İklim krizinin geldiği düzey hayli ürkütücü. Felâket görüntüleri bilim kurgu filmlerinden çıkmış gibi. Sadece son üç ayda dünya genelinde kasırgalardan, sellerden, yangınlardan yüzlerce insan öldü. Ekim ayının son günlerinde İspanya’da meydana gelen sel felâketiyse iklim krizinin nasıl bir eşiğe dayandığının en çarpıcı örneklerinden biriydi. Ülke genelinde 250’den fazla insanın ölümüne yol açan felâkette pek çok yerleşim yeri adeta sulara gömüldü. İspanya Devlet Meteoroloji Enstitüsü felâkete ilişkin “yüzyılın en kötü dönemi” tarifini yaparken, normalde 1 yılda yağması beklenen yağışın, sadece 8 saatte düştüğünü açıkladı.
Benzeri manzaralara son yıllarda sıkça tanık oluyoruz. Durumun hayli kritik olduğu açık. Kapitalistler de bu gerçeğin farkında. Ama farkındalıklarının insanlık için hiçbir değeri yok. Zira iklim krizinden ne zaman söz açılsa, bir taraftan yeşil enerji, sürdürülebilir üretim gibi zırvalıkları tekrar ediyorlar, öte taraftan en ufak bir önlemi bile “enerji ihtiyacımız var, şimdi olmaz” diyerek bir başka bahara erteliyorlar.
Enerji ihtiyacı meselesini öyle saçma gerekçelere dayandırıyorlar ki, gezegenler arası seyahat ve orada koloni kurmak için enerji lazım olacağından, bunu şimdiden düşünmemiz gerektiğinden bile bahsedebiliyorlar. Güneşi bir küreye hapsedip enerjisini kullanmak gibi “bilimsel proje”leri, saçmasapan argümanları ortaya atmaktan da geri durmuyorlar. Bununla insanlık sanki hep kapitalizm altında yaşamak zorunda ve hep bu tarz bir “büyüme” olmak zorunda düşüncesini zihinlere işliyorlar. Enerji ihtiyacının sınırsız olduğunu iddia ediyorlar. Fosil yakıtlardan “istenilen düzeyde” vazgeçmemeyi de enerji ihtiyacını gidermeye bağlıyorlar. Peki, gerçekten enerji ihtiyacı sınırsız mı? Ne tarz bir üretim-tüketim projeksiyonuna göre enerji hesaplamaları yapılıyor? Ve bu ihtiyaç kapitalizmin doğayı, dünyayı talan etmesini meşru kılar mı?
Enerji ihtiyacı
Kuşkusuz ilkel çağlardan bugüne insanlığın yaşamını sürdürebilmesinin önemli oranda enerji ihtiyacının karşılanmasına bağlı olduğu gerçeği yadsınamaz. Bu anlamıyla enerji ihtiyacının giderilmesi maddi yaşamın devamlılığını sağlamak bakımından olmazsa olmazdır. Tarımdan sınai üretime, ulaşımdan haberleşmeye, eğitimden sağlığa toplumsal yaşamın her alanında enerji son derece önemlidir. Öte yandan, topluma egemen olan üretim ilişkileri değiştikçe enerjiye duyulan ihtiyaç artarken ihtiyacın giderilme biçimi de değişmiştir.
İnsanın doğa üzerinde hâkimiyet kurmaya başlamasıyla ve elbette üretici güçlerin gelişkinlik düzeyiyle bağlantılı olarak enerji ihtiyacının giderilmesi tarihsel dönüşümlere uğramıştır. Sözgelimi insanlık enerji ihtiyacını önce ateş, ardından da su ve rüzgâr değirmenlerini kullanarak gidermeye çalışırken, sanayi devrimiyle birlikte bugün için artık geleneksel enerji kaynakları olarak tarif edilen termik (kömür, petrol, doğalgaz), hidrolik ve nükleer enerji kaynakları ortaya çıkmıştır. Ayrıca bunlara güneş, rüzgâr vb. gibi yenilenebilir enerji kaynakları da eklenmiştir. Bu tarihsel gelişim sürecinin de işaret ettiği gibi enerji kullanımının ve dolayısıyla üretiminin insanlığın ilerlemesi için vazgeçilmez önemde olduğuna şüphe yok.
Ne var ki bugün literatürde “enerji yoksulluğu” denilen bir kavram var. Bu kavram araştırmalara da konu ediliyor. Mesela enerji alanında araştırmalar yapmakla bilinen Joule isimli dergi Haziran ayında bu konuda dikkat çekici bir çalışma yayımladı. Buna göre en az 1,18 milyar insanın elektriğe erişimi yok. Resmi verilere göre ise bu sayı 733 milyon civarında. Yine Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre, her yıl 3,2 milyon insan, elektriksizlikten kaynaklanan kötü koşulların yarattığı hastalıklar nedeniyle yaşamını yitiriyor. Yani insanlığın çok büyük bir bölümü gelişmiş teknolojilere rağmen temel ihtiyaçlardan biri olan elektrikten yoksun yaşıyor. Ama burjuvaların derdi insanlığın bu kesiminin yaşam şartlarını iyileştirmek değildir.
Burjuva ideologlar dünya meseleleri hakkında duyarlılık pozları keserek dikkatleri başka yerlere çekmeye devam ediyorlar. Sanki iklim değişikliğini bir küresel krize dönüştüren, her türlü toplumsal eşitsizliği olduğu gibi enerji yoksulluğunu da yaratan kapitalizm değilmiş gibi saçmalardan seçmeler dizisini geveleyip duruyorlar. Bunlardan en popüleri enerji ihtiyacının sınırsız olduğu teranesidir. Oktay Baran yıllar evvel bir burjuva ideolojisi olan “iktisat” meselesini ameliyat masasına yatırarak bu argümanın kofluğunu ortaya sermişti. Şöyle diyordu ilgili yazsısında:
“Üçüncü sınıf köşe yazarlarından anlı şanlı iktisat profesörlerine ve kabarık unvanlı ekonomi bürokratlarına kadar tüm burjuva ideologların üzerinde hemfikir oldukları ve anti-komünist propagandada da sık sık kullandıkları bir argüman, «insan ihtiyaçlarının sınırsız, buna mukabil kaynakların kıt olduğu» argümanıdır. On yıllar boyunca ekonomi denilen şey burjuvazi tarafından bu şekilde tanımlanmış, küçük revizyonlardan geçerek tüm ders kitaplarında bu şekliyle yer bulmuştur. Üniversite düzeyindeki ekonomiye giriş derslerinin ilkinde, hocaların öğrencilere ekonominin tanımı diye öğrettikleri şey de budur: «Ekonomi, sınırsız ve sonsuz insan ihtiyaçlarının, sınırlı ve kıt kaynaklarla en iyi şekilde nasıl giderilebileceğini inceleyen bir bilim dalıdır.» Çok az kişi bu başlangıç noktasını sorgulama ihtiyacı hisseder. Bilim olduğu iddia edilen bir alanın bu şekilde tümüyle ideolojik bir önyargıya dayandırılması, gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemekle aynı şeydir. Gerçekte, ne insan ihtiyaçları sınırsız ve sonsuzdur ne kaynaklar mutlak anlamda kıttır, ne de içinde bulunduğumuz toplumdaki ekonomik faaliyetin temel amacı insan ihtiyaçlarının en iyi şekilde giderilmesidir.”[1]
Ardından enerji ihtiyacı konusunda referans alacağımız temeli şöyle vurgulamıştı: “İnsan ihtiyaçları denildiğinde daha baştan yöntemsel bir sorunla karşı karşıya kalınır. Hangi sınıfın insanı, hangi toplumun insanı, hangi tarihsel dönemin insanı? İçinde yaşadığı toplumdan ve tarihsel dönemden, ait olduğu sınıftan ve içinde bulunduğu maddi üretim ilişkilerinden soyutlandığında, aslında geriye bildiğimiz anlamda bir insan kalmayacaktır.”[2]
Enerji ihtiyacı meselesinde de kilit sorun enerji ihtiyacı derken neyin kastedildiğidir. Burjuvazi öyle bir algı yaratıyor ki enerjinin kimin için ve hangi amaçla üretildiği gündeme dahi getirilmiyor. Oysa bu nokta meselenin bamtelini, özünü oluşturuyor. Burjuvaziyse ısrarla bu gerçeği gizlemeye uğraşıyor. Burjuva kuruluşlar küresel enerji talebinin arttığını aktararak enerji ihtiyacının sınırsız olduğu propagandasını yapıyorlar. İşçi sınıfı düşmanlığıyla uluslararası üne kavuşmuş McKinsey adlı burjuva kuruluşun “Küresel Enerji Perspektifi 2024” başlıklı raporunda küresel enerji talebinin 2050 yılına kadar %11 ile %18 arasında büyümesi öngörülüyor. Bu veriden yola çıkılarak yeni fosil yakıtların ve nükleer enerjinin kullanımının zaruret olduğu ifade ediliyor. Rapor burjuvaziye has riyakârlığın da vesikası niteliğinde. Girişte iklim krizinin önüne geçmek için acil eylem planlarından bahseden burjuva araştırmacılar, ardından iklim krizinde başat rol oynayan fosil yakıtların kullanılmasından ve nükleere duyulan zaruri ihtiyaçtan dem vuruyorlar!
Bir başka burjuva kuruluş olan Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütünün (OPEC) 2050’ye kadar küresel enerji görünümüne ilişkin tahminlerini içeren “Dünya Petrol Görünümü” raporu da benzer senaryoları içeriyor. 2023-2050 arası dönemde kömür hariç tüm birincil yakıtlara yönelik talebin artacağı tahmin ediliyor. Uluslararası Enerji Ajansının bu yıl için hazırladığı “Dünya Enerji Görünümü” raporu ile Dünya Enerji Konseyinin açıkladığı benzer raporları da bu diziye eklemek mümkün.
Hepsi de burjuvazinin çeşitli fraksiyonlarına hitap ederek onları enerji sektöründeki yeni mecralara yatırım yapmaya davet ediyor. Yani aslında tüm bu rakamlar cümbüşü, enerji sektöründeki yatırım planlarını ortaya sererek burjuvaziye projeksiyon tutma arayışından başka bir şey değil. Her ne kadar raporlarda iklim krizinden, felâket senaryolarından, acil eylem planlarından sıkça söz edilse de ne karbon emisyonunun azaltılması ne fosil yakıtların terk edilmesi ne de ekolojik dengenin korunması umurlarında bile değil. Böylesi kuruluşların tek derdi hizmetkârı oldukları burjuva cenahın daha çok kazanmasını sağlamak. Zaten yıllardır kopartılan onca vaveylaya karşın, iklim krizi ve özelde enerji sorunu düzleminde de burjuvazinin hareket tarzını belirleyen her daim kapitalizmin işleyiş yasaları oluyor. Son tahlilde, en az maliyetle maksimum kârı nasıl elde edeceklerinden başka hiçbir şeyin umurlarında olmadığını bizzat kendileri itiraf etmek durumunda kalıyor. Zira bahsettiğimiz raporlarda da neredeyse her cümlenin sonu enflasyon, maliyet, pahalılık vs. ile bitiyor.
Oysa kapitalizmin sadece daha fazla kâr elde etmek için ürettiği ve üretilen şeye insanların gerçekten ihtiyacı olup olmadığına asla bakılmadığı gün gibi açık değil mi? Hal böyleyken, sürekli artan enerji talebinin kendisinin sorgulanması gerekmiyor mu? Gerçekten de bu sorgulama sistemin anarşik ve akıldışı doğasını ele vermektedir. Bir yanda insanların ihtiyaçlarını değil sermayenin çıkar ve kârını baz alan bir üretimin ve tüketimin gerektirdiği enerji talebi söz konusudur. Diğer yanda ise 1 milyardan fazla insanın enerji yoksulu olduğu gerçeği ortada durmaktadır. Bu tablo, durumun vahametini de burjuvazinin yalanını da ortaya sermektedir.
Burjuvazi enerji ihtiyacının sınırsızlığından bahsederken, sermayenin rekabetle güdülenmiş doyumsuzluğundan bahsediyor. Enerji ihtiyacındaki sürekli artış ve enerji üretimindeki daimi büyüme gereği, aslında ve gerçekte, sermayenin büyüme zorunluluğunun bir ifadesidir. Üstelik enerjinin önemli bir bölümünün yıkım araçlarını geliştirmede ve yeni yıkımlar yaratmada kullanıldığını da unutmamak gerek. Sadece silahlanmaya ve nükleer santrallere ayrılan devasa kaynaklar değil burada söz konusu olan. Kapitalizmin doğası gereği enerjinin mevcut üretilme ve tüketilme biçimi hem insanlığa hem de doğaya tarifsiz zararlar veriyor. Sistemin 1800’lerden bugüne doğa üzerinde sürdürdüğü yağma ve talan, kapitalizmin çürüme evresiyle birlikte ekolojik denge namına her şeyi tarumar etmiş durumda. Son iki yüzyıldır kapitalizm ürettiği bütün pisliği toprağa, havaya ve suya karıştırarak neredeyse tüm canlı yaşamına savaş açtı. Fosil yakıtların ve nükleer enerjinin kullanımı sonucu enerji atıkları, kimyasallar, sera gazları muazzam bir kirliliğe ve yıkıma yol açtı. Gelinen noktada kapitalist üretim biçimi gezegendeki tüm canlı yaşamın geleceğini tehdit eden bir ekolojik kriz yarattı.
Doğanın canına okumaya devam eden sistem, kâr odaklı işleyişiyle bir yandan milyarlarca insanın enerjiye erişim hakkını gasp ederken, öte yanda enerjiye ulaşan milyarlarca emekçiyi ise son derece pahalı, sağlıksız ve doğa düşmanı enerji kaynaklarını tüketmeye mecbur bırakıyor. Öyle ki, iklim krizi gezegenin varlığını her geçen gün daha çok tehdit etmesine rağmen, insanlık kapitalistler yüzünden hâlâ fosil yakıtları kullanmaya mahkûm ediliyor. Uluslararası Enerji Ajansının verilerinde 2023’te küresel enerji talebindeki artışın üçte ikisinin petrol, kömür ve doğalgazdan oluşan fosil yakıtlardan karşılandığı belirtiliyor. Sistemin ucuz olduğu için tercih ettiği bu yolun insanlık ve doğa için nasıl ölümcül sonuçlara yol açtığını her geçen gün artan felâketler bangır bangır bağırmıyor mu?
Kapitalizm yıkılmalı!
Peki ne yapmalı? Önce teşhisi yerli yerine oturtmak gerek. Bugüne dek iklim krizi ve çevre sorunları bağlamında Marksist Tutum’da pek çok yazıda vurgulandığı üzere, milyarlarca insanın yaşamını ve gezegenimizi doğrudan etkileyen onca felâkete rağmen asıl tehlike ve tehdit kapitalizmin kendisidir. Küresel boyutlara çoktandır varmış ekolojik krizden ekonomik krize, gıda krizinden göç krizine, emperyalist savaştan toplumsal çürümeye dek dolaysız bağlarla iç içe geçmiş tüm bu kaosun yaratıcısı kapitalist bataklıktır. Bataklık kurutulmadan hiçbir soruna kalıcı çözümler bulunamaz. O yüzden bataklığın sürekli üretmeye ve beslemeye devam ettiği sinekleri teker teker avlamakla vakit kaybedilemez. Lamı cimi yok. Kapitalist bataklık kurutulmalıdır. Bunun neden son derece yaşamsal olduğunu sadece genel ifadelerle değil, enerji konusunda insanlığın kapitalizm yüzünden nasıl potansiyellerden mahrum bırakıldığına değinerek de ortaya koymak gerek.
Bu noktada Deniz Moralı’nın yıllar evvel kaleme aldığı “Radyoaktif Kapitalizm” adlı özgün çalışmasını hatırlatalım. Moralı, çalışmasında nükleer santraller ve nükleer enerji özelinde kapitalist üretimin yasalarına, sistemin çelişkili doğasına ve en önemlisi konumuz özelinde de devrimci tutumun ne olması gerektiğine dikkat çekmektedir. Özellikle genç kuşakların ilgisinin çevre meselelerine yoğunlaştığı, iklim krizi etrafındaki tartışmaların çoğaldığı bugünlerde söz konusu çalışmada su yüzüne çıkarılan devrimci gerçekleri kavramaya çalışmak, sunulan perspektif üzerine kafa yormak son derece kıymetli ve ufuk açıdır. Zira çalışma bugünün güncel sorunlarına da özgün ve kalıcı çözümler içermektedir.
“Kaynaklar ve olanaklar, gösterilmek istenenin aksine hem göz kamaştırıcıdır hem de son derece berrak ufuklar doğurmaktadır” diyen Moralı, enerji somutunda şunları aktarıyor: “… hem insanlığa bolca yetecek hem de doğayı tahrip etmeyecek türde enerji kaynakları ve bunları yararlı kullanım biçimlerine dönüştürecek enerji teknolojileri mevcuttur. Güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi, füzyon enerjisi ve diğer bazı yenilenebilir enerji kaynakları hem bol hem de temiz ve tehlikesiz enerji sunuyorlar. Bu konuda teknik anlamda bir fikir verebilmek amacıyla yazının sonuna koyduğumuz ekte bazı ayrıntılı bilgiler veriyoruz. Buraya bakıldığında somut biçimde görülecektir ki, yeryüzündeki tüm nüfusu, hatta bunun kat be kat fazlasını bolluk ve refah içinde yaşatacak, üstelik bunu doğanın canına okumadan ve sürdürülebilir biçimde yapacak enerji teknolojileri hazır durumdadır.”[3] Gerçekten de Deniz Moralı’nın çalışmasının sonlarında “Alternatif Kaynak ve Teknolojiler” başlığıyla derlediği olanaklara bakıldığında kapitalizmin gezegeni nasıl bir gericiliğe hapsettiği de somut bir biçimde ortaya çıkıyor. Söz konusu çalışma kapitalizmin dünya ölçeğinde tasfiye olduğu özgür üreticiler toplumunda insanlığın ileriye doğru çığır açıcı gelişmelere imza atacağının da ipuçlarını aktarıyor.
Üretimin kapitalist niteliği ile teknoloji arasındaki ilişkiye değindikten sonra enerji sorununa ilişkin şu temel çerçeveyi sunuyor Moralı: “Sorunu daha ilk ağızda tüm dünyadaki insanlığın bol, temiz ve güvenli enerji temin etmesi sorunu olarak ele almadıkça, ciddi bir perspektif geliştirilemez… Bu nedenle sorunu dar bir ulusal çerçevede değil, bir dünya sorunu olarak görmeliyiz.”[4]
Meselenin teknik boyutunu ise şöyle aktarıyor: “… insanlığın elindeki teknik olanaklar çerçevesinde, enerji sorunun gerçek bir çözümü için, başta güneş enerjisi olmak üzere tüm yeryüzüne dağılmış yenilenebilir enerji kaynaklarına dayanan, bencil ulusal sınırlarla engellenmemiş ve tüm insanlığa zamanında ve bolca enerji ulaştıran bir entegre dünya enerji sisteminin gerektiği apaçıktır. Teknik açıdan bunun önünde hiçbir ciddi engel yoktur. Enerji kaybını ihmal edilebilecek boyutlara indirgeyebilecek süper-iletken iletim hatlarıyla birlikte, tüm yenilenebilir ve temiz enerji kaynaklarını bütün dünyaya yayılmış tek bir enerji şebekesine akıtacak ve ihtiyaca göre yine dünyanın dört bir köşesine enerjiyi dağıtacak bu tür bir sistem, insanlık ve doğanın çıkarlarına uygun en verimli, en temiz sistemdir. Çözümün teknik özü budur.”[5]
Çözümün teknik özü bu. Ancak yukarıdaki satırların devamında da vurgulandığı gibi planlı üretim esasına dayanacak entegre bir dünya enerji sisteminin kurulması büyük bir toplumsal dönüşümü gerektirmektedir. Bu ise kapitalizmin yıkılması demektir. Sorun kapitalizmin özünden kaynaklandığı için kapitalizm yıkılmadan gerçek bir çözüm imkânsızdır. Bu anlamıyla enerji sorunu ve onunla sıkı sıkıya bağlantılı olan iklim krizi meselesi elbette sınıf mücadelesinin konusudur. Ve bu mücadelenin anti-kapitalist bir temelde verilmesi zaruridir.
Moralı’nın meselenin çözümüne dair son derece önemli bir uyarısıyla bitirelim: “Vurgulamak gerekir ki, çözüm üretimin azaltılmasında değil biçim değiştirmesindedir. Ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla gündeme gelebilecek olan bu biçim değişikliği muazzam bir kapsama ulaşan dönüşümleri içerecektir. Her şeyden önce insanlığın gerçek ihtiyaçlarıyla ilgisi olmayan, başta yıkıcı amaçlara yönelik üretim olmak üzere bütünüyle israf anlamına gelen üretimin tamamı tasfiye edilecektir. Bu büyük tasarruf insanların refahlarında en küçük bir azalmaya yol açmayacaktır. Sonra bu faydasız üretime giden muazzam kaynaklar faydalı üretim dallarına kaydırılacaktır. Bu da yine daha ilk elde büyük bir kazanç demektir… Kapitalist zincirlere mahkûm edilmiş olan bilimsel araştırma-geliştirmenin önündeki tüm engeller kalkacak ve kapitalizmin bir kenara attığı, ihmal ettiği, gelişmesini tökezlettiği, insan ve doğaya uyumlu buluşlar kısa sürede fışkıracak, en yaygın biçimde hayata geçirilecektir. Tüm bu etmenler bir yeryüzü cennetinin oluşumu için gerekli maddi temeli belki de şaşılacak kadar kısa bir sürede döşeyecektir. Zira üretici güçlerin mevcut gelişmişlik düzeyi daha önce hiç olmadığı kadar güçlü olanaklar sunmaktadır… Bugün insanlığın önündeki görev yalnızca bu nesnel eğilimin önündeki kapitalizm engelini kaldırmaktır. Bunu da yapacak olan temel toplumsal güç, doğası gereği dünya işçi sınıfıdır.”[6]
[1] Oktay Baran, İnsan İhtiyaçları Sınırsız, Kaynaklar Kıt mı?, 1 Eylül 2009, https://marksist.net/node/2242
[2] Oktay Baran, age
[3] Deniz Moralı, Radyoaktif Kapitalizm, Tarih Bilinci Yay., Ekim 2014, s.29
[4] Deniz Moralı, age, s.44
[5] Deniz Moralı, age, s.45
[6] Deniz Moralı, age, s.53-55
link: Can Aytekin, Burjuvazinin “Enerji İhtiyacı” ve Gerçekler, 16 Kasım 2024, https://marksist.net/node/8383
Ekim Devrimi İlk Kızıl Şerittir…