Kapitalizmin derin ve tarihsel bir krizinden geçiyoruz. Kapitalistler krizin bitip bitmediği üzerine tartışmalar yürütüyorlar. Kapitalist ideologlar iyimser bir hava yaratmak için krizin artık bittiğini, toparlanmanın başladığını vurgulamayı görev sayıyorlar. Bu doğrultuda, doğru yanlış, abartılı ya da çarpıtılmış her türlü pozitif veriyi, sevinçle krizden çıkışın kanıtı olarak sunuyorlar. Öte yandan burjuva devletin destek paketlerinden ziyadesiyle yararlanan kimi kapitalistler de, krizin sürdüğü gerçeğini vurgulamayı kendi özel çıkarlarına daha uygun buluyorlar.
Hangi görüşü savunurlarsa savunsunlar, her iki burjuva eğilim de halen, bu krizin nereden kaynaklandığı konusunda ortak bir aldatmacayı sürdürmektedir. Krizin nedenlerini, ortaya çıkış dönemini ve derinliğini doğru kavrayamayanların ya da bilinçlice çarpıtanların, ondan çıkılıp çıkılmadığı hususunda yaptıkları değerlendirmeler de birer spekülasyondan ibarettir. Gerçek şudur ki, çeşitli ülkelerde farklı derinliklerde yaşanmak üzere, kapitalist dünya ekonomisi bir bütün olarak kriz çukurunda debelenmeye devam etmektedir.
Biz Marksistler bu krizin tarihsel bir kriz olduğunu vurguladık. Krizin toplumsal yıkıcılığı giderek kendisini daha ağır biçimlerde hissettiriyor. Çeşitli kapitalist ülkelerde ortaya çıkan ve giderek derinleşen siyasal krizler, tüm dünyada artan anti-demokratik uygulamalar ve militarist eğilimler bu krizin dışavurumlarıdır. Kuşkusuz ki farklı ülkeleri, farklı sektörleri olduğu gibi toplumun farklı sınıflarını da kriz farklı ölçülerde vurmaktadır. Kriz işçi sınıfı açısından çok daha belirgin ve yadsınamaz boyutlarıyla kendisini açığa vurmaktadır: artan işsizlik, derinleşen yoksulluk ve yaygınlaşan sefalet. İşsizliğin sıçramalı artışıyla, mutlak yoksulluk ve sefalet derinleşip yaygınlaşmakta, işçi sınıfının çalışma koşulları hızla 18. ve 19. yüzyılın koşullarına doğru gerilemektedir.
Kronik işsizlik kapitalizmin hastalığıdır
Şubat ayı sonunda TÜİK tarafından açıklanan son işsizlik verileri, gerçek sayılar olmasa bile, eğilim ve gidişat hakkında yeterli fikri veriyor. TÜİK’in işsizlik rakamlarının gerçeği yansıtmaktan ne denli uzak olduğunu birkaç yıl önce detaylarıyla açıklamıştık. (Bk. İşsizlik İstatistikleri: Rakamların Sahte Dili, MT, Haziran 2005). Bu hesaplamalarda, çalışma çağındaki yani 15 yaşın üstündeki 52 milyon kişiden 27,2 milyonu (ev kadınları ve aile içi çalışanları, “iş bulmaktan umudunu kesenler” ve son bir aydır iş aramayanlar, sakatlar, mevsimlik ya da part-time çalışanlar, öğrenciler ve askerlik yapanlar) çalışabilir nüfusa dâhil edilmiyor. Hal böyle olunca işsizlik oranları gerçek oranların çok altında görünmektedir.
Bu gerçeği unutmadan sırf TÜİK verilerine bile baksak gördüğümüz tablo açıktır. Kapitalist ekonomi, büyüme dönemlerinde de kriz dönemlerinde de işçiler açısından işsizlik ve yoksulluk üretmektedir. Yani kapitalist sistemde ekonomik büyüme ve yeni yatırımlar, burjuva iktisatçıların önemli bir kesiminin iddia ettiği gibi, işsizlik ve yoksulluk sorununu çözme yeteneğinde değildirler. Krizler kronik bir işsizler ordusuna yığınsal ölçekte yeni ve önemli ölçüde kalıcı neferler eklerken, ekonomik büyüme ve yeni yatırımlar bu ordunun çok küçük bölümünü işsizlikten kurtarabilmektedir.
TÜİK verilerinden derlenen grafikten açığa çıkan gerçek, kronik işsizlik olgusunun her bir krizde daha da pekişmekte oluşudur. Kapitalizmin uzun dönemli gerileme eğiliminin etkisiyle, işsizlik düzeyleri, krizin derinliğine bağlı olarak, her bir krizde bir üst düzeye sıçrama yapmış görünmektedir. 90’lı yıllarda yüzde 8 civarında dalgalanan işsizlik düzeyi, 2000 kriziyle birlikte yüzde 10’luk bir düzeye sıçramış ve nihayet, son krizle birlikte yüzde 13 düzeyine demir atmıştır. İşçi sınıfının genel örgütsüzlük koşullarında kapitalist saldırılara göğüs gerememesi sonucunda, emeğin sömürü oranı sıçramalı olarak artmakta, gerek teknolojik gelişim gerekse de ağırlaşan çalışma koşulları nedeniyle, daha az sayıda işçiyle daha uzun sürelerde daha fazla üretim yapılmaktadır. Bir başka deyişle, krizler kapitalistler açısından bir fırsat, sıçramalı bir kapitalist rasyonalizasyon olanağı anlamına gelmektedir.
“Kısa çalışma” ödeneği: avantaj mı vurgun mu?
Hal böyleyken, işçi sınıfı hareketinde ciddi bir toparlanma ve yükseliş olmadığı sürece, işsizliğin önümüzdeki dönemde belirgin biçimde azalacağını düşünmek gerçekçi olmaz. Tersine, yaşanan gelişmeler, önümüzdeki dönemde işsizliğin yeni bir işten atma dalgasıyla daha da artacağına işaret etmektedir. Nitekim Türkiye özelinde bu dalganın öncü sarsıntıları işçi sınıfını vurmaya başlamıştır bile. Gündeme alınan yeni özelleştirmelerden ve “kısa çalışma” ödeneği uygulamasından bahsediyoruz.
Bilindiği gibi, neo-liberal kapitalist saldırı programının bir parçası olarak 2003 Haziranında iş yasalarında ciddi değişiklikler olmuş ve 4857 sayılı İş Yasası ile işçi sınıfı önemli kayıplara uğramıştı. “Kısa Çalışma Ödeneği” uygulaması da aynı yasayla yürürlüğe girmişti. Daha sonra yapılan kimi düzenlemelerle, özü aynı kalmakla birlikte kapsamı genişletilip süresi uzatıldı. Bu uygulamanın esas olarak krizle birlikte hayata geçirildiğine şahit oluyoruz. Nedir “kısa çalışma” denilen şey? “En fazla üç ay süreyle [bakanlar kurulu kararıyla altı ay olarak uygulanıyor], işyerinde uygulanan çalışma süresinin geçici olarak en az üçte bir oranında azaltılması veya en az 4 hafta süreyle işyerindeki faaliyetin tamamen veya kısmen durdurulması.”
Bir işyerinin bu statüye girebilmesi için, resmi bildirimlerde bulunarak “zor durumda” olduğunu belgelemesi ve bu durumun Çalışma Bakanlığınca onaylanması gerekiyor. Bu onayla birlikte, burjuva hükümetin ideolojik propagandasının diliyle konuşacak olursak, işyerleri kapanmak zorunda kalmayacak, üretim düşse bile devam edecek, işçiler işsiz kalmayacak ve ekmeklerini kazanmaya devam edeceklerdir! “İş dünyasına” seslenen ekonomi dergi ve gazeteleri, TV’lerdeki ekonomi programları vb. ise çok daha açık konuşarak, bu uygulamayı “krizi fırsata çevirme” başlıklarıyla duyurmayı ve uygulamadan daha geniş ölçüde yararlanmayı teşvik için kampanyalar düzenlemeyi kendilerine görev edinmişlerdir.
Ne var ki, bu uygulama yalnızca sermaye tarafından göklere çıkarılmakla kalmıyor. İşçi sınıfının sendikal örgütlerinin tepesine çöreklenmiş sendika bürokratları ve onların burjuva akademisyenlerden oluşan danışmaları da bu uygulamadan pek memnunlar. Türk-İş Araştırma Müdür Yardımcısı sıfatıyla konuyu “irdeleyen” bir makale kaleme alan Namık Tan, bu uygulamanın “istihdamı korumada etkin bir araç olarak değerlendirilmesi” gerektiğini söyleyerek, uygulamayı “İşsizlik Sigortasının işçi işinde çalışırken sağladığı bir avantaj” olarak değerlendiriyor (Türk-İş dergisi, no: 384). Hak-İş’in bu konuya yaklaşımı ise tam bir hükümet şakşakçılığı biçimindedir.
Krize ilişkin olarak burjuva hükümetin aldığı tedbirlere, sermaye kesiminin sözcüleriyle emek cephesinin “temsilcilerinin” aynı şekilde yaklaşması şaşırtıcı değil mi? Bu durumu açıklamak için iki seçenek bulunuyor. Ya burjuva AKP hükümeti, üstelik de kriz gibi sarsıntılı bir dönemde, emek ve sermaye cephesinin her ikisinin birden çıkarlarını aynı anda koruyabilecek sihirli bir formül bulmuştur; ya da bu iki cepheden birinin temsilcileri kendi sınıflarına ihanet etmektedirler. Uygulamaya biraz daha yakından baktığımızda ikinci seçeneğin geçerli olduğunu, kendi sınıflarına ihanet edenlerin de burjuvazinin temsilcileri değil, işçi sınıfının sözde temsilcileri olduğunu görmek hiç de zor olmayacaktır.
Önce yasanın sermayeye sağladığı muazzam avantaja bakalım. Bilindiği gibi, işveren, istihdam ettiği işçilerin önüne, ister yapacakları bir iş koysun ister koyamasın, işçinin ücretini kesintisiz ve tam olarak ödemek, gerekli sigorta primlerini vb. tam olarak yatırmak zorundadır. “Kısa çalışma” ödeneğinden yararlanmaya hak kazanan işyerlerinde ise, işveren, işçiye, iş sözleşmesiyle kararlaştırılan ücretin tamamını ödeme yükümlülüğünden kurtarılmaktadır. Bu uygulamayla, işveren, işçiye, onu fiilen çalıştırdığı süre kadar ücret ödeyeceği (işi tamamen durdurursa hiçbir ücret ödemeyeceği), haftalık çalışma süresinin geri kalan kısmı için herhangi bir ücret ödemeyeceği gibi, bu geri kalan süre için işçinin sigorta primlerini yatırma yükümlülüğünden de muaf olacaktır. “Kısa çalışma” başvurusu kabul edilen işveren gelir vergisi de vermeyecektir. Önemli bir başka avantajı da işe iade davalarına ilişkin olarak kazanmaktadır: İşyerinin krizde olduğu resmen tescillenmiş olacağından, işçileri kapı dışarı ettiğinde işe iade davalarında büyük bir avantaj kazanmış olacaktır! Dahası da var. İşyerinin bu “imkân”dan faydalanabilmesi için, işçilerin işsizlik sigortasına hak kazanmış olması gerekiyor. Bu hususta getirilen koşullara çoğunlukla ancak büyük işyerlerinde çalışan işçilerin durumunun uygun olduğu düşünülürse, bu “kriz fırsatı”ndan çoğunlukla büyük kapitalistlerin faydalanabileceği ve böylelikle tekelleşme sürecinin hızlanacağı da açıktır. AKP hükümetinin tekelci sermayeye hizmetlerinin yeni bir örneği daha!
Peki yasa işçiye ne sağlıyor? Sadece ve sadece altı ay daha işten atılmamayı. Kısaltılmış haftalık çalışma saatleri boyunca, kapitalistin işçileri eskisine göre çok daha hızlı bir tempoda çalışmaya zorlayacağı açık olduğuna göre, sömürü oranı artacak demektir. Buna rağmen işçinin eline geçen para ciddi ölçüde düşecek, haftalık çalışma süresinin fiilen çalıştırılmadığı geri kalan kısmı için işsizlik ödeneğine mahkûm olacaktır. Nitekim yasa gereğince bu zaman dilimi için, işçinin alacağı, asgari ücretin yüzde 60’ı ile yüzde 120’si arasında bir ücret olacaktır (son yapılan düzenlemeden önce bu oranlar yüzde 40 ile yüzde 80 idi).
Tüm bunların anlamı, krizin faturasını kapitalistin ödememesidir. Başta işten atmalar olmak üzere krizin faturasını işçilere bindiren uygulamalara karşı mücadeleyi örgütlemek şöyle dursun böylesi bir mücadelenin önüne engel olarak dikilen sendika bürokratları, tam da bu noktada ortalama bir işçinin geri bilincine seslenerek, işten atılmaktansa daha düşük ücretlerle çalışmak yeğdir şeklinde konuşuyorlar. Oysa bu, gerçekliği çarpıtan ve teslimiyetçiliğin üstünü örten bir akıl yürütmedir. Çünkü “kısa çalışma” ödeneği, sadece işçi işsizlik ödeneği almayı zaten hak etmişse geçerli olacaktır, kapitalist ya da onun devleti tarafından değil bizzat İşsizlik Sigortası Fonu tarafından ödenecektir ve üstelik belli durumlarda işçinin alacağı bu ödeneğin miktarı ve süresi işten atıldığında alacağı işsizlik sigortası ödeneğinden düşülecektir. Dahası da var, kapitalistin ödemekten muaf tutulduğu sağlık sigortası vb. primleri de yine bu Fonun sırtına yıkılmaktadır! Peki bu Fon kimindir, kime aittir, kimin parasıyla oluşturulmuştur? İşçinin! Yani kısa çalışma ödeneği diye işçiye verilen para işçinin zaten kendi parasıdır, onun önceden birikmiş emeğidir! Özetle bu uygulamayla krizin faturası tümüyle işçi sınıfının sırtına bindirilmektedir.
Sendika bürokrasisine karşı mücadeleyi yükseltelim!
“Kısa çalışma” uygulaması, krizin faturasını işçilere bindirmenin yöntemlerinden biridir. Böylelikle kapitalistler işçinin birikmiş fonlarının desteğiyle kriz dönemini atlatmaya çalışmakta, ama sanki işçilere büyük bir lütuf bahşetmiş pozlarına girerek, işçi sınıfının krize karşı öfkesini yatıştırmaya, onu oyalamaya çabalamaktadırlar. Bu uygulamayla, hükümetin açıklamasına göre 2009 başından bu yana 203 bin işçiye kısa çalışma ödeneği ödenmiştir.
Bu yılın ilk aylarıyla birlikte, geçen yıl kısa çalışma yağmasından yararlanan işyerleri ardı ardına işçi çıkarmaya başlamıştır. Öyle görünüyor ki bu işten çıkarma saldırısı hızlanarak devam edecektir. Daha şimdiden bazı fabrikalarda (Tariş, Akkardan vb.) yaşanan direnişler bu kapsamda ortaya çıkmıştır ve belli ki bu saldırının arkası gelecektir. Buna yeni özelleştirme paketleriyle işten atılacak on binlerce işçiyi de ekleyelim. Yüz binlerce sanayi işçisinin işten atılma saldırısıyla karşı karşıya kalmasıdır sözkonusu olan.
Peki sendikalar bu gelişen ve büyüyecek olan saldırıya karşı koymak için hazırlık yapıyorlar mı? Ne yazık ki hayır! Sendika bürokratları, bıraktık yeni saldırılara karşı hazırlık yürütmeyi, varolan mücadele ve direnişleri bile sahiplenmekten uzak duruyorlar. Onlar kendilerini, burjuvazinin iki kanadı arasındaki çatışmada nereye konumlandıracaklarının, hangi konumun kendi koltukları için daha avantajlı olacağının hesabını yapmakla meşguller. Statükocu burjuvazinin peşine takılan sendika bürokratları, yeni bir mücadele yolu keşfettiler: yüksek yargı organlarına dilekçe vermek! Sınıf mücadelesinin, alanları doldurmanın, işyerlerinde şalterleri indirmenin yerine yeni moda “mücadele”nin yolu adliye koridorlarından geçiyor.
Burjuvazinin bu saldırılarına göğüs gerebilmek için besbelli ki, sendika bürokratlarına karşı mücadeleyi daha da yükseltmek gerekiyor. Bunun yolunun işyerlerinde taban örgütlerini kurup geliştirmekten ve güçlendirmekten geçtiği apaçıktır. Bu sağlandığı ölçüde, işten atma saldırılarına grevle, işgalle ve direnişle başarıyla karşı koymak mümkün olacaktır. Bu doğrultuda, görev, işçi sınıfı devrimcilerini, enternasyonalist komünistleri bekliyor!
link: Oktay Baran, Kriz, İşsizlik ve “Kısa Çalışma” Vurgunu, 1 Nisan 2010, https://marksist.net/node/2405
Devletin “Derin” İşleri
Ahmet Türk’e Yapılan Saldırı Gebze’de de Protesto Edildi