14 Mayıs seçimlerinin parlamento ayağı sona ererken cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci tura kaldı. Henüz kesinleşmemiş sonuçlara göre, ilk turdan Tayyip Erdoğan’ın %49,3, Kemal Kılıçdaroğlu’nun %45, Sinan Oğan’ın ise %5,2’lik oy oranıyla çıktığı cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu 28 Mayısta yapılacak. Cumhur İttifakı olarak adlandırılan faşist cephe parlamentoda da çoğunluğu sağladı. Rejim güçlerinin sandık hilelerine başvurmaktan asla kaçınmadıkları, bu seçimlerde de ellerinden geleni yaptıkları açıktır. Ne var ki ortaya çıkan tablo seçim hileleriyle açıklanabilecek bir tablo değildir ve çıkarılacak çok sayıda ders vardır.
Öncelikle bu tablo çelişkili olguları barındırmaktadır. Gerçekliğin bir yanı olarak, rejim, elindeki devlet gücünü her açıdan sonuna kadar kullanmasına, muhalefeti engellemek için terör estirmesine, ezici hâkimiyeti altına aldığı medyayı ve sosyal medyayı her türlü kara propaganda için sınırsızca seferber etmesine, tam anlamıyla psikolojik harp stratejisi izleyerek ağır bir pasifikasyon dalgası yaratmasına rağmen, toplumsal desteğinin zayıflamasının önüne geçememiştir. Bu zayıflama parlamento çoğunluğunun azalmasında da, Erdoğan’ın ilk turda kendisini galip ilan edememesinde de ifadesini bulmuştur. Ne var ki bu zayıflamanın, muhalefetin köpürttüğü düzeyde olmadığı da bariz bir şekilde ortadadır. Rejim, faşist kampanyayla, aralıksız sürdürdüğü kin ve nefret propagandasıyla, 15 Temmuz’u hatırlatıp tehditler savurarak ve sopa sallayarak, toplumda biriken hoşnutsuzluğun ve değişim isteğinin baskın hale gelmesini engelleyebilmiştir. Özellikle 2018’den bu yana emekçileri uğrattığı ekonomik yıkımın haddi hesabı olmamasına, toplumun üstüne karabasan gibi çöküp işçileri, köylüleri, kadınları, gençleri nefessiz bırakmasına, hırsızlığı, yolsuzluğu, liyakatsizliği, doğa talanını amentüsü haline getirmesine ve bunların tümü alenen bilinmesine rağmen Erdoğan’ın %50’nin sınırlarında dolaşabilmesi, AKP’nin hâlâ %30’ların altına düşmemesi, ortağı MHP’nin ise bağımsız varlığını tümüyle yitirmesine rağmen ve yaygın beklentinin aksine %10 oy alması bu şer cephesinin başarısıdır. Unutmayalım ki, bu rejimin kurulduğu 2016 Temmuzundan bu yana, parlamento onun gerçek niteliğini gizleyen ve dolayısıyla muhalefeti yanılsamalara sürükleyerek felç eden bir işlev görmüştür. Burjuva muhalefet bir yana HDP (ve onun içindeki sosyalist güçler) de ne yazık ki bu oyunu bozmaktan geri durmuştur. Bunda elbette rejimin gerçek niteliğinin doğru değerlendirilmemesi büyük bir rol oynamıştır.
Rejimin bu seçimlerde de tıpkı diğerlerinde olduğu gibi türlü dümenlere başvurması, hatta paramiliter ve militer güçleri sahaya sürmesi muhalefetin her kesimi tarafından beklenen bir durumdu. Ama en güçlü muhalefet odağı olan ve kendi cumhurbaşkanı adayını toplumsal muhalefetin tek adayı olarak sahaya sürmeyi başaran CHP, buna karşı bir direnişi örgütlemek şöyle dursun mücadele çağrısı yapmaktan bile uzak durdu. Rejim güçleri bu yola başvursaydı Millet İttifakı denen burjuva muhalefetin yapacağı tek şey, mücadeleyi örgütlemek yerine kitlelerin tepkisini bastırmayı örgütlemek olacaktı. Zira demokrasi mücadelesini sandığa indirgeyen, ama onu savunmak için bile sokağı harekete geçirmekten uzak duran sinik, korkak bir CHP geleneği durmaktadır karşımızda. Neyse ki rejim Erdoğan’ın birinci turda açık ara farkla galip gelmesiyle, CHP’yi böyle zor bir durumda bile bırakmadan, her şeyi suhuletle halletmeyi başardı!
Despotizmin yüzlerce yıllık tarihinin şekillendirdiği Türkiye toplumunun çoğunluğunun demokrasiden anladığı tek şeyin, sandığa gidip oy vermek olduğu, o sandığın da ancak burjuvazinin icazetiyle ve onun belirlediği şartlarla kurulduğu biliniyor. Bu seçimlerde de aynı durum yaşanmış, rejim depremi bahane edip sandığı kurmaktan vazgeçmeye bile kalkışmış, ama yükselen tepkiler üzerine geri adım atmıştır. Fakat seçimi kendi belirlediği zaman ve kurallarla gerçekleştirerek hem galibiyeti garantiye almaya hem de kendisine uluslararası alanda meşruiyet kazandırmaya çalışmıştır. Böylelikle toplumun ezici çoğunluğunda kendini açığa vuran hoşnutsuzluk iktidar eliyle de muhalefet eliyle de sandığa kanalize edilmiştir. Öyle ki Erdoğan’ın seçime girmesinin de, seçim kanunundaki değişikliklerin 14 Mayıs olarak tarihlendirilen bu seçimlerde geçerli sayılmasının da anayasaya aykırı olduğu bilindiği ve dillendirildiği halde, buna karşı mücadele edilmemiştir. Üstelik bu kabulleniş muhalif kitlelerde büyük bir yanılsama yaratılarak yapılmıştır.
Muhalif emekçi kitleleri adeta bir sincap kafesinde koşturmaya mahkûm eden bu tutum, sosyalist cephede de legalist, parlamentarist yanılsamaları alabildiğine beslemiştir. Sonuçta sosyalist hareketin siyasete yön verebilecek güçten yoksunluğunun ve proleter devrimci bir çizgiden uzak oluşunun yarattığı zafiyetin yıkıcı sonuçları her alana sirayet etmektedir. Son olarak Emek ve Özgürlük İttifakında, sanki ortada “tek adam rejimi” değil de belirleyiciliği olan bir parlamento varmış gibi tümüyle milletvekili aritmetiği üzerinden tek liste tartışmalarının sürekli alevlendirilmesi bunun hazin bir örneğidir. Üstelik YSP ve TİP’in toplam milletvekili sayısı HDP’nin tek liste halinde seçime girdiği bir önceki dönemde Meclise giren milletvekili sayısıyla neredeyse aynı olmasına rağmen bu tartışma seçim sonrasına da taşınmıştır ve belli ki alevlendirilerek devam ettirilecektir.
Rejimin kitle tabanındaki aşınmayı durdurmak için neler yaptığı herkesin malûmudur. Fakat muhalefetin asıl sorgulaması gereken şey, emekçileri tarumar eden bir ekonomik krize, işsizliğe, gençlerin geleceğinin ellerinden alınmasına, Kürt halkına çektirilen onca eziyete ve tüm bunların üstüne binen deprem felâketine rağmen AKP ve MHP’nin nasıl bu kadar oy alabildiği, kitleleri nasıl yalanlarının peşinden sürükleyebildiği olmalıdır. Aslında bu “nasıl”ın cevabı hiç de bilinmiyor değildir. Ama burjuva muhalefet de aynı hamurla yoğrulduğu için, iktidarın kitleleri zehirlemek için kullandığı aracı panzehirle bertaraf etmek yerine doz yarışı yaparak güç kazanacağı vehmine kapılmaktadır. Burjuvazinin başı her sıkıştığında başvurduğu, bu sayede emekçileri on yıllardır felç edebildiği bu zehir, TC’nin harcının yapıtaşlarını oluşturan şoven milliyetçilikten ve devletçilikten başka bir şey değildir. Burjuva düzen güçleri sağıyla soluyla aynı çamurda debelenmekte, ama bataklığa çekilenler emekçi kitleler olmaktadır. Millet İttifakını bölücü terörle işbirliği yapmakla suçlayan, onların iktidara gelmesi halinde “devletimizin” bekasının sona ereceğinden, dış güçlerce yutulacağından dem vuran AKP-MHP koalisyonunun en uydurma yalanlarının bile bu sayede büyük bir alıcı kitlesine ulaşabilmesi hiç de şaşırtıcı değildir.
Bu atmosfer, HDP’nin gizliden gizliye Erdoğan’la pazarlık yaptığı, anlaştığı, Kürtlerin onu destekleyeceği yalanlarının geniş bir kesimi etkileyebilmesine de zemin hazırlamıştır. HDP en başından itibaren bu yalanlara prim verilmemesi gerektiğini söylediği halde, CHP tabanında son ana kadar Kürtlere karşı güçlü bir güvensizlik hâkim olmuştur. Oysa seçim sonuçları Kılıçdaroğlu’nun en yüksek oy oranına ulaştığı illerin Dersim, Şırnak, Hakkâri ve Diyarbakır olduğunu göstermiştir. Bu oran İzmir’de %63 iken, bu illerde %72-80 bandına çıkmıştır! Kürt halkı kendisine yapılanları görmezden gelerek, siyasi hareketinin aldığı karara koşulsuz uymuştur. Milliyetçilik ve devletçilikle gözleri kararan ve bu yalanlara son derece açık hale gelen başta CHP olmak üzere tüm muhalefet güçlerinin Kürt halkına açık bir özür ve teşekkür borçları vardır.
Milliyetçilik ve devlet tapınıcılığı ile örülen çelik yelek, işçilerin, emekçilerin kendi çıkarları doğrultusunda siyaset yapmalarının önündeki en büyük zırh haline getirilmiştir. Sağıyla soluyla burjuvazinin toplumu soktuğu bu deli gömleği parçalanmadıkça, emekçilerin ekonomik sorunları temelinde birleşmeleri bile son derece güç olmaktadır. Burjuvazi işçi sınıfını her harekete geçtiğinde terör öcüsüyle sindirmeye girişmekte, Kürt sorunu sendikal mücadelenin olduğu kadar sosyalist siyasal mücadelenin önüne de aşılması son derece güç bir bariyer olarak dikilmeye devam etmektedir. Üstelik milliyetçilik ve devletçilik ne yazık ki sosyalist sol içinde de hayli etkilidir. Kürt halkının haklı davasının yanında yer almaktan ya da yanında görünmekten kaçınan birçok sosyalist çevrenin Emek ve Özgürlük İttifakının dışında konumlanması da bunun sonuçlarından biridir.
Son olarak şunu söyleyelim ki, şu anda Türkiye’de yaşanan hiçbir şey dünyadan bağımsız, tümüyle kendine özgü koşullarda gerçekleşmemektedir. Kapitalizmin tarihsel sistem krizinin ekonomik, siyasal ve toplumsal yansımaları küresel ölçekte kendini gösteriyor. Başta Ortadoğu ve Ukrayna olmak üzere dünyanın pek çok köşesini ateşe veren emperyalist paylaşım savaşı, bu krizin ve onun yol açtığı hegemonya mücadelesinin en kanlı sonuçlarından biridir. Bu kanlı savaşın ürünlerinden biri de tarihte görülmedik ölçüde büyük boyutlara ulaşan göçmen sorunudur. İşte Türkiye tüm bu sorunları olanca sıcaklığıyla yaşayan bir ülkedir ve Amerika’da Trump, Macaristan’da Orban, Rusya’da Putin gibilerin yaptığı gibi Türkiye’de de Erdoğan iktidarı, milliyetçiliği, dini ve her türden gericiliği yıkıcı bir silah olarak kullanıp toplumu yapay temellerde kutuplaştırarak bir yandan kendi bekasını, bir yandan ise düzenin bekasını güvence altına almaya çalışıyor.
Bu rejime karşı mücadelenin sandığa indirgenmemesi gerektiğini, kitle seferberliğini örmek yerine kitlelere sandığı beklemelerini söylemenin büyük bir yanlış olduğunu defalarca söylemiştik. Geride bıraktığımız birinci tur bu gerçeği çırılçıplak kanıtlamaktadır. Önümüzde son derece sert geçeceği görülen bir mücadele dönemi uzanmaktadır. Umutsuzluğa asla yer yoktur. Faşizme karşı sandığa hapsolmayan bir mücadele için emek cephesini yükseltelim!
link: Marksist Tutum, 14 Mayıs Seçimleri ve Sürece Dair, 16 Mayıs 2023, https://marksist.net/node/7980
Zorbalardan Soma’nın Hesabını da Soracağız!
Arap Birliği Zirvesi: Kanlı Düşmanların Dostluğu!