Tarihçi Eric Hobsbawm Kısa 20. Yüzyıl adlı kitabında “80’lerin ortasında Avrupa ve Ortadoğu çevresinde yalnızca bir köylü kalesi kaldı, o da Türkiye” diyordu. Gerçekten de özellikle ikinci emperyalist savaş sonrasında Avrupa dâhil tüm dünyada kır, kapitalizmin yapısından kaynaklanan gelişmelerin ürünü olarak hızla erirken Türkiye’de bu süreç burjuvazinin inisiyatifinde deyim yerindeyse “ağır çekim” ilerliyordu. “Bunda kuşkusuz, Türkiye kapitalizminin zayıflığının ve burjuvazinin tarıma ciddi bir neşter atma cesaretsizliğinin yanı sıra, çiftçiyi garantili bir oy deposu olarak gören burjuva siyasetçilerin izledikleri ikiyüzlü politikaların da büyük bir rolü vardı. Tarımsal sübvansiyonların yüksek tutulması, kredi borçlarının silinmesi, geniş destekleme alımları, yüksek taban fiyatları gibi uygulamalar, 2000'li yıllara kadar her seçim döneminin vazgeçilmez rüşvetleri arasında yer aldı.”[1]
Ancak kapitalist gelişmenin kaçınılmaz sonucu Türkiye ekonomisinde de etkilerini gösterdi. 80’li yılların ortalarından itibaren hızlanan kapitalist gelişmenin, özellikle de 2000’li yıllarda adı Kemal Derviş ile anılan tarımda kotalar uygulamaya dönük yasaların ardından, Türkiye’deki köylülük kalesinin surlarında da büyük gedikler açıldı. 1980’lerin ortalarına kadar %60’ların altına inmeyen tarımsal nüfus, son 15 yıl içinde %50’lerden hızla %30’lara kadar geriledi. Ama ne pahasına?
Her 10 çiftçiden 9’u borçlu, 3’ü icra takibinde, 1’i hapiste
Tarım ürünleri üzerindeki ithalat yasağının büyük ölçüde kaldırılması, sübvansiyonların sınırlanması, bunun yanında başta akaryakıt olmak üzere girdi maliyetlerinin alabildiğine artması ve kapitalizmin kriziyle beraber kredi imkânlarının azalması, küçük üreticileri büyük bir yıkıma doğru sürüklüyor. Bu yıkım burjuva gazetelerin bile görmezden gelemeyecekleri boyutlara ulaşmış durumda.[2] Bu gazetelerde aktarıldığı kadarıyla bile izlenimler çok çarpıcı.
Örneğin Saruhanlı, Manisa yakınlarında 75 bin nüfuslu bir ilçe. Bu ilçede 17 bin kayıtlı çiftçi yaşıyor. Çiftçilerin yıllık gelirleri 220 milyon TL iken mevcut borçları 350 milyon TL. Yani hiçbir şey yiyip içmeseler ve ellerine geçen tüm geliri borçlarına ödeseler bile, 130 milyon TL, yani yıllık gelirlerinin yarısından fazlası hâlâ borç olarak kalıyor. Bu yüzden Saruhanlı’da mahkemelerde 16 bin icralık dosya var. Aynı bölgedeki Karaağaç ya da Çanakkale’deki Batak ovasında da durum farklı değil. Çiftçilerin gelirlerinden fazla borç, icralık binlerce dosya.
Yapılan söyleşide ifade ettiklerine göre Çanakkale’nin Gökçalı köyünde kim çiftçilikle uğraşıyorsa hepsinin borcu var. Borcun 6 milyon TL’yi geçtiğini, bunun yarısının ödenemez halde olduğunu söylüyorlar. Bu yüzden köye gelen sarı taksiyi ya da jandarma aracını gören ormana kaçıyormuş. Kaçamayanların halini ise röportaj yapılan Kurtçu ailesinin durumu özetliyor. Çünkü 4 kişilik Kurtçu ailesinden 3 kişi hapiste. Anne Hanife Kurtçu hakkında da yakalama emri var, ama o firarda. Komşularına sığınmış durumda ve onların yardımı ile ayakta kalıyor. Hanife Kurtçu içine düştükleri durumu şöyle anlatıyor:
“Her şey 2 yıl önce o traktörü almakla başladı. Eşim İbrahim Kurtçu (62) bana geldi ve ‘Bak traktör alacağız. Bu malı senin üstüne yapacağım. Ben ve oğlun ise kefil olacak’ dedi. Duyunca sevindim. Üzerime mal olacaktı. 36 bin TL tutacaktı ve 4 yılda ödeyecektik. Her yılın Eylül ayında 9 bin TL verecektik. İlk yıl güzelce ödedik. Bu yıl Eylül ayı gelince bizim adam ödeyemedi, çünkü ürünü para etmedi. Sonra icra memurları geldi eve. Bizim mallara, eşyalara baktılar, beğenmediler. Sonra bir kâğıt imzalattılar bizim adama. Oradan da diğer kefil bizim büyük oğlanın evine gittiler. Onun da eşyalarını beğenmediler. Ona da imzalatmışlar bir şeyler. Sonra da Ocak ayında geldiler, önce oğlumu, sonra da eşimi tutuklayıp götürdüler, koydular Çanakkale Cezaevi’ne. Geçen gün jandarma geldi. Beni de tutuklamaya gelmişler. Duyunca kaçtım evden. Sığındım komşulara. Şimdi ben ne yapayım? Bizim ana borç 9 bin TL. Ama faiz işleye işleye, avukat parasını içine yerleştire yerleştire yapmışlar bizim borcu 17 bin TL. Traktörü de bağladılar. Bir aileden sen 3 erkeği tutuklarsan bu borç nasıl ödenecek?”
Koldere’de çiftçilik yapan 45 yaşındaki Nedim İndibay’ın da 100 dönüm arazisi var, 300 dönümü ise icrada. İndibay, “Her yıl kurtarmak için daha fazla ektim. Ama daha da kötü oldu. Şimdi borcum 300 bin TL’yi geçti. Her gün jandarmadan kaçıyorum. Bazen intihar etmeyi düşünüyorum ama çocuklarım aklıma geliyor, vazgeçiyorum” diyor. Bu yüzden çiftçiler üretmemeyi üretmeye yeğler olmuşlar. Kırkağaç’tan Mustafa Sezer (68) de bu durumu ortaya koyan çarpıcı açıklamalardan birini yapıyor: “35 dönüm arazim var, babadan kalma. Burada neredeyse herkesin borcu var ama benim yok. Çünkü ben tarlamı ekmiyorum. Tarlayı işlemeye kalksam bankadan kredi almak zorundayım. 35 dönümü işlemek için en az 10 bin TL kredi çekmek zorundayım. Bunun faiziyle birlikte yıllık maliyeti 13 bin TL’yi bulur. Ama ne ekersem ekeyim bu parayı çıkartamam. Ben de tarlamı ekmiyorum.”
İşte burjuvazinin küçük üreticileri tasfiye ederken ortaya çıkardığı tablo böyle. Peki şartlar böyleyken çiftçi aileleri yaşamlarını nasıl idame ettiriyorlar? Bu sorunun cevabını Kırkağaç Ziraat Odası Başkanı Süleyman Boğaz şöyle veriyor: “Devlet çiftçilere Bağ-Kur’lu olma hakkı verdi. Zaten gençler umutlarını kestiği için köyü terk ettiler. Yaşlıların Bağ-Kur maaşı var. Ayda ellerine 350-550 TL arasında emekli maaşı geçiyor. Yiyeceklerinin çoğunu da kendileri yetiştiriyor. Böyle olunca hayatlarını idame ettirebiliyorlar.”
Bu duruma düşen küçük tarım üreticileri geçmişte olduğu gibi yine devletin sübvansiyonlarla kendilerine yardım etmesini bekliyorlar. Devletin IMF anlaşmalarıyla uygulamadan kaldırdığı “destekleme alımları”ndan umut kesildiği için, dile getirilen destek talepleri daha çok girdi kalemlerine ilişkin: “Devlet destekleme alımı yapmasın. Ancak bizim 4 kalem harcamamız var. Bunlar tohum, gübre, ilaç ve mazot. Bu gider kalemlerinin maliyetinin düşmesi gerekiyor. Devlet destekleme alımı yapmak yerine maliyetleri sübvanse ederse çok daha iyi olacak” diyorlar. Ne var ki, varlık sebepleri ve yaşamdaki tek dayanakları sahibi oldukları topraklar olan küçük çaplı tarım üreticilerinin, tarımın kapitalistleşmesine ve bu yüzden tarım arazilerinin giderek daha az elde toplanmasına karşı durabilmeleri mümkün değildir.
Bu durumun yerel sebeplerden veya şu ya da bu hükümetin yanlış politikalarından kaynaklanmadığı, küçük üreticilerin içine sürüklendikleri kötü durumun sadece Türkiye ile sınırlı olmamasından bellidir. Belçika ve Fransa’da geçtiğimiz aylarda yaşanan süt eylemleri, yine Yunanistan’daki çiftçi eylemleri, küçük üreticilerin sıkıntılarının kapitalizmin sonucu olarak dünyanın her yerinde söz konusu olduğunu göstermektedir.
Kapitalist gelişme kırdaki küçük üreticiyi her geçen gün daha fazla eritmektedir ve kapitalizmin kendisini hedef tahtasına oturtmadan bu eğilimin önünde durmaya çalışmak yararsızdır. Küçük üreticiyi koruyacağı umulan bu destekler, aslında yok olması kaçınılmaz bu emekçi kesimin can çekişme sürecinin uzamasından başka bir sonuç vermeyecektir. Şehirde kapitalist rekabet yüzünden ayakta durmak için sürekli kendinden veren zanaatkârlar ve küçük esnaf gibi, onların büyük bölümünün de koşulları giderek daha da ağırlaşacak ve varlıkları zamanla büyük ölçüde ortadan kalkacaktır.
Küçük üreticilerin kaderi
İpotekli araziler, bankalarda eklenen faizlerle birlikte giderek artan kredi borçları ve hacizler, küçük üreticileri yaygın biçimde umutsuzluğa sürüklemektedir. Nitekim Kırkağaç Ziraat Odası Başkanının dediği gibi, özellikle gençler kırdan umudu kesmiş ve büyük bölümü köylerini terk edip aş ve iş bulma umuduyla kentlerin yolunu tutmuşlardır. Ancak bu umutlar da çoğunlukla boşa çıkmaktadır.
Sanayinin ve hizmet sektörünün, sayıları hızla artan bu kitleyi içine alacak düzeye sahip olmadığı bugünkü konjonktürde, bu durum zaten yüksek seviyede olan işsizliği muazzam düzeylere yükseltmekte ve kentlere akan bu kitleyi sefalet koşullarıyla yüz yüze bırakmaktadır. Açlık ve yoksulluk, dayanışma olanaklarının da giderek azalmasıyla birlikte bu kesimleri daha fazla etkilemeye başlamıştır. Bir kesiminin kırla bağları zayıflayarak da olsa sürmektedir, ancak bu kesimin en azından temel gıda maddelerine bu kanalla ulaşmaları kırdaki üretimin azalmasından ya da ortadan kalkmasından dolayı eskiden olduğu gibi mümkün olmamaktadır. Özellikle kentlerin kenar mahallelerine yığılan ve uzun süreli işsizlikle karşı karşıya kalan bu kesimler, bu ezici koşullar altında her türlü yozlaşmaya açık biçimde yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmaktadırlar.
Bu durum yıkımla karşı karşıya kalan küçük çiftçilerin kaderini işçi sınıfının kaderiyle kaçınılmaz biçimde ortaklaştırıyor. Ne var ki bu sosyal koşulların bağrında yeşeren siyasal yönelimler çoğunlukla burjuvazinin gerici ideolojisi çerçevesinde ortaya çıkmakta, işçi sınıfı devrimcilerinin örgütlülüğünün henüz yeterince güçlü olmadığı koşullarda mevcut nesnellik burjuvazinin sağlı sollu partilerinin etkili olabildiği bir alan yaratmaktadır. Yaşanan sorunların dışarıdan kaynaklanan etkiler yüzünden gerçekleştiğini propaganda eden bu anlayışlar yüzünden, küçük üreticiler gerçek düşmanlarının has ideolojisi olan milliyetçiliğin kucağına düşmektedirler.
Dini duyguları suiistimal edilen ve mülkiyetini kaybetme korkusu sürekli körüklenen bu kesimlerin önemli bir kısmı burjuvazinin zehirli ideolojilerine teslim olmaktadır. Bu teslimiyet, burjuvazinin neredeyse Fransız devriminden bu yana küçük üretim yapan bu tür kitleler nezdinde sosyalistlere karşı sürdürdüğü kara propagandayla sağlanmaktadır. Burjuvazi, küçük üreticilere, sosyalistlerin onların ibadetlerini yasaklayacağı ve ellerindeki toprakları alacağı yalanını propaganda etmektedir. Bu yolla, bu kesimlerin gerçek bir kader bağı içerisinde oldukları devrimci işçi sınıfından uzak durmalarını sağlamaktadır.
Burjuvazinin bu propagandaları bütünüyle yalan ve ikiyüzlüdür. İşçi sınıfı devrimcileri yalnızca büyük kapitalist işletmelerin mülklerini, yalnızca başkalarının sırtından geçinenlerin mülklerini ellerinden almak, bunları tüm emekçilerin yararına işçilerin devletinin mülkü haline getirmek isterler. Devrimci işçi sınıfının küçük üreticinin elindeki bir avuç toprağıyla bir alıp veremediği yoktur. Küçük üreticilerin mülklerini bankacılık, tefecilik, piyasa oyunları vs. ile ellerinden alan, gerçekte burjuvaziden başkası değildir. Kapitalist düzende küçük üreticilerin ellerindekiler her geçen gün daha fazla miktarda büyük sermayenin eline geçmektedir. Din konusunda da devrimci Marksizmin tutumu, burjuvazinin iddia ettiğinin aksine, hiç kimsenin dini duygularına karışmamak yönündedir. Bu yüzden küçük üreticilerin devrimci işçi sınıfıyla gerçekte hiçbir çıkar çatışması yoktur. Aksine onun çıkarlarını savunma ve koruma işini de layıkıyla ancak devrimci işçi sınıfı gerçekleştirebilir.
Devrimci işçi sınıfı da elbette tüm emekçilerin yararına olacak şekilde küçük ölçekli üretimin tasfiye edilmesini ve onun yerine emekçinin özgürleşmesinin koşullarını sağlayacak büyük çaplı üretimin geçirilmesini savunur. Ancak kapitalizm altında olduğu gibi küçük üreticilerin yıkımı pahasına değil. Küçük üreticinin var olan koşullarından daha iyi imkânları onun önüne koyarak ve üretici birliklerinin içinde yer almayı özendirerek küçük çaplı üretimi tasfiye etmeye uğraşır.
İşte bu nedenlerle küçük üreticilerin de yeri işçi sınıfının devrimci saflarıdır. Burjuvazinin yıkıcılığı karşısında sığınacağı tek gerçek liman bu saflardır. Türkiye gibi küçük üreticilerin ağırlığının hâlâ hatırı sayılır oranlarda olduğu bir toplumda bu politik anlayışı yaygınlaştırmak ve örgütlemek büyük önem taşıyor.
[1] İlkay Meriç, Küçük Çiftçilerin Makûs Talihi, MT, Haziran 2006
[2] Çanakkale, Saruhan ve Kırkağaç bölgelerinde yapılan röportajlarla oluşturulan ve 10 Nisan tarihinden itibaren üç gün boyunca Vatan gazetesinde yayınlanan yazı dizisi, küçük üreticilerin içine düştükleri duruma dair çarpıcı izlenimler ortaya koyuyor.
link: Selim Fuat, Kapitalizm Küçük Üreticileri Ezerek Tasfiye Ediyor, 1 Mayıs 2010, https://marksist.net/node/2452
Kürt Halkına Karşı Artan Baskılar Protesto Edildi
Futbol, Bahis, Şike ve Kapitalizm