Küresel ısınma sorunu son yıllarda yoğun bir şekilde tartışılıyor. Yeryüzündeki insan ve canlı hayatı bakımından ciddi birtakım sonuçları olacağı ileri sürülen bu küresel sorunun çözümü için dünya burjuvazisi Kyoto Protokolü denen protokolü gündeme getirdi. 141 ülkenin katılımı ile imzalanan protokol 1997 yılından beri sürüncemedeydi ve uygulamaya geçmeyi bekliyordu. Sonunda, bilim adamlarının küresel ısınmayla acilen mücadele çağrıları yaptığı bir dönemde protokolün işlemesi için düğmeye basıldı ve Kyoto Protokolü nihayet geçtiğimiz Şubat ayında yürürlüğe girdi. Burjuva medyanın geneli tarafından da “önemli bir adım olarak” alkışlandı.
Anlaşmanın yürürlüğe girmesini Kyoto’da törenle kutlayan Japonya hükümeti, ABD’ye, “en çok gaz yayan ülkenin hâlâ bize katılmamış olmasını esefle karşılıyoruz” diye seslendi.
Bilim adamları eğer müdahale edilmezse 10 yıl içinde gezegenin geri döndürülemez bir mahvolma sürecine gireceğini söylüyor. Diğer taraftan zaten gecikmiş bir girişim olan Kyoto Protokolünün derde deva olamayacağı da anlaşılıyor.
Kyoto Protokolü nasıl ortaya çıktı?
Dünyanın ısınma sürecine girdiğine ya da kullanılan fosil yakıtların atmosferde birikerek sera etkisi yapacağına ilişkin düşünceler 1880’li yıllardan itibaren zaman zaman ortaya atıldı. Ancak daha çok tahminlerden oluşan, o günün koşullarında bilimsel olarak ispatlanamayan bu görüşler yeterince yüksek sesle dile getirilemedi, getirildiğinde de egemen güçler tarafından çıkarlarına dokunduğundan dolayı susturuldu.
1970’li yıllarda bilimsel veriler ışığında bazı gazların sera etkisi yaratabileceği konusunda bilim çevreleri fikir birliği aşamasına geldiler. 1979 yılında, Dünya Meteoroloji Örgütü, bilim adamlarını Birinci Dünya İklim Konferansı için Cenevre’de topladı. Konferansın sonunda hükümetlere insanın sebep olduğu iklim değişiminin olumsuz etkilerinin önlenmesi için çağrıda bulunuldu. Aradan altı yıl geçtikten sonra Avusturya’da düzenlenen yeni bir konferans ile sera gazının küresel ısınmaya etkileri araştırılmaya başlandı. Burada karbondioksit miktarının 2030’lu yıllarda iki katına çıkacağı tahmininde bulunuldu. Buna rağmen konu pek ses getirmedi.
Küresel ısınma ile ilgili tezler asıl olarak 1988 yılında ABD’de yapılan toplantıdan sonra yankı buldu. NASA’ya bağlı olarak çalışan iklim uzmanı James Hansen, 1988’de katıldığı bir toplantıda sera gazlarının etkilerinden bahsederken, kuraklıkların, sellerin ve daha farklı doğal olayların artma olasılıklarını gözler önüne serdi. Hansen bu konuşmayı yaparken –doğanın bir azizliği mi diyelim– ABD’de yılın en sıcak günü idi ve orta batı, tarihinin en kurak dönemlerinden birini yaşıyordu. O ana kadar herhangi bir sıcaklık değişimini kesin olarak kabul etmeyen bilim adamları, hükümetler ve ABD yönetimi, olayın ABD’de gerçekleşmesinin büyük etkisi ile sıcaklık değişimini kabul etmekle kalmadı, bunun “küresel bir ısınma” olduğunu da görünürde kabul etti. Vandana Shiva’nın da dediği gibi, “bundan üç yıl önce Etiyopya ve Sudan’da binlerce kişinin açlıktan ölmesi Kuzey Hükümetlerinin çölleşmeyi ve kuraklığı acil küresel çevre sorunları olarak değerlendirerek harekete geçmeleri için yeterli olmamıştı.… Ne de olsa ölümler Afrika’da, ‘dışarılarda bir yerlerde’ olmuştu.”[1]
Dünyanın jandarmasından böyle bir ses gelmesi elbette bütün bilim adamlarını ve BM’yi etkiledi. Hansen’in yarattığı ivme ile BM, Hükümetlerarası İklim Değişimi Panelini (IPCC) gerçekleştirdi. Dünyanın farklı ülkelerinden yaklaşık 2000 bilim adamının katıldığı IPCC, 1990 yılında, küresel ısınmaya “insanın yaptığı etkinin” henüz ispatlanamadığını bildiren bir rapor yayınladı.
Birinci raporun iki yıl sonrasında, 1992’de, Brezilya’nın Rio de Janerio kentinde UNCED (Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı) toplandı ve 160’tan fazla ülkenin katılımı ile İklim Değişimi Çerçeve Konvansiyonu imzalandı.
1995 yılının sonlarına doğru IPCC nihayet ikinci raporunu açıkladı. Bu raporda, yaklaşık 2000 bilim adamından gelen verilere dayanılarak, iklim değişiminin doğal nedenlerden dolayı değil, “insan etkilerinden” (kuşkusuz burada “insan etkileri” diye bahsedilen olgu aslında kapitalist üretimin etkileridir) kaynaklı olduğu açığa kavuştu.
En sonunda, Nisan 1997’de, eski Japon imparatorluk başkenti Kyoto’da düzenlenen konferansa katılan ülkeler, atmosfere karıştıklarında sera etkisi yaratan karbondioksit, metan, kloroflorokarbon, hidroflorokarbon, asitoksit gibi gazların emisyonunu (salım) engelleyecek ya da azaltacak koşulların altına imza attılar. Ancak bilimsel bulgularla ortaya atılmasından Kyoto Protokolünün imzalanmasına kadar geçen on sekiz yıllık süre, hâlâ küresel ısınmanın ve iklim değişiminin dünyadaki bütün ülkeler tarafından kabul edilmesine yetmemişti. Özellikle ABD, Rusya Federasyonu ve Avustralya anlaşmayı imzalamamakta direniyorlardı. Rusya dışında bu süreçte hâlâ değişen bir şey yok.
Petrol Tekellerinin Gölgesinde: Kyoto Protokolü
1997 yılında imzalanan ve o dönemin ABD başkanı olan Clinton’ın da onayladığı anlaşmayla, sanayileşmiş ülkeler genelinde, baz yıl olarak kabul edilen 1990’daki sera gazı yayma oranının 2008-2012 arasında yüzde 5,2 oranında azaltılması hedefleniyor.
Kyoto Protokolü, sonuç olarak burjuva bilim adamlarının hazırladıkları ve petrol devlerinin gölgesinde imzalanan bir anlaşmadır. Ve bundan dolayı anlaşmanın her satırı petrol kokmaktadır. Örneğin:
“İlgili uluslararası çevre antlaşmaları kapsamındaki taahhütler ile sürdürülebilir orman düzenleme uygulamaları, ağaç dikimi ve ağaç takviyesine/desteğine ilişkin teşvikler dikkate alınarak Montreal Protokolü ile düzenlenen sera gazlarına ilişkin rezervlerin korunması ve iyileştirilmesi…”[2]
Doğanın dengesinin rayına oturması için fosil yakıt kullanımının ortadan kaldırılması değil, daha fazla “ağaç dikerek” karbondioksit emisyon miktarını normal seviyeye çekmeye çabalama maddesi! Yani bir taraftan doğaya fosil yakıtlardan karbon kökenli maddeleri salmaya devam edelim, ama diğer taraftan da bu karbonu ortadan kaldırabilmek için çevreyi ormanlık hale getirelim! Kuşkusuz kimse ormanlık alanların arttırılmasına hayır demez. Ancak burjuvazi ve onun “bilim” adamları ormanlık alanları kendi üretim alanlarına dokunmadan arttırmanın yolunu arıyorlar ve buldular da. Buna göre eski ağaçlardan oluşan ormanlar yok edilerek, bunların yerine genç ve daha hızlı büyüyen ağaçlardan oluşan ormanlar oluşturulacak. Bu durum çevreyi korumak adına yapılan en büyük cinayettir kuşkusuz. Kâr dışında bir düşüncesi olmayan kapitalistler ve onların yalakaları, bu ormanları kesip yerlerine tek tip ağaç dikmekle birinci olarak doğanın çeşitliliğini tehlikeye atıyorlar. Diğer taraftan, bu ormanlarda yaşayan canlıların yaşam alanlarının ormanlar yeniden orman haline gelene kadar ellerinden alınacağını biliyor, ama görmezden geliyorlar. Ormanlık alanları fabrika yapmak ya da geniş tarım arazileri elde etmek için ortadan kaldıran kapitalistlerin çevreyi ormanlaştırma projesi tam bir ikiyüzlülüktür.
Anlaşma uyarınca, protokolün imzalandığı dönem sürecinde “pazar ekonomisine” yeni geçmiş olan ülkeler [Rusya ve diğer eski bürokratik diktatörlükler] karbondioksit emisyonlarını 1990 dışındaki bir yıla dayanarak indirme hakkına sahipler. Bu ülkeler sözü geçen dönemde eski teknolojilerden dolayı yoğun karbon salımı yapan ülkelerdi. Çözülüş sürecinin tamamlanmasının ardından bu ülkelerin hemen hepsinde ekonomik çöküntü yaşandı. Ve bunun sonucu olarak da aslında bugün, 1990’lardaki karbondioksit emisyon oranlarından çok daha düşük oranlara sahipler. Gelişim süreçleri içindeki bu ülkelerden Rusya’ya 1990 seviyesinin %50’si, Ukrayna’ya ise 1990 seviyesinin %150’si kadar bir artış yapma hakkı verildi. Bu ise dünya çapında karbondioksit emisyon miktarının azalmasına değil, tersine artmasına hizmet edecek bir durumdur.
Anlaşmanın başka bir maddesi ise emisyon hakkı transferine olanak tanıyor. Yani Kyoto Protokolünün öngördüğü emisyon miktarından daha fazla emisyon yapan bir ülke, daha az emisyon yapan bir başka ülkeden emisyon hakkını alarak o ülkenin kullanmadığı miktarı kullanabilme hakkına sahip olacak. Yani tam bir ikiyüzlülük! Kısmak değil, aksine kotaların son damlasına kadar kullanılması için açgözlü bir saldırganlık! Tüm burjuva anlaşmalarında olduğu gibi kendi sorumluluğundan kaçmak için ikiyüzlüce her yola başvurma.
Anlaşmanın bir diğer noktası da, emperyalist piramidin üstündeki ülkelerin emperyalist piramidin altındaki ülkelere yapabileceği teknoloji transferinin kapısının açık bırakılmasıdır. Böylece ileri ülkeler kirli teknolojilerinden vazgeçmeden, üretimlerini başka ülkelere kaydırarak üretimlerine devam edebilir, bu süreç zarfında da daha gelişmiş teknolojiler için altyapı oluşturabilirler. Yani protokolün “ruhunu” delmek için muhtelif türde gedikler zaten açılmış durumda.
ABD’li büyük enerji tekelleri daha başından itibaren iklim sözleşmesini sabote etme tutumu içine girdi. Öncelikle Mobil Oil, Exxon, Texaco gibi petrol devlerinin satın aldığı “bilim” adamları ortalığı karıştırmaya başladılar. Farklı farklı, iler tutar yanı olmayan teoriler ile gündemi değiştirmeye, toplantıları baltalamaya çabaladılar. Zaten bu petrol devlerinin doğrudan temsilcisi olan G. W. Bush’un iktidara gelmesinden sonra ise ABD Kyoto protokolüne karşı kesin tavrını ortaya koyarak anlaşmadan çekildi.
Petrol şirketleri-siyaset ilişkisi: ABD’de partilere yapılan para yardımları (milyon $) | ||||
1997 | 1998 | Demokratlar | Cumhuriyetçiler | |
Mobil Oil | 5,24 | 6,16 | %16 | %84 |
Exxon | 5,21 | 5,62 | %12 | %88 |
Texaco | 4,23 | 5,63 | %24 | %76 |
Shell Oil | 2,29 | 3,72 | %26 | %74 |
ABD, siyaseti kimin belirlediğinin çok güzel bir örneğidir. Ve çevre konusu da son tahlilde siyasi bir yön içerir. ABD ekonomisinin egemen gücü olan silah ve petrol tekelleri, egemenliklerini sürdürebilmek için çevreyi katletmek, dünyayı yaşanmaz hale getirmek pahasına savaşlara ve petrol kullanımına devam edeceklerdir.
Kyoto doğrultusunda yapılanlar ve yapılmayanlar
Kyoto Protokolünün yürürlüğe girebilmesi için, gaz emisyonunun en az yüzde 55’inden sorumlu olan ülkeler tarafından onaylanması gerekiyordu. Normal olarak 2000 yılından itibaren emisyon hacimlerinde daraltma yapılmasını öngören, 2008-2012 yılları arasında ise 1990 yılının en az %5,2’si kadar azaltma yapılmasını planlayan anlaşma, yeterli sayıda ülkenin imzalamaması sonucu uzun süre yürürlüğe giremedi. Nihayet AB’nin birtakım pazarlıklarla Rusya’yı razı etmesi sonucu Rusya 2004 sonunda anlaşmayı onayladı. Böylece anlaşmanın geçerli olması için gerekli olan yüzde 55’lik oran tutturuldu. Ve bunun ardından geçtiğimiz Şubatta anlaşma yürürlüğe girdi.
Ancak, bu gazları en çok üreten ülke olan ABD (%25) ve %3,2’sini üreten Avustralya tarafından reddedilmesi, aslında anlaşmayı ölü doğmuş bir çocuk haline getirmiştir. Çin ile Hindistan’ın “gelişen ülkeler” adı altında yükümlülükten muaf tutulması, ABD ve Avustralya gibi ülkelerin şu anki en büyük itiraz noktalarını oluşturuyor. Bu ülkelere serbestlik tanınması, doğal olarak diğer kapitalist ülkelerin bu ülkelerle rekabet gücünde bir zayıflamaya yol açacak.
Kyoto Protokolünde %8’lik bir artış yapmasına izin verilen Avustralya bugün 1990 yılı oranlarının %17 ilerisine geçmiş durumda. ABD şimdilik %20 gibi bir fazlalık taşısa da, 2010 yılında bu oran tahminlere göre %30’lara ulaşacak.
Burada üzerinde durmayacak olsak da küresel iklim değişim senaryolarında nasıl bir durumdan bahsedildiğini bilmek gerekiyor. Bilim adamlarının gözlemleri doğrultusunda yapılan bilgisayar simülasyonlarına göre iklim değişiminin en çok vuracağı bölgeler Kuzey Avrupa, Sibirya, Çin’in kuzey bölgeleri ve Afrika ile Batı Avrupa’nın kıyı şeridi olarak görülüyor. Yapılan simülasyonlar doğrultusunda, Amerika’yı doğrudan ilgilendiren (!) bir durum yok. Bu bölgelerde yaşayan insanların kuraklık ya da seller ile karşılaşması, bu bölgelerin buzul haline gelmesi gibi senaryolar bundan dolayı ABD hükümetini ilgilendirmiyor.
Bununla birlikte anlaşmayı imzalayan ülkelere bakıldığında bu ülkelerin de anlaşma doğrultusunda olumlu adım attıklarını söyleyebilmek söz konusu değil. En büyük emisyon oranına sahip olan ülkeler arasında yer alan Kanada anormal bir patlama göstererek 1990’dakinin %130’una ulaşmış durumda. Yanı sıra Almanya’da %4’lük, Hollanda’da ise %17’lik bir sapma söz konusu.
Kyoto Protokolü çözüm olabilir mi?
Bilim adamlarının yaptıkları araştırmalara göre yaşanan ısınmanın sebebi doğaya bugün salınan karbondioksitten kaynaklanmıyor. Yaşadığımız sıkıntılar, sıcaklıkların değişimi, kasırgaların şiddetlerinin artması gibi doğa olaylarının sebepleri 1960’larda gerçekleşen karbon kökenli salımlardır. Yaşadığımız son dönemde salınan gazların etkileri ise bundan 10-15 yıl sonra görülmeye başlayacak.
Bugün yapılan salım 1960’larla kıyaslanamayacak kadar fazla. Kapitalizmin eşitsiz de olsa dünyanın her yerinde gelişmesi ve bundan dolayı fosil yakıtların kullanımının artması, doğanın geleceğinin hiç de parlak olmadığının sinyallerini veriyor.
BM’nin yaptığı araştırmalara göre, atmosferde biriken karbon kökenli gazların yüzde 80’i, ulaşım, ısınma ve sanayide fosil yakıtların kullanılmasından kaynaklanıyor. Eğer atmosferdeki gaz oranı sabitlenebilirse küresel ısınma ile başa çıkılabilir. Ancak atmosferdeki gaz oranının sabitlenebilmesi için ABD, Avustralya, Kanada gibi ülkelerin derhal karbondioksit salımına son vermesi –%5 indirim değil, tamamen durdurması– gerekiyor. Bu ise kapitalizm altında gerçekleşemeyecek bir durumdur.
Kyoto Protokolü burjuvazinin bilim adamlarınca öngörülenler doğrultusunda yapılmış olan bir anlaşmadır. Bu anlaşma kapitalist ülkelerin kendi çıkarlarını zedelemeden doğayı sözde kurtarma çabalarının göstermelik belgesidir.
Kapitalist ülkelerin hükümetlerinin kendi temsil ettikleri sınıfın –burjuvazinin– çıkarlarına uygun düşmediği sürece diğer ülkelerin burjuva hükümetleri ile işbirliğine girmesi söz konusu olamaz. Kyoto Protokolü ne kadar önemli gibi gösterilirse gösterilsin, farklı farklı ülkelerin kapitalistlerinin çıkarları rekabet nedeniyle çatıştığından bir anlam içermiyor.
Yaşadığımız dünyanın bugünkü durumuna gelmesinde en büyük etken kapitalist üretim sistemidir. Doğayı temizlemek, karbondioksit emisyon miktarlarını düşürmek, yaşanabilir bir dünya kurmak gibi beklentiler bu üretim sisteminin özüne tümüyle aykırıdır. Daha fazla kâr elde etmenin tek dürtü olduğu bir dünyada, rekabet gücünü düşürecek önlemler, kapitalistlerin alabileceği önlemler olamaz. Hele bunu kapitalistlerin en üst birliklerinden biri olan Birleşmiş Milletler’in sağlaması hiç mümkün değildir.
Doğada yaratılan tahribatın giderilebilmesi için tek yol temiz enerji kaynakları ve teknolojileri kullanmak ve geniş bir seferberlik anlamına gelen çalışmalar yapmaktır. Bunun anlamı ise mevcut üretim sisteminin kökten değiştirilmesi, dünya ölçeğinde planlı, doğa ve insanla barışık hale getirilmesidir. Böyle bir ekonomi ise kapitalizmin doğasına terstir ve bunun savaş için milyarlarca dolar ayırıp çevreyi katledenler tarafından değil, kapitalizmi ortadan kaldırabilecek tek güç olan işçi sınıfı tarafından hayata geçirilebileceği açıktır.
Kâr amaçlı üretim yerine insanlığın gerçek ihtiyaçlarının üretildiği bir dünyada, petrol ve silah tekelleri gibi doğayı birinci dereceden tahrip edecek yapılar bulunmayacağından dolayı, temiz enerji kaynakları devreye sokularak çevre ile dost teknolojiler kullanılabilir.
Dünyayı küresel bir ısınma tehdidinden kurtaracak olan tek yol, onu kapitalistlerin elinden kurtarmaktır. İşçi sınıfının ve dünyanın kurtuluşu birbirine kopmaz biçimde bağlıdır. Bu bağlamda ne dünyanın kurtuluşunu işçi sınıfının kurtuluşundan bağımsız olarak, ne de işçi sınıfının kurtuluşunu dünyanın kurtuluşundan bağımsız olarak düşünemeyiz.
[1] Aktaran Dinyar Godrej, Küresel İklim Değişimi, Metis Yay., Mart 2003, s.90
[2] Kyoto Protokolü, madde 2.1.ii
link: Ozan Demirci, Küresel Isınma ve Burjuva İkiyüzlülüğü: Kyoto Protokolü, 3 Nisan 2005, https://marksist.net/node/261
İşçi Hareketinden: Mart 2005
Artık Zalimin Zulmüne Dur Demeli