejim değişikliklerinde parmağı olduğu doğrudur. ABD kendi çıkarları doğrultusunda dünyanın siyasal yapısını şekillendirmek için her türlü pis işi yapabilecek pervasızlığa ve olanaklara sahiptir. Fakat bunları yerel burjuvaziye rağmen yaptığını düşünmek en iyi ihtimalle saflık olur. Ulusalcı sol TC’nin de bir burjuva devlet olduğunu, hatta diğer ülkelerde karışıklık yaratmak için karanlık işler tezgâhladığını görmezden gelerek işçi sınıfının bilincini bulandırmaktadır.
Türkiye ile ABD’nin çıkarları zaman zaman çatışsa da genel anlamıyla ortaktır. Kaldı ki, Türkiye’de kontrgerilla yapılanmaları bizzat CIA’in desteğiyle kuruldu. Teknik ekipmanlar CIA tarafından sağlandı, personelin büyük çoğunluğu CIA tarafından eğitildi. Hatta birçok karargâh bizzat CIA tarafından inşa edildi. Sadece Türkiye ve ABD’nin değil, diğer ülkelerin gizli servisleri de uluslararası çapta işbirliği yürütürler. Belli çıkarlar doğrultusunda karşılıklı istihbarat alışverişi yapar, teknik destek sağlar veya eğitim verirler. Yeri geldiğinde uluslararası ölçekte eylemleri ortaklaşa yaparlar. Ocak ayında bir HAMAS liderinin MOSSAD tarafından Dubai’de öldürülmesi bunun son örneğidir. MOSSAD’ın katilleri İngiliz, Alman ve İrlanda pasaportlarıyla ülkeye giriş yaparak suikastı gerçekleştirmişlerdi.
ABD’nin her türlü desteğiyle kurulan kontrgerillanın talimnameleri dahi ABD’nin talimnamelerinin kopyasıdır. ABD’nin FM 31-15 adlı talimnamesi ST 31-15 (Sahra Talimnamesi) olarak Türkçeye çevrilmiştir. ST 31-15’te gayrinizamî harp taktikleri madde madde anlatılmaktadır. İlk kez 1964’te Kara Kuvvetleri Komutanlığı emriyle yürürlüğe giren bu talimnamede, “gerekli” görüldüğünde her türlü pis işin yapılabileceği açıkça yazılmaktadır: “Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm bırakma, adam kaçırma suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber, zorbalık, şantaj…”
Söz konusu talimnamede kontrgerilla faaliyetlerinin organizasyonu en ince ayrıntısına kadar anlatılıyor. Örgütlenme modelinin nasıl olacağı, etnik aidiyet, propaganda, kanun karşısında korunma gibi birçok husus yer almaktadır. Talimname bugüne kadar aydınlanmamış birçok vakanın üzerindeki sis perdesini de kaldırıyor. Örneğin kontrgerillayı finanse etmek için silahlı soygunlardan bahsediliyor. Son yıllarda kar maskeli, silahlı kişiler tarafından oldukça profesyonel biçimde birçok banka ve kuyumcu soygunu gerçekleştirildi. Bu olaylarla ilgili yakalanan bazı şahısların Özel Kuvvetler Komutanlığı ile ilişkili oldukları ortaya çıkmıştı. Ancak bunların başıbozuk kişiler olduğu iddia edilerek mesele geçiştirilmişti. Talimname bu işlerin tepeden örgütlendiğini açıkça gösteriyor. Keza faaliyetlerin yürütülmesinde asker emeklilerin kullanılmasından ve sivil-asker örgütlerin kurulmasından da söz ediliyor. Atabeyler, Sauna Çetesi, pıtrak gibi her yerde türeyen “vatansever kuvvetler”, talimnamenin hayata geçirilmesinin somut örnekleridir. Ayrıca köylere kadar örgütlenmesi düşünülen bu tip örgütlerin şeması dahi veriliyor.
9. maddede ise “Bir gayrinizamî kuvvetin yeraltı unsurları, kaide olarak yasal statüye sahip değildirler” ifadesi yer alıyor. Birçok “faili meçhul” cinayetin neden aydınlatılamadığı veya failler bulunsa bile yargılanamaması gibi durumlar bu maddeden anlaşılıyor. Örneğin yargının kontrgerilla üzerine gitmesinin ilk örneği olan Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz 1978 yılında bir suikastla öldürülmüş ve sonrasında her nasılsa failler ele geçirilmişti. Ama yargılama süreci tam bir skandaldı. Başlıca fail olan İbrahim Çiftçi’ye Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi 4 kez oy birliğiyle idam cezası verdi. Çiftçi’nin tüm bu mahkeme sürecindeki savunması ise durumunun “özel” olduğu ve bu nedenle özel olarak ele alınması gerektiğiydi. İdam kararı 4 kez Askeri Yargıtay tarafından bozuldu. Sonunda yerel mahkeme, “Çiftçi’nin savcı Öz’ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabittir, ancak hukuki zorunluluk nedeniyle Çiftçi’nin beraatına” şeklinde karar vermek zorunda kaldı. Nitekim talimnamenin 22. maddesinde, “tutuklama politikası” verilmekte ve kimlerin tutuklanacağı, kimlerin salıverileceği ve kimlerin ne kadar tutuklu kalacağı açıklanmaktadır. Kontrgerilla tetikçilerinin neden kısa sürede salıverildiklerini böylece anlamış oluyoruz.
Bugüne kadar açığa çıkmış olan resmi belgeler ve yaşanan olaylar, burjuva devletlerin kapitalizmin bekası adına yapmayacakları şeyin olmadığını gösteriyor. Üstelik ifşa olunmuş belgelerle açığa çıkmış olan sırlar buzdağının görünen ucudur sadece. Örneğin, NATO’ya bağlı tüm ülkelerde Gladyo denilen kontrgerilla örgütlenmeleri bulunmaktadır. Türkiye’de Seferberlik Tetkik Kurulu adı altında kurulan bu yapılanma daha sonra Özel Harp Dairesi adını almıştır. Bugünkü adı ise Özel Kuvvetler Komutanlığıdır. İsimler değişse de bu yapılanmalar nice katliamların, cinayetlerin, provokasyonların ve darbelerin failidir.
Benzer talimnameler, belgeler, kontrgerilla yapılanmaları ve kurdukları çeteler burjuvazi tarafından tüm detaylarıyla bilinmektedir. Tepede yürüyen çatışma sayesinde bu pis işlerin bir kısmının ne şekilde ve kimler tarafından organize edildiğini öğrenebiliyoruz. Özellikle Ergenekon davası sürecinde “faili meçhul” cinayetler, kayıplar, bombalamalar vb. eylemlerin ardındaki sırlar belli ölçüde ortaya çıkmıştır. Ancak burjuvazinin hiçbir kesimi asıl failleri açıklamamaktadır, açıklayamaz. Ancak bir işçi devrimiyle arşivler açıldığında burjuvazinin yaptığı kanlı eylemleri tamamıyla öğrenebileceğiz. İşte o zaman katledilen binlerce devrimcinin, işçi önderinin ve sendikacının hesabını da soracağız.
link: Suphi Koray, Devletin “Derin” İşleri, 1 Mart 2010, https://marksist.net/node/2402
Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları
Kriz, İşsizlik ve “Kısa Çalışma” Vurgunu