21 Mart Pazartesi günü Mersin’de yapılan Newroz kutlamaları sonrasında koparılan yaygara, Genelkurmay açıklamasıyla birlikte tam bir hezeyana dönüştürüldü.
50 binin üstünde kişinin katıldığı tahmin edilen Newroz kutlaması dağılmaya başladıktan sonra ve üstelik de gösteri alanından oldukça uzaklardaki bir yerde, birkaç çocuğun ellerindeki Türk bayrağını yere atmaları, bir anda bütün burjuva medyanın gündemi haline geldi. Gösterilere hâkim olan barış talebi, halkların kardeşliği sloganları, Kürt konfederasyonu talepleri, alandaki coşku medyanın umurunda bile değildi. üstelik olay, medyaya, bilinçli bir şekilde bayrak yakma olarak yansıtıldı.
Bayrağın yere atılması, yakılması, özellikle de Türkiye gibi toplumlarda, sıklıkla yaşanan bir olay değil. ABD bayrağı dünyanın en çok çiğnenen, yakılan, parçalanan bayrağı olmasına rağmen ABD’de buna karşı fetvalar çıkartılmazken, Türkiye’de, “Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının” simgesi olduğu söylenen bayrağa karşı girişilen en küçük bir eylemde yaygaralar koparılır. Financial Times bayrak olayının bu kadar büyütülmesini “Türk özgüveninin çürük durumu”na bağlıyordu.
Bayrak olayı, ilk gün sadece bazı TV kanallarında haber yapıldı ve pek çok insanın dikkatini çekmedi. Fakat bir süre hükümetin tepkisini bekleyip sessiz kalan Genelkurmay’ın “sabrımızı taşırmayın, bayrağa karşı sevgimizi sınamayı denemeyin!” şeklindeki açıklaması, burjuva medyaya birden “görev ve sorumluluğunu” hatırlattı.
Devletçi-statükocu güçlerin başını çeken Genelkurmay’ın, bayrak olayı ile birlikte yeniden ön plana çıkma gayreti aslında beklenilen bir durum. Avrupa Birliği sürecinde Kıbrıs konusunda verilen tavizler, Kerkük konusunda geri adım atmak zorunda kalması, “bölücü terörle mücadele” bahanesinin zayıflaması ve buna bağlı olarak olağan hale gelen olağanüstü halin kaldırılması ile birlikte askeri bürokrasi, bugünkü koşullarda kendisini fazla etkisiz kalmış gibi görmekte ve bundan rahatsızlık duymaktadır. Devlet içindeki egemenliğini kaybetmek istemeyen askeri bürokrasi, yaptığı açıklamalarla gelecekte daha etkin bir rol oynamak istediğini vurgulamaktadır.
Yıllarca sahibi gibi davrandıkları devletin kontrolünün ellerinden alınmasının yarattığı rahatsızlığı her fırsatta açıkça gösteren sivil-askeri bürokrasi ile AB yanlısı burjuvazi arasındaki çekişmenin ilerleyen süreçte daha da keskinleşmesi kaçınılmazdır. Devletçi statükocu güçler son iki yıldır kaybettikleri mevzileri geri alabilme çabası içindedirler. Genelkurmay’ın son açıklamaları ve tutumları da bunun bir uzantısıdır. örneğin Van’da yapılan bayrak gösterisine askeri bandonun çaldığı marşlar eşlik etmiştir. Jandarma Asayiş Kolordu Komutanının da bizzat katıldığı bu gösteride, ordu yine esip savurmuştur.
Hükümet olayların yatışmasını beklemeyi tercih ederken, milliyetçilik primini kaçırmak istemeyen CHP, İP gibi partiler öne atıldılar. Hele bir de bu konuyla alâkasının olmaması gereken Türk-İş’in devreye girmesi, tam da Türkiye’nin içinde bulunduğu karmaşık siyasal durumun bir yansımasıydı.
Medyasından, burjuva partilerine, Genelkurmayından sendika bürokrasisine, lafta demokratından lafta sosyalistine çok geniş bir kesimin azgın bir milliyetçilikten muzdarip olmaları, Hitler’in Kavgam kitabının neden bu kadar çok satıldığına, Metal Fırtına kitabının neden en çok okunanlar listesinde yer aldığına dair önemli bir ipucu sunuyor aslında.
İlerleyen günlerde milliyetçilik çok daha azdırıcı olaylarla karşımıza çıkarılabilir. özellikle Güney Kürdistan’daki ve Irak’taki gelişmelere, AB ile ilişkilere ve AİHM kararı doğrultusunda Abdullah öcalan’ın yeniden yargılanıp yargılanmamasına bağlı olarak, burjuvazinin devletçi-statükocu kesimi tarafından milliyetçiliğin yeniden yükseltilmesi olasılığının hiç de güçsüz olmadığı gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim bunun sinyalleri, Trabzon’da ve Sakarya’da, cezaevlerindeki tecridi protesto etmek için bildiri dağıtmak isteyen TAYAD’lılara yönelik linç girişimleriyle verilmiştir. MHP’li faşistlerin bu tür olaylarda başı çektiği, Trabzon’daki olayın bir sivil polisin tahrikiyle linç girişimine dönüştüğü bilinmektedir.
Sendikalar ve “Sol”un Tutumu
Bayrak olayı sonrasında yaptığı açıklamalarda, öDP, barış ortamının bozulmak istenmesinden ve bunun engellenmesi için mücadele edilmesi gerektiğinden bahsetti. Hangi barış ortamından bahsettiklerini anlamak kolay değil. Kürt illerinde geçmişte yapılan yoğun baskıların ve iç savaşın hafiflemesi midir barış ortamı?
Halkevleri Genel Merkezi, bayrağa yapılan “büyük saygısızlığa” karşı bir basın açıklaması yaptı ve tepkisini dile getirdi: “Halkevciler olarak bayrağımıza sahip çıkıyoruz; bayrağımız, her halkın bayrağı gibi, bağımsızlığımızı temsil eder. Ama onu asıl, kan ve nefretle besleme arzusunda olanlardan korumak lazım. Toplumumuzu, şoven, ırkçı düşünce ve eylemin yükselişinden korumak lazım. ülkemizi, sahte vatanseverlerden korumak lazım.” Ve Trabzon Halkevi, balkonuna bayrak asarak Türk bayrağına sahip çıktı! Aslına bakılacak olursa bunlar hiç de yeni ve beklenmedik tavırlar değildir Türk solu açısından.
II. Enternasyonalin başını çeken Alman Sosyal Demokrat Partisi aynı tutumu sergilerken, buna karşı gerçek Marksizmi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht savunmuştu: “Alman halkının baş düşmanı Almanya’dadır: Alman emperyalizmi, Alman savaş partisi, Alman gizli diplomasisi. Alman halkı, kendi emperyalistlerine karşı mücadele eden diğer ülkelerin proletaryasıyla birlikte, içerdeki bu düşmanı politik mücadeleyle alt etmelidir.”
İşçilerin ırkı, vatanı ve buna bağlı olarak ulusal bayrağı yoktur. Burjuva devlete ait hiçbir simge işçi sınıfının olamaz. Bu bağlamda varolan bayrak işçi sınıfının bağımsızlığının değil, burjuvazinin egemenliğinin simgesidir. Ve tam da bundan dolayı, burjuva egemenliğinin simgesini savunmak işçi sınıfının görevi olamaz. Bir burjuva devletin ulusal bayrağını savunmak burjuvazinin egemenliğini savunmaktan başka bir anlam ifade edemez.
Türk-İş bürokratları, özelleştirmeler, sendikasızlaştırmalar, taşeronlaştırmalar, kölelik yasaları, işten atmalar, kısacası işçi sınıfını en dolaysız biçimde ilgilendiren herhangi bir konuda gerekli tepkiyi gösterememişken, iş bayrak konusuna gelince hızda sınır tanımadılar. Günümüzde işçi sınıfına yapılan bu denli açık saldırılar dururken bir bayrağın yere atılmasına karşı böylesine yüksek perdeden ses çıkarmak, sendika bürokratlarının milliyetçilik temelinde kendi koltuklarını koruma gayretinin bir göstergesidir.
Faşist Gösteriler Yaygınlaşıyor
Hükümetin bekle ve gör tavrına karşılık, MHP gibi kana susamış milliyetçi partiler, önlerine gelen bu fırsatı değerlendirmek için hemen harekete geçtiler. MHP yıllardır ön plana çıkarmayıp susturduğu gençlik kollarının ipini serbest bıraktı. 1980 faşist darbesinin hazırlanması sürecinde devrimci yükselişe karşı devlet tarafından örgütlendiği dönemle kıyaslanamayacak ölçüde güçsüz olan ülkü Ocakları, şimdilik bir tehdit olmaktan uzak gibi görünse de, burjuvazinin ihtiyaç duyması durumunda bu faşist yuvalarının nasıl beslenip büyütülebileceğini tarih bize daha önce çok acı bir şekilde gösterdi. Dün devrimcileri katletme görevini üstlenen faşistler, bugün Kürt halkına saldırı aracı olarak kullanılıyorlar.
MHP ilk olarak Erzurum’da bayraklarla bir gösteri düzenlenmesini sağlayarak nabız ölçtü. Geniş katılım çağrısı yapılmayan ve çok kısa sürede organize edilen bu gösteriye yaklaşık 5 bin kişi katıldı. MHP’nin kalelerinden biri olan Erzurum’daki katılım yüksek olmasa da, fitil orada ateşlendi ve diğer illerde daha geniş katılımlı gösteriler düzenlendi. özellikle İzmir’de Deniz Baykal’ın da katıldığı gösteri, uzun zamandır milliyetçilerin düzenlediği ya da milliyetçilerin sahiplendiği en büyük gösterilerden biri oldu. Hakkari, Sivas, Diyarbakır, Malatya, Ankara, Mersin, Kayseri, Van gibi birçok şehirde “Bayrağa Saygı” mitingleri düzenlendi. Bunların bir kısmında katılım sayısı oldukça yüksekti. Kuşkusuz bu mitinglerde sayının bu kadar kabarık olmasında en büyük rol, okullar da dahil olmak üzere tüm devlet kurumlarına gönderilen tam personel katılma emirleridir.
MHP, aslında özel önem taşıyan ve sol eğilimlerin de güçlü olduğu illerde gösteriler düzenleyerek gerginliği daha da tırmandırıyor. özellikle Mersin, Sivas gibi Alevi ve Kürt nüfusunun oldukça yoğun olduğu illerin seçilmesi anlamlıdır. İstanbul’da, şişli Camiinde toplu namaz kılıp intikam yeminleri eden MHP’liler, Türk-Kürt kavgasının genişlemesi için çalışacaklarını açıkça söylüyorlar.
Açık olan şu ki MHP gibi faşist ve milliyetçi partiler bugün ortaya çıkan bu tablodan sonuna kadar faydalanacaklar. 1999 yılında kazandığı zaferden sonra çürüyerek siyaset sahnesinden düşen MHP, 2002 seçimlerinde %8 civarında oy alarak yine de kemikleşmiş oy potansiyelinin ne derece yüksek olduğunu gösterdi.
Kıbrıs’taki devlet başkanlığı seçimini AB yanlısı Talat’ın kazanmasına ne zamandır garanti gözüyle bakılıyor. Bu ise Kıbrıs’ta yeni gelişmeler olacağı anlamına geliyor. Statükonun yılmaz bekçileri bunu da gözden kaçıramaz. Sonuçta gelişen süreç kolay bir süreç olmayacak ve bundan dolayı olayların kolay kolay durulacağını düşünemeyiz. Zaman zaman inişler yaşansa da, MHP kadrolarının bu ivmeyi yukarı çevirebilmek için ellerindeki bütün kozları kullanacağı açıktır.
Mücadele bayrağı yükseltilmelidir
Gerici-milliyetçi güçlerin, bayrak olayını ve Abdullah öcalan’ın yeniden yargılanma olasılığını bir sıçrama tahtası olarak kullanmak isteyecekleri açıktır. İşçi sınıfını burjuva düzenin gerici ataklarına karşı uyarmak komünistlerin vazgeçilmez görevlerinden biridir.
şu an içinde bulunduğumuz süreç uzun zamandır yaşadığımız süreçten çok farklı bir durum haline gelme eğilimlerini içinde barındırıyor. 1980 darbesi sonrasında yaprak kıpırdamayan Türkiye’de 1990’lı yılların başında işçi sınıfının eylemliliği bir atılıma geçmiş, ancak yeterli örgütlülüğün sağlanamaması sonucunda bu atılım durmuştur. özellikle Abdullah öcalan’ın yakalanması sürecinde Kürt ulusal hareketinin girdiği şok sonrasında, Türk sol hareketi de inişe geçti. Toplumun depolitizasyonu ve örgütsüzlüğü öyle bir hal aldı ki, insanlar yanı başlarındaki savaşa dur demek için bile ciddi bir tepki göstermediler. Ancak önümüzdeki süreç yeni bir politizasyon dalgası için güçlü bir zemin sunabilir. Zira gerek dünya ölçeğinde gerek yaşadığımız coğrafyada çalkantılı bir süreç devam etmektedir.
Gelecek süreçte karşımıza çıkabilecek olan saldırılara karşı komünistlerin bugünden mücadele zeminini hazırlaması gerekiyor. Bunun için öncelikle burjuvazinin ve “sol” gibi görünen reformist partilerin teşhir edilmesi, işçi sınıfının bütünlüğünün bölünmemesi, tersine uluslararası birliğinin sağlanabilmesi gerekmektedir.
Hemen önümüzde 1 Mayıs duruyor. Bu 1 Mayıs, ister sağ ister sol görünümlü olsun, ezen ulus milliyetçiliğine asla prim vermeyeceğimizi dosta düşmana göstermek için büyük bir fırsattır. Sınıfımızın gücünü alanlara yansıtarak üzerimizdeki ölü toprağını atmalıyız. 1 Mayıs’a sendika bürokratlarının günü kurtarmak için yaptıkları çağrılarla değil, sosyalist bir dünyanın yaratılabilmesi için içimizde bulunan inançla, aşkla ve ateşle gitmeliyiz. Yoksa, yarınlar bugünlerden daha zor olmaya gebedir.
Kahrolsun şovenizm, Kürtlere özgürlük!
Emperyalist savaşlara, sınıfların barışına HAYIR!
link: Ozan Demirci, Newroz Kutlamaları ve Yankıları, 17 Nisan 2005, https://marksist.net/node/193
1 Mayıs’a Doğru
Newroz ve Karayüzlerin Şoven Harekâtı