Kriz dönemleri yalnızca sömüren burjuva sınıf ile sömürülen işçi sınıfı arasındaki çatışmanın değil, aynı zamanda bizzat burjuvazi içerisindeki rekabet ve çatışmanın da arttığı dönemlerdir. Bugün bu gerçekliği, ekonomik-toplumsal-siyasal yaşamın tümünde görmek mümkündür. Dahası, burjuva siyasal arenada cereyan eden olayları tam da bu açıdan değerlendirmek, işçi sınıfının bağımsız devrimci siyasal çizgisini savunabilmenin önkoşuludur.
Türkiye özgülünde tarihsel bir temeli olan burjuvazi içindeki güç ve hegemonya kavgası krizden bağımsız olarak zaten epey bir süredir mevcuttur. Çatışan burjuva kanatlar, işçi sınıfına da burjuva ayrışmalar, çatışmalar ve rekabet temelinde bölünmeyi ve iki burjuva kamp temelinde saflaşmayı dayatıyorlar. Burjuva kamplar arasındaki çatışmanın temelinde hiç kuşku yok ki, iktisadi güç ve siyasal iktidar savaşımı yatmaktadır. Ne var ki, hegemonya kavgası içerisindeki her iki kamp da, kendi kavgasını meşrulaştırmak için toplumun çoğunluğu tarafından olumlu bulunan kimi kavramların arkasına sığınıyor. Bu durumda, kimin “demokrat”, kimin “ilerici”, kimin “çağdaş”, kimin halktan ya da barıştan yana olduğu gibi sorular karşısında, özellikle emekçi kitlelerin zihinleri epey bir bulanıklık arz ediyor.
Oysa gerçeklik apaçık ortadadır. Emperyalizm çağında yaşıyoruz. Ve emperyalizm çağı demokrasi, ilericilik ve barışın değil, siyasal gericiliğin ve haksız savaşların hüküm sürdüğü bir çağdır. Böylesi bir çağda, burjuvazinin şu ya da bu kesiminin tutarlı demokrasiden, siyasal özgürlüklerden, ilericilikten, barıştan ve halktan yana bir programı sözde değil özde savunmasını beklemek ham hayaldir. Onların nezdinde bunlar kitlelerin oy desteğini almak üzere sınır tanımaz bir ikiyüzlülükle istismar edilecek kavramlardan ibarettirler.
Dinletenler dinlenirken
En basitinden en sansasyoneline kadar tüm gelişmelerde burjuvazinin çeşitli kesimlerinin bu kavramları işlerine geldiği gibi ikiyüzlüce kullandıklarını görüyoruz. Bunun son örneklerinden birini, geçtiğimiz haftalarda ortaya çıkan “dinleme skandalında” görmek mümkün. Sivil bürokrasinin “en güzide” unsurlarını barındıran yargı mensuplarının telefon görüşmelerinin de dinlendiğinin açığa çıkması, bu cenahın CHP’li Kemalist kesiminde infiale yol açtı. Kemalist yargıçlar, savcılar ve barolar, sırça köşklerinden sokaklara çıkmaya tenezzül edip gösteriler düzenlemeye varacak kadar kendilerinden beklenmeyen “avam” davranışlar sergilediler. Onlara bakılırsa, kendileri “cumhuriyetin temel organlarında” görev yapmaktadırlar ve onlar bile dinleniyorsa “durum çok ciddidir, vahimdir”. Bugün kişisel özgürlükler konusunda ahkâm kesen Kemalist yargı mensupları, yasal ve yasadışı dinleme uygulamalarının yıllardır pervasızca yapıldığını, insanların telefon görüşmelerinin, internet haberleşmelerinin vb. hiçbir yargı kararı zorunluluğu bile olmaksızın izlenip kayıt altına alındığını elbette biliyorlar. Ne de olsa 70 binden fazla insanın dinlenmesi konusunda kararlara imza atanlar da bu yargıç ve savcılardır. Dahası bu tür uygulamalarda mahkeme kararı zorunluluğunu ortadan kaldıran düzenlemeleri de bizzat asker-sivil bürokrasi AKP hükümetine dayatmıştı.
Hatırlanacağı gibi AB uyum yasaları çerçevesinde bu tip uygulamalara getirilen sınırlamalar, “terörle mücadeleyi zaafa uğrattığı” gerekçesiyle asker-sivil bürokrasinin baskısı sonucunda 2005 yılında ortadan kaldırılmış, “telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin tespit edilmesi, dinlenmesi, sinyal bilgilerinin değerlendirilmesi ve kayda alınması” kararı fiilen Emniyet İstihbaratına bırakılmıştı. Böylelikle, insanların iletişim özgürlüğü hiçe sayılmakla kalmayıp, evlerinin, işyerlerinin keyfi biçimde basılmasının, üstlerinin rahatça aranmasının ve keyfi kimlik sorgulamalarının önü de bir kez daha açılmış oluyordu. Benzer şekilde 2007’de e-muhtırayı takiben yine asker-sivil bürokrasinin dayatmasıyla, polise ve jandarmaya tanınan yetkiler arttırılmış ve o günden bu yana polis devleti uygulamaları artmıştır. Bunun sonucunda sadece son üç yılda zindanlarda 29 kişi öldürülmüş, 31 kişi sokakta ya da evlerinde polis tarafından yargısız infaz edilmiş, 35 kişi “faili meçhul”e kurban gitmiş ve 11 kişi de kaybedilmiştir. Son olarak da İstanbul Esenyurt’ta bir devrimci sokak ortasında ve insanların gözü önünde bir düzine kurşunla katledilmiştir.
Başta komünistler, devrimciler ve Kürt politikacıları olmak üzere on binlerce insanın demokratik haklarının çiğnenmesinden doğrudan sorumlu olan yargıç ve savcıların, bugün demokratik haklardan ve özgürlüklerden bahsetmeleri bir kara mizah örneğidir. 7 yaşındaki çocukları 70 yaşındaki dedeleriyle birlikte “terörist” ilan edip onlarca yıllık hapislere mahkûm eden, devrimciler sokak ortasında kurşunlanıp katledilirken dava açma gereği bile hissetmeyen, işçi eylemlerini bile “terör eylemi” kapsamında ele alabilen bir zihniyetin, demokratlık ve özgürlüklerle hiçbir ilişkisi olamaz. Benzer şekilde, dinleme skandalları patlak verdiğinde, “ne olacak canım ben de dinleniyorum” diyebilen bir başbakan ve onun hükümet üyelerinin de demokratik değerlerden ne ölçüde nasiplendiği ortadadır. Darbeci bürokratlar karşısında demokrat pozlar kesen AKP hükümetinin, işçi eylemleri sözkonusu olduğunda savurduğu “sonucuna katlanırlar” tehditleri, sergilediği gerici söylemler ve uyguladığı baskılar da bu demokratlığın sınıfsal sınırlarını yeterince göstermektedir.
Görülüyor ki, burjuva demokrasisi, özde, demokratik ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Burjuva demokrasisi, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki diktatörlüğünün bir biçimidir; seçimler ve parlamentarizmle örtülmüş bir diktatörlük biçimi. Döne döne bu temel gerçeğe işaret eden Lenin, en ileri ve en demokrat gözüken kapitalist ülkelerde bile burjuvazinin “kara kaplı defterlerde” gerektiğinde kullanılmak üzere komünistler hakkında detaylı kayıtlar tuttuğunu söylüyordu. Bugün devrimciler hakkındaki istihbarat çalışmalarının son derece gelişmiş teknolojilerle desteklendiğini ve bu çalışmanın neredeyse tamamen yasadışı olduğunu biliyoruz. İşçi sınıfı ve onun devrimci öncülerini baskı altında tutmak, sindirmek ve denetim altına alabilmek üzere, burjuva devlet aygıtı içerisinde ve ona bağlı olarak sayısız yasadışı örgütler oluşturulduğu, kontr-gerillanın, gladionun vb. esas işlevinin de bu olduğu bilinir. Ancak bu tür gizli polis yöntemleri devrimcileri ve genel olarak ezilenleri hedef aldığı sürece düzen tarafından gündem ve tartışma konusu edilmezken, şimdilerde bu yöntemlerin bazılarının burjuvazi içindeki çatışmada da ciddi oranda kullanılıyor olması, bu çatışmada kendini mağdur gören tarafın “demokrasi elden gidiyor” diye feveran etmesine yol açmaktadır.
Yoksa darbeci medya demokrat mı?
Doğan grubuna bağlı burjuva medya, son haftalarda diken üstünde. Doğan Yayın Grubuna Maliye Bakanlığı tarafından, vergi kaçırma ve usulsüzlük gerekçesiyle toplam 4,8 milyar TL’lik bir ceza kesilmiş durumda. Bu meblağ TC tarihinde bir şirkete verilen en büyük ceza olmakla kalmıyor, toplamda 28 televizyon ve radyoyu bünyesinde barındıran bu grubun 2,5 milyar TL civarındaki sermayesinden de epey büyük bir meblağı temsil ediyor. Önceki yıllarda da Doğan Grubunun çeşitli usulsüzlüklerle ve vergi kaçırma operasyonlarıyla gündeme geldiği hatırlanacak olursa, bu durumun aslında hiç de yadırganmaması gerekiyor. Ne var ki, cezanın kesinleşip tahsil edilmesi grubun yayın ayağının muhtemelen iflas noktasına gelmesi anlamını taşıdığından, hem statükocu burjuvazinin medyadaki sözcüsü durumundaki gazeteciler hem de darbeci CHP feveran ediyorlar.
Kendisini solcu olarak pazarlayan kimi gazeteciler bile, Türkiye’nin en büyük ve zengin dördüncü holdingi olan ve TÜSİAD’ın da başkanlığını üstlenen bu holdingi cansiperane savunmakta beis görmüyorlar. Onların da içinde bulunduğu darbeci-gerici koro, bu cezayla muhalefetin sesinin kesilmek istendiğini, AKP’nin tek parti diktatörlüğü peşinde ve demokrasiyi ortadan kaldırma derdinde olduğunu iddia ediyorlar. Bunlara bakılırsa, bu mesele “parti kapatılması kadar önemli bir demokrasi sorunu” imiş.
Parti kapatılması kadar önemli bir demokrasi sorunu! Bugün mızrağın ucu kendilerine dokunduğunda demokrasi çığlığı atan bu ikiyüzlüler, sayısız sosyalist partinin kapısına kilit vurulurken seslerini çıkarmamışlardır. Kürtlerin siyasal temsilcileri Meclisten yaka paça alınıp zindanlara tıkılırken, Kürtlerin siyasi partileri birbirinin peşi sıra kapatılırken bu uygulamalara karşı çıkmayıp manşetlerinden övgü düzmüşlerdir. Basın özgürlüğünden söz edenler Kürt gazeteleri bombalanırken ortalarda yoklardı! Sosyalist gazete ve dergiler kapatılırken, bu yayınlarda çalışan binlerce insan “terörist”lik suçlamasıyla hapislere tıkılırken, burjuva medyada bunların tek satır bile olsa haberine rastlamak mümkün olmamıştır. Doğan grubuna bağlı olan ve burjuva medyanın amiral gemisi olarak adlandırılan Hürriyet gazetesinin darbe planları yapan generallerle işbirliği yaptığı, Ergenekon’un sözcüsü durumunda olan darbeci, şovenist, Kürt ve komünist düşmanı bir çizgi izlediği apaçık değil midir? Tüm bunlar ortadayken, burjuva demokrasisinin bile çanına ot tıkayacak bir darbenin yılmaz savunucularının bugün demokrasiden bahsetmeleri ikiyüzlülüğün doruğudur.
Doğan Grubuna yönelik bu cezanın, yukarıda andığımız çerçevede, statükocu-darbeci medyaya ve bu dolayımla statükocu burjuvaziye verilmiş bir mesaj, bir hizaya çekme operasyonu olduğu gayet açıktır. Ne var ki, buradan, bu cezanın haksız yere verildiği şeklindeki bir sonuca ancak burjuva ikiyüzlüler çıkabilirler. Keza en büyük holdingler de dahil olmak üzere burjuvazinin tamamının vergi kaçırdığını, her türlü yolsuzluk ve işçi sınıfının emeğini doğrudan ve dolaylı olarak yağmalama hususunda hepsinin birer uzman olduğunu sağır sultan bile bilmektedir. Daha baştan işçi sınıfının gasp edilmiş, ödenmemiş emeğine dayanan bir sömürü sistemi olduğuna göre, kapitalizm, sömürü, yağma, yolsuzluk, adaletsizlik, eşitsizlik ve gangsterlik demektir. Bu sistemde, burjuvazi işçi sınıfını iliklerine kadar sömürmekle kalmaz, kendi koyduğu her türlü yasayı da işine geldiği her an çiğnemekten geri durmaz. Ama bizzat kendileri yolsuzluk hortumlarının başını tuttukları için, burjuva hükümetler, özellikle büyük sermayenin her türlü yolsuzluklarını görmezden gelirler, hele ki bu sermaye grupları hükümetin destekleyicisi konumundalarsa. Hırsızlığın büyüğünü yapanların saygıdeğer işadamı, küçüğünü yapanların birer adi suçlu addedildiği bir sistemdir kapitalizm. Her ülkede ve kapitalizmin her döneminde siyasal iktidara yakın duran sermaye kesimlerinin palazlandığı bilinen bir gerçektir. Bu gerçeklik, tersinden, muhalefette sınırları zorlayan burjuva kesimlerin iktidarın gazabına uğramaları şeklinde de tezahür eder. Bugün yaşanan da budur. Burjuvazinin bu pis oyununun kuralı da budur. Bir önceki dönemde kendi çıkarlarına olduğu sürece bu oyunun kurallarına karşı çıkmayanların, bugün okkanın altına kendileri gittiğinde çığlığı basmaları tam da burjuvaziye has bir ikiyüzlülüktür.
Öte yandan, AKP’nin demokrasi anlayışının ne denli sınırlı, lafta kalan, eklektik ve oportünist bir tabiatta olduğunun en iyi farkında olanlar kuşkusuz komünistlerdir. Enternasyonalist komünist bir işçi partisinin olmadığı ve bu nedenle de işçi sınıfının siyaset sahnesinde esamesinin okunmadığı bir ortamda, AKP demokratlık hususunda kendisini “Abdurrahman Çelebi” olarak emekçi kitlelere yutturabilmektedir. Fakat öte yandan, AKP’nin bu oportünist burjuva demokratlığı ile Kemalist, statükocu ve darbeci güruhun faşizan eğilimlerini aynı kefeye koymak da yanlış olur. Bu noktada, “demokrasi ve özgürlükler” gibi kavramların adını bile anmaya hakkı olmayan darbeci-statükocu burjuvazinin, “laiklik”, “ilericilik ve modern yaşam tarzı”, “cumhuriyetin çağdaş değerleri” gibi söylemlerine karşı uyanıklık asla elden bırakılamaz. Bugün statükocu şoven kanadın temsilcisi durumundaki burjuva partilerin, en başta da CHP ve MHP’nin, AKP’den çok daha gerici bir konumu temsil ettiğini ve faşist eğilimler taşıdığını unutmamak gerekiyor. Hükümeti emekçi kitlelere teşhir etmek adına, CHP’yle söylemde aynı çizgiye düşen ve eylemde de işbirliği yapan sol kisveli anlayışlar, bugün işçi hareketine en büyük zararı vermektedirler.
Zarar veriyorlar, çünkü at izinin it izine karıştığı bu bozbulanık ortamda işçilerin kafasını daha da karıştırıyorlar. İşçi sınıfının devrimci öncü partisinin mevcut olmadığı, sınıfın görece genç ve deneyimsiz olduğu, sınıfsal ayrışma ve netleşme sürecinin bir boyutuyla halen devam ettiği, bunların sonucunda da sınıfsal aidiyet ve kimliklerin tam olarak oturmadığı bir toplumda yaşıyoruz. Bu koşullarda işçi sınıfının kafasının karışması ise son derece normal. Bir yandan yıllardır kendilerini solcu olarak pazarlayan Kemalistlerin emekçilere, yoksullara ve ezilenlere değil, kentli orta sınıflara ve bürokrasiye dayandıkları ve azgın şovenist-despotik devletçi bir zihniyette oldukları çırıl çıplak ortaya çıkıyor. Öte yandan kendisini muhafazakâr bir parti olarak tanımlayan ve fakat liberal burjuvazinin sözcülüğünü üstlenen AKP, işçi sınıfının ve yoksulların büyük desteğini arkasına alarak, demokrasiden, özgürlüklerden, Kürt ve Alevilerin ezilmişliğinden, devletin yaptığı katliamlardan vb. dem vuruyor. Solcu ve demokrat bilinenlerin sağcı ve şovenist, sağcı ve muhafazakâr bilinenlerin ise demokrat gözüktüğü bir tablo var karşımızda.
Bu karmaşayı aşmanın tek yolu, çok net bir sınıfsal çizgide ilerlemek, sınıfa karşı sınıf kimliğini öne çıkarmak, küçük-burjuva sosyalizminden ve Kemalizmden tümüyle arınmaktır. AKP’nin temsil ettiği liberal burjuva kampın destekçiliğine soyunmadan ve onun dümen suyuna girmeden, hedef tahtasına öncelikli olarak statükocu, darbeci, şoven cepheyi koymak hem mümkün hem de gereklidir. Komünistlerin üzerine düşen görev, burjuvazinin bu çatışan iki kesiminden de bağımsız, devrimci bir sınıf çizgisini belirgin bir biçimde ortaya koymak ve bu temelde bir işçi cephesini tuğla tuğla inşa etmektir.
link: Oktay Baran, İkiyüzlüler Demokrasisi, 1 Aralık 2009, https://marksist.net/node/2326
Psikolojik Savaş: Kirli Düzenin Kirli Yöntemleri