Faşist iktidar seçimlerden sonra da kutuplaştırma politikasına tam gaz devam ediyor. Zira toplumu paralize edip kendine oy veren kitleyi tahkim etmeye halen ihtiyacı var ve bunun için nefret dilini kullanmaktan imtina etmiyor. Yapay kutuplaştırma politikalarıyla emekçileri bölmenin en kolay yolu olarak inanç temelli ayrımcılıklar, saldırılar öne çıkıyor. Bu temeldeki saldırılara en çok konu olanların ise Aleviler ve Hıristiyanlar olduğu görülüyor. Bu tabii ki tesadüf değil, iktidarın bilinçli politikalarının sonucudur.
Faşist rejim özellikle gayrimüslimlere yönelik nefret söylemlerinin dozunu arttırmış durumda. Örneğin tüm dünyada Hıristiyanlar 15 Ağustos’u Meryem Ana’nın göğe yükseliş günü olarak kutluyorlar ve o gün çeşitli ayinler düzenliyorlar. Fakat 2010 yılından beri her yıl Sümela Manastırında düzenlenen ayin son yıllarda hedefe konulurken, bu ayinin yapıldığı 15 Ağustos tarihi de “Trabzon’un fetih yıldönümü” olarak kutlanmaya başlandı. Trabzon’un “fethine” ilişkin kutlamalar normalde 26 Ekimde yapılırken 2018’de bu tarihin 15 Ağustos olarak değiştirilmesi gerektiği gündeme getirildi ve 2022 yılında bu doğrultuda bir değişiklik resmileştirildi. Bahaneler bir yana buradaki amaç yüzyıllardır yapılan ayinin baltalanması ve bu yolla halklar arasında düşmanlığın yaratılmaya çalışılmasıdır. Nitekim Ergenekoncu generallerden Cihat Yaycı’nın şu provokatif açıklamaları, niyetin ne olduğunu da ortaya koyuyor: “Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından birisi şüphesiz ki 15 Ağustos 1461 tarihinde Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon’u fethedişidir. Nasıl ki İstanbul’un fethinin sembolü Ayasofya olmuş ise Bizans hayallerini tamamen bitiren Trabzon’un fethinin sembolü de Sümela Manastırı olmuştur. 88 yıl boyunca sadece müze olan Sümela Manastırı, 15 Ağustos 2010 tarihinde sanki bölgede yaşayan Ortodoks cemaati varmışçasına Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon’u fethedişinin yıldönümüne denk gelecek şekilde ibadete açılmıştır. Fener Rum Metropoliti ve Yunanistan’dan gelen Papazlar, 2010 yılında izin verilen ilk ayinde bile Pontus hayallerini «Pontus bayramı kutlu olsun» şeklinde sahneye taşımış, «ayin» adı altında kemençe ile zafer şarkıları söylemişlerdir. FETÖ destekli Pontus oyunlarıyla, 1461’de Karadeniz’in sularına gömülen Bizans hayalleri bitirildiği yerden diriltilmeye çalışılmaktadır. FETÖ bölücü terör örgütü üyeleri ile Rum lobisinin amacı, buraların aslında Yunan toprağı olduğu propagandasını yapmaktır. Sümela Manastırı’ndaki bu ayinler aynı zamanda Lozan Antlaşması’nın çiğnenmesi manasına da gelmektedir. Bu ayinle, Lozan Antlaşması’na göre yalnızca Gökçeada, Bozcaada ve İstanbul’daki Ortodokslardan sorumlu olan Fener Rum Metropolitliği yetkisini aşmaktadır.”[1]
Faşizmin önemli bir özelliği yalanlara dayanan tarihi menkıbeler uydurmak ve demagojik söylemlerle kitleleri kışkırtmaktır. Bu söylem tam da bunun bariz bir ifadesidir. Birincisi, Pontus Rum Devletinin yıkılmasının üzerinden 562 yıl geçmiştir. 1922 yılında Rumlar mübadele ile Yunanistan’a gönderilmiş, geriye kalan az sayıdaki nüfus ise daha sonraki yıllar içinde devletin zulmüne uğrayarak katledilmiş, mallarına el konulmuş ve geri kalanlar da 1955 yılındaki 6-7 Eylül pogromu sonucu sürülmüşlerdir. Bugün ise iki bin civarında bir Rum nüfusu varlığını ancak koruyabilmiştir. Dolayısıyla iddia edilen tehlikenin ne tarihsel ne de maddi zemini bulunmaktadır. Dini ritüellerini yerine getirmek için bir araya gelen bir avuç insanın Karadeniz’de ayrı bir devlet kuracaklarını iddia etmek apaçık ve amaçlı bir uydurmacadır.
Bilindiği gibi Lozan Antlaşması ile Yunanistan’la mübadele yapılmış Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar Türkiye’ye, Türkiye’deki Rumlar ise Yunanistan’a gönderilmişti. Üstelik buna Türkçe konuşan ve sayıları 400 bini bulan Karamanlı Rum Ortodokslar da dâhildi. Süreç içinde fiili olarak sürülen Rumların bir daha geriye dönmeleri de engellenmişti. Sonuç itibariyle nüfusun homojenleştirilmesi hem Yunan hem de Türk egemen sınıfın işine geliyordu. Yüzyıllardır kendi topraklarında barış içinde yaşayan ve bir anda topraklarından sökülüp atılan Müslüman ve Hıristiyan halkların yaşadığı derin trajedi egemenlerin umurunda değildi.
İttihat ve Terakkinin Ermeni katliamı ile başlattığı gayrimüslimlerden kurtulma projesi Kemalist liderlik tarafından devam ettirilmiş ve sermayenin Türkleşmesi süreci büyük ölçüde tamamlanmıştı. “Ne var ki, sermayenin Türkleştirilmesi sürecinde İstanbul, hâlâ tam anlamıyla «fethedilebilmiş» değildi. O yıllarda CHP’nin hazırladığı Azınlıklar Raporu’nda, «Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur» denmekteydi. II. Dünya Savaşının hengâmesinden yararlanan burjuvazi, bu amaç doğrultusunda 1942 yılında Varlık Vergisini devreye soktu. Mecliste yaptığı konuşmada, Başbakan Şükrü Saracoğlu şöyle demekteydi: «Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.» Varlık Vergisiyle sadece Rumlara değil Yahudilerin de içinde yer aldığı gayrimüslimlere önemli bir darbe indirildi. Ancak hâlâ alınması gereken yol vardı ve 1955 yılındaki 6-7 Eylül saldırısıyla esas nokta konacaktı. Adapazarı, Sivas, Trabzon, Kastamonu ve Erzincan’dan getirilen güruh, Yunanlıların Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evi bombaladığı yalanı eşliğinde, Rum ahalinin üzerine salındı. İki gün boyunca Beyoğlu ve Adalar’daki evler ve işyerleri yakılıp yıkıldı ve yağmalandı. Her zamanki gibi, olay komünistlerin üzerine yıkıldı. Oysa tam 40 yıl sonra, Özel Harp Dairesinde çalışan ve MGK Genel Sekreterliği yapan emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu şöyle diyecekti: «6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.» Gerçekten de 6-7 Eylül saldırısı hedefine ulaşmıştı. Olaylardan sonra, sayıları iyice azalmış olan Rumlar ve gayrimüslimler ülkeyi terk ettiler. Devam eden yıllarda, Lozan’da idari özerklik tanınan, ama uygulanmayan Bozcada ve Gökçeada’nın Rumları da evlerini ve yurtlarını terk ettiler.”[2]
Ermeni ve Rumlar bu topraklarda sadece ticareti ellerinde tutmuyorlardı. Aynı zamanda çeşitli zanaat dalları da bu halklar tarafından icra ediliyordu. Yüzyıllardır Anadolu topraklarında yaşanan medeniyet ve kültürel miras bu halklar aracılığı ile devam ettiriliyordu. Örneğin “Bu toprakların kadim halkları Ermeniler Anadolu’nun en iyi taş ustalarıydı. Onlar bu topraklardan kazınıp atılınca nitelikli işçilik de gitti, mühendislik de deneyim de bilgi birikimi de gitti. Toplumun zanaat ustaları, kültürlü ve nitelikli emek gücü olan gayrimüslimlerin ardından her anlamda fakirleşen, çoraklaşan bir Türkiye kaldı geriye.”[3] Ve bunun bedelini 2023’ün Şubat ayında meydana gelen depremle yine halklar ödedi. Gözünü rant bürümüş, estetikten, mimariden yoksun iş bilmez müteahhitlerin yaptığı evler kâğıt gibi çöktü ve geriye büyük bir yıkım bıraktı.
Bugün sağa sola tehditler savuran ve bir avuç insanın ibadetine, ritüeline, kültürüne dahi tahammül edemeyen zihniyetin temelinde zorbalık, yalan ve inkârcılık yatmaktadır. Gazeteci Melike Çapan’ın İmroz halkının 1964 sürecinde yaşadıklarını, adalarını nasıl terk etmek zorunda kaldıklarını ve gitmeden önce nasıl bir hayata sahip olduklarını 1964 öncesine ait fotoğraflarla anlattığı sergi de geçtiğimiz ay faşist çevrelerin tehdit ve baskısı sonucu iptal edildi. Ülkü Ocakları tarafından yapılan şu açıklama bu inkârcı politikanın bariz örneklerinden birini oluşturuyor: “Öncelikle belirtmek gerekiyor ki; birilerinin İmroz diyerek Türklükten uzaklaştırmaya çalıştıkları adamızın adı Gökçeada’dır. Sahibi de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir.”[4] Adanın tarihini, demografik yapısını bilmeyenler bu söylemlerden adada yüzyıllardır Türkler yaşıyor yanılgısına kapılabilir.
Oysa tarihsel gerçeklik bunun tam tersidir. Birincisi adanın adı Antik Yunan’dan bu yana İmroz’dur ve 1970 yılında Gökçeada olarak değiştirilmiştir. Adada yaşan Rumların tarihi yüzyıllara dayanıyor. İmroz adası Osmanlı egemenliğine geçse bile adada Rumlardan başka yaşayan yoktu. 1923 yılında İmroz ve Tenedos (Bozcaada) mübadeleye dahil edilmediler. Özerkliğinin korunması şartı ile Türkiye’ye bırakıldılar. Ne var ki bu özerklik 3 yıl devam edebildi. 1927 yılında özerklik kaldırıldı, özel Rum okulları devletleştirilip Rumlara varlık vergisi getirildi, mal almalarını yasaklayan yasalar çıkartıldı. Devlet bununla da yetinmeyip adaya Türk nüfus göndererek huzursuzluğu arttırmaya çalıştı. 1955’te yaşanan 6-7 Eylül saldırıları adaya da sıçradı. Ancak asıl baskı dönemi 1960 darbesi ile iktidara el koyan ordunun 17 Mart 1964’te Rumlara yönelik aldığı eritme programı ile gerçekleşti. En verimli araziler kamulaştırıldı, Rumların milli bayramlarına katılımı engellendi. Özellikle adaya kurulan açık cezaevi Rumlar için tam bir kâbus oldu. Türkiye’nin dört bir yanından getirilen adi suçlular (tecavüzcüler, katiller, hırsızlar vs.) eliyle yapılan yağma, hırsızlık, tecavüzler sonucu ada halkı yüzyıllardır yaşadığı toprakları bırakıp gitmek zorunda kaldı. Ada sakinlerinden birinin anlattıkları, o dönemde yapılan zulmü ve yaşanan acıları gözler önüne seriyor:
“Ben 14 yaşındaydım buradan kaçtığımızda. Öncesinde her şey çok güzeldi. İnsanlar birbirini seviyorlardı, yardımlaşma ve dayanışma vardı. Bu köyde biri hastalansa diğer köyden herkes koşar gelirdi. Birlik vardı. Ama sonra devlet baskı yapmaya başladı. Cezaevi kuruldu. Bilerek kurdular. O zamana kadar kapıları sürekli açık olan evlerin kapıları kapandı. Aramızda ekipler kurup geceleri köyde nöbet tutmaya başladık. Çünkü mahkûmlar geceleri evlerimize ve bizlere saldırıyorlardı. Bizleri buradan kovmak için her şeyi yaptılar. Babam annemi ve kardeşlerimi bir gece yarısı uyandırıp «haydi hazırlanın kaçıyoruz» dedi. Gece atlara binip Gizli Limana gittik. Buradan kaçıyorduk. O yüzden bu limana Gizli Liman diyorlar. Buradan teknelerle Yunanistan’a kaçtık. Burada yaşayan Rumlar dünyanın pek çok ülkesine kaçtılar. Güney Afrika’ya, Avustralya’ya…”[5]
Yapılan bunca zulümden sonra, adayı Rumlardan temizleyen devlet yerine Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden (Trabzon, Erzincan, Muğla, Isparta) köylüleri adaya yerleştirerek hedefine ulaşmıştı. Adanın isminin yanında köy isimleri de değiştirildi. Ancak adaya kimliğini kazıyan kültürel yapı asla sökülüp atılamadı. Bir bölümü tahribata uğramış olsa da tarihi doku kendisini aynen devam ettiriyor. Antik Yunan’dan beri adı İmroz olan adanın isminin Gökçeada olarak değiştirilmesi adayı Türk kılmaya yetmiyor. Tam da bu yüzden faşist zihniyet İmroz’un gerçeklerinin ortaya çıkmasını engellemek için, onun acılarının, anılarının, hatıralarının sergilenmesine izin vermiyor.
Farklı kültür ve inançlara sahip olmak halklar arasında durduk yere çatışmaya ve ayrışmaya neden olmamıştır. Yüzyıllarca iç içe yaşayan halklar, birbirinin kültüründen, inancından etkilenmiş ve ortak bir yaşam kurmayı başarmışlardır. Hatırlatmak gerekir ki Baba İshak ve Şeyh Bedreddin’in sömürücü zorba egemen sınıfa karşı başlattığı isyanda Müslüman ve gayrimüslim halklar birlikte hareket etmişlerdir. Halklar arasında düşmanlığı yaratan, din ve milliyet temelinde bölünmeye sebep olan egemen sınıftır. Örneğin Kıbrıs’ta 1950’li yıllara kadar Rumlar ve Türkler kardeşçe birlikte yaşamıştır. Ne zaman ki Kıbrıs’ın İngiliz egemenliğinden kurtuluşu gündeme gelmiştir, o zaman egemenler tarafından halklar birbirine kırdırılmıştır. Benzer bir süreci bugün de yaşamaktayız. AKP ilk dönemlerinde bugünün aksine AB uyum programı çerçevesinde hareket ediyor, statükocu-devletçi Denktaş’a karşı liberal Talat’ı destekliyordu. Benzer şekilde Yunanistan’la da barışçıl politikalar izleniyordu. Ne var ki geçen süreç içinde statükocu-devletçi-ulusalcı güçlerle işbirliği yaparak iktidarını koruyan Erdoğan bildiğimiz tarihsel çizgiye geri dönmüştür. Bugün Rumlara yönelik nefret dili bu çizginin bir devamıdır. Faşist iktidar bloku için ayakta kalmanın ve emperyalist politikalarını sürdürmenin yolu milliyetçiliği ve ırkçılığı tırmandırmaktır. Milliyetçilik işçi sınıfının bir araya gelmesini engelleyen en büyük faktördür. Bu zehre direnmenin tek yolu ise katıksız bir enternasyonalizmdir. O nedenle işçi sınıfını zehirleyen, halklar arasında yapay düşmanlık yaratan bu ırkçı şoven söylemlere asla prim verilmemelidir.
[1] “Sümela Manastırında Pontus Provokasyonu Son Bulsun”, 13 Ağustos 2023, yeniakit.com.tr
[2] Utku Kızılok, Emperyalist Paylaşımın Yol Açtığı Büyük Trajedi, Eylül 2008, marksist.net/node/1873
[3] Başak Güler, İnsanlığın Kültürel Birikimini Silen Kim?, 20 Mart 2023, marksist.net/node/7940
[5] Gökçeada’da İmroz’u Görmek, 26 Ekim 2019, marksist.net/node/6774
link: Hakan Sönmez, Milliyetçilik Halkların Düşmanıdır, 19 Eylül 2023, https://marksist.net/node/8065
Akdeniz: Mare Nostrum’dan Mare Mortum’a
İşçi Sınıfı Sanatıyla ve Sanatçısıyla Vardır