Güzel bir yazdı, yayla çocukları davarlarının peşinde ve neşeliydiler. Belki hiçbir şeyleri yoktu. Ne süslü bir oyuncak, ne de oyun oynanacak zaman. Güneş dağların arkasından gülümsediğinde anam el açar dua ederdi.
Dersim’in dağlık bir köyündenim. Yalmanlar köyü. Zazaca Lertık derlerdi bu köye. Ovacık kazasına bağlı, dağların eteğinde bir dağ köyü. 1994 yazı yine her şey normaldi. Kadınlar, çocuklar ve yaşlı erkekler yaylalara çıkmış, köy gençleri ise otları biçmekte, odun kesmekteler. Kısacası kışa hazırlık yapmaktadırlar. O yaz köyde her gün, günbatımına yakın silah sesleri duyulurdu. Askerler atış talimi yaparlardı ya da korkudan dağa taşa ateş ederlerdi. Hazan mevsimi yaklaştıkça bu sesler artmaya başlamıştı. Biz o sene erken inmiştik köye. Davarların içine giren bir kurt buna sebep olmuştu. Annemin ısrarıyla yayladan taşındık köye. Bizden bir gün sonra askerle gerilla arasında çatışma çıktı ve biz o gün inmeseydik köye tam çatışma arasında kalacaktık. Belki de annemin dualarıydı bizi kurtaran. Evet, yoğun bir çatışma yaşandı. Günbatımına yakın başlayan çatışma gece geç saatlere kadar sürmüştü. O gün tam da karakolun karşısındaki dağda keçilerimi otlatıyordum. Her şey normaldi. Akşama doğru silah sesleri duyulmaya başlandı. İlkin talim yapıyorlardır diye düşündüm ama iyice dinleyince sesleri, bir farklılık olduğunu hissetmek çok da zor olmadı. Çünkü askerin ateşine karşılık veriliyordu. O gün bana da ateş etmiştiler. Uyarı ateşi ama kollarımı sağa sola doğru uzatsam mermilere dokunacağım. On yaşında bir çocuğa uyarı ateşi yapan bir zihniyet! Mantık aramıyorum çünkü yok. Kulaklarımın dibinden vızıldayarak geçiyordu mermiler birer birer. O gün çatışma geç saatlere kadar sürdü. Sabah davarları götürdüğümüzde dağ taş kovanlarla doluydu. Bizleri karakol çevresine yaklaştırmıyorlardı. Yaylada kalan diğer köylüler de köye dönmek zorunda kalmıştılar. Erkekler toplanıp karakolda dayaktan geçiriliyordu. Ve göçler başlamıştı. Köyün çoğunluğu göç etmişti. Bir kaç hane kalmıştı göç etmeyen. Fakat asker çok geçmeden onları da göçe zorladı zorbalıkla, tehditle. Bir haftalık bir zaman verilmişti. Araba yoktu, her gün atlarla bir evin eşyaları taşınıyordu Pülümür’ün Askırek köyüne. Eşyaların taşınması bittiğinde sıra bize gelmişti. Sabah yola çıkacaktık. Herkes sıkıntılıydı. O gün belki de kimsenin gözüne uyku girmemişti. Şafak söktüğünde hepimiz ayaktaydık. Ve yola koyulmuştuk. Evin arkasındaki yokuşa tırmanmıştık ve ben dönüp son kez baktığımda doğduğum eve, “bir daha ne zaman dönerim buraya” diye içimden geçiriyordum. Sislenmiş gözlerle, ağlamak istiyordum. Bağırmak, haykırmak istiyordum. Hiç gidesim yoktu, ayaklarım sanki inat etmiş beni taşımak istemiyorlardı. Belki de bu herkes için geçerli olan bir şeydi.
Aradan 17 yıl geçti. 17 yıl sonra tekrar gidecektim köyümü görmeye, Dersim’e. Her şey çok farklı olacaktı bu defa. Daha önce köye gidip gelenler hep ağladıklarını söylerlerdi. Düşünürdüm, “acaba ben de ağlar mıyım” diye. Ve büyük bir heyecanla beklediğim o gün gelip çatmıştı. Sabahın dördünde Erzincan’dan hareket ettik Dersim’e doğru. Saat 9 gibi Kocatepe köyüne vardık. Ne ilginçtir ki kendi köyümüze gitmek için askerden izin istedik. İzin işi biraz uzadı ama verdiler sonunda ve köye doğru koyulduk yola. Köyüme geldiğimde 17 yıl sonra tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Hiçbir şey aynı değildi. Sanki yabancı bir yere gelmiş gibiydim. Korku ve endişe vardı yüreğimde sadece. Sular yeraltına saklanmış, yollar kaybolmuş, yamaçlar uçurum olmuş, evler harabe ve ağaçlarsa yakılmış. Bunu hangi vicdan sahibi insan yapar ki! Her şey tamam da şu doğaya hayat veren, hiçbir insana zararı olmamış ağaçlardan ne istediniz?
Yıllar boyu bizi yok etmeye çalıştılar. Önce büyük katliamlar yaptılar. Genç, yaşlı, çoluk çocuk ayırt etmeden süngülediler, bombaladılar. Sonra baktılar ki olacak gibi değil, bu defa da köyleri yakıp, sürgüne yolladılar milleti. O da işe yaramayınca, şimdi de barajlar yapıp sular altında bırakarak insansızlaştırmaya çalışıyorlar. Yakılan ormanları hiç söylemeyeyim. 17 yılda köyümde bir tek kuş bile kalmamıştı. Hepsi göçüp gitmişti. Ne kadar değişirse değişsin orası benim doğduğum köy. Yine gideceğim, ta ki alışana kadar hep gideceğim...
Özgürce koşmak istiyorum dağlarında,
Bayırlarında açan çiçekleri koklamak
Ve soğuk sularını içmek isterken
Delice
İnsanlar aklıma geliyor.
Yurtlarından sürgün edilmiş,
İşkence görmüş insanlar.
Ve sonra sana kavuşacağım günleri düşünüyorum.
Şarkılarda seni dinlemeyi değil,
Seni canlı canlı yaşamak istiyorum
DERSİM.....
Ben;
Seninle gözümü hayata açtım.
Sana benzer yüreğim.
İçimde bir ses;
“Al mavzeri eline” deyip,
Dağlarda dolaşmak,
Herkese meydan okumak istiyor.
Ölmek istiyorum, ölümü düşünürken.
Kuşlar gibi Munzur dağında uçmak,
Ak köpüklü sular gibi,
Akmak isterken derelerinde,
Sürgün yaşadığım;
Günler, aylar
Ve yıllar aklıma gelir.
Aklımda Munzur’un en yüksek yerinde şarkı söylemek,
Şarkı söylerken seni düşünmek istiyorum DERSİM.
link: Zeytinburnu’ndan bir tesisat işçisi, Bir Yanım Erzincan, Vermem Dersim’i!, 1 Kasım 2011, https://marksist.net/node/2781
Sermayenin Açgözlü Büyüme Anlayışı Doğayı Tahrip Ediyor
BDP İstanbul İl 2. Olağan Kongresi Gerçekleştirildi