Son aylarda Türkiye’nin dört bir yanında pek çok konser, festival, üniversite şenliği, gösteri, tiyatro oyunu hatta piknik belediyeler, valilikler ve üniversite yönetimleri tarafından akıl almaz gerekçelerle art arda iptal ediliyor, yasaklanıyor. Grev, miting, eylem, kongre yasaklarına alışkın olunan Türkiye’de bu yasaklar ilk başlarda büyük bir şaşkınlıkla karşılandı. Konser biletleri ellerinde kalan, yarı yoldan dönen insanlar yasaklara anlam vermekte zorlandı. Pek çok kişi ve siyasi çevreyse bu yasakların seküler yaşam tarzına saldırı olduğunu, sanat düşmanlığı anlamına geldiğini, kadınları hedef aldığını vb. savundu, savunuyor. Aslında bu açıklamalar gerçeğin sadece bir yönüdür ve bu nedenle sorunu doğru temellerde açıklamaktan uzaktır. Bugün Türkiye’de mevcut rejimin kadın ve sanat düşmanı olduğu, kültürel yaşamı çoraklaştırıp çölleştirdiği, insanların yaşam tarzına pervasızca müdahale ettiği doğru olsa da yasakların nedeni iktidarın kadınlara, sanata, kültüre, seküler yaşam tarzına düşmanlığı değildir. Çünkü bu saldırılar sadece sanatçıları, sadece kadınları ya da sadece seküler kesimleri değil tüm toplumu hedef almaktadır. Amaç tüm emekçiler ve toplum üzerinde sopa sallamaktır, tüm topluma gözdağı vermektir. Kitlelerin muhalif temellerde bir araya gelmesini, duygu birliği kurmasını, tepki vermesini engellemek, yalnızlık, moralsizlik ve umutsuzluk duygusunu beslemektir.
Bugün Türkiye’de eşi benzeri görülmedik bir yoksullaşma dalgası yaşanıyor. Bu dalga iktidara oy veren dindar, muhafazakâr, milliyetçi kesimlerden işçi ve emekçileri de tıpkı rejime destek vermeyen emekçiler gibi en sert biçimde vuruyor. Bu açıdan bakılacak olursa emekçiler arasında “yaşam tarzı” bakımından gerçekte hiçbir fark olmadığı açıkça görülecektir. Türkiye’de nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçiler yoksulluk sınırının çok altında, açlık sınırı düzeyinde gelirle, ağır çalışma koşullarıyla, işsizlik ve güvencesizlikle, gelecek kaygısıyla, yüksek kiralarla, enflasyonla ve daha pek çok sorunla karşı karşıyadır. “Yaşam tarzlarını” belirleyen dindarlıkları, sekülerlikleri, başörtüleri, içkileri değil bu gerçeklerdir.
İşçi ve emekçilerin inançlarının, etnik kökenlerinin, kültürel arka planlarının, gelenek ve alışkanlıklarının “farklı yaşam tarzları” olarak tanımlanması büyük bir tehlike barındırmaktadır. Bu ayrımlar nedeniyle emekçilerin bir kesimini mağdur, saldırı altında, diğer kesimini iktidarın baskılarından azade kabul etmek büyük bir körlüktür. Ezen ezilen, sömüren sömürülen ayrımını yani sınıfsal farklılıkları yok saymak, onun yerine etnik, dinsel, geleneksel kimlik farklılıklarını öne çıkarmaktır. Bu bakış açısının temelde düşmanlaştırma ve kutuplaştırma siyaseti izleyen rejimin ekmeğine yağ süreceği açıktır. Nitekim rejim emekçiler arasında önyargıların solmaya başlamasını, söz konusu suni ayrımların kitleleri düşmanlaştırmakta, kutuplaştırmakta yeterince etkili olamamasını büyük bir tehlike olarak görmektedir.
Ekonomik kriz ve artan yoksullaşma emekçilerde öfkenin birikmesine, derinleşmesine, siyasi iktidarın kitle desteğinin günden güne erimesine yol açıyor. İç içe geçen ve iyice çözümsüz hale gelen toplumsal sorunların, iktidarın kibirli, işçi-emekçi düşmanı politikalarının, sorunlara duyarsız tutumlarının, her zamankinden daha fazla göze batmasına neden oluyor. Tabiri caizse emekçi kesimlerin gözünde siyasi iktidarı bir teşhir direğine çiviliyor. İktidarın meşru, durumun sürdürülebilir olmadığı düşüncesi günden güne güçleniyor. Bu koşullarda iktidarın ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı söylem ve uygulamaları eskisi kadar etkili olamıyor. İşçiler, emekçiler pompalanan yalanlar ve büyüyen sorunlar karşısında önce ortak bir bıkkınlık duygusunu, ardından ortak bir öfkeyi, sonra giderek ortak bir değişim özlemini paylaşmaya başlıyorlar. İster Türk ister Kürt, ister Alevi ister Sünni olsunlar, sorunlarının, yaşamlarının, çalışma koşullarının, özlemlerinin birbirine ne kadar çok benzediğini sezip görmeye başlıyorlar.
İnsanlar ölüm, felâket gibi acı verici durumlarda bir arada olmaya, birbirlerine yaslanmaya ihtiyaç duyarlar. Düğünlerde, doğumlarda, şenliklerde, festivallerde, konserlerde bir araya gelerek ortak bir duyguyu, hazzı ve mutluluğu paylaşmayı isterler. Dindar insanlar ibadetlerini yalnız başlarına değil cemaat halinde yerine getirdiklerinde daha büyük bir tatmin duyarlar. Cami, kilise cemaatinden futbol taraftarlığına ortak duyguda bir araya gelebildikleri insanlarla yan yana durmak, bir yere, bir topluluğa ait olmak, ortak bir ruh halini paylaşmak isterler. “Tepkilerini göstermek, seslerini, taleplerini duyurmak, birbirlerinden güç almak için mitinglerde, eylemlerde, protestolarda bir araya gelirler. Tüm farklılıklarına rağmen birlikte olduklarında birbirlerinden güç ve moral devşirirler, değişim yaratabileceklerini görürler.”[1]
Tam da bu nedenle siyasi iktidar açısından kutuplaşmanın aşılmasını, emekçilerin ortak bir duyguda buluşmasını engellemek en öncelikli hedeflerden biri haline gelmiştir. Emekçilerin hoşnutsuzluğu ve tepkisi büyüdükçe, kutuplaştırıcı söylemlerin, yalanların etkisi azaldıkça siyasi iktidar baskıyı ve zorbalığı arttırma yolunu seçmektedir. Kendisine destek veren emekçi kesimlerin desteğini çekmesini, muhalefete kaymasını, diğer emekçilerle birleşmesini, düşmanlaştırılan Kürtlerle, Alevilerle, CHP ve HDP seçmenleriyle, göçmenlerle empati kurmasını engellemek için sopayı göstermekten, gözdağı vermekten çekinmemektedir. İktidar yandaşlarının dindar kesimlere yönelik “iktidarı eleştirmek caiz değildir”, “biz gidersek tüm kazanımlarınızı kaybedersiniz”, “fakir fakirliğini gizlemeli, sabretmeli”, “çocuklarınıza sahip çıkın” benzeri bitmez tükenmez telkinleri, sopa kimin sırtına inerse insin tüm toplumun hedef alındığını göstermektedir. Yani bir zamanlar “aynı yoldan gelmişiz biz, aynı sudan içmişiz biz, yazımız bir, kışımız bir, aynı dağın yeliyiz biz” diyen, umut pompalayan, topluma refah ve büyüme vaat eden, kömür, makarna, sosyal yardım dağıtan, kısacası “ekmek ve sirk” siyaseti yürütenler bugün açıktan zorbalık siyasetini devreye sokmuştur. İyiden iyiye yıpranan, destek kaybeden, sonsuz kudret ve kendine güven görüntüsü sarsılan siyasi iktidarın alet kutusunda artık sadece baskı ve zorbalık vardır.
Roma’dan bugüne “ekmek ve sirk” siyaseti
Antik çağın Roma imparatorları on binlerce kişilik dev hipodromlar inşa ettirirlerdi. Genellikle benzer planlarla, yakınında büyük bir mabet ve dev bir sarayla birlikte inşa edilen bu hipodromlarda atlı araba yarışlarının, canlı hayvan dövüşlerinin, gladyatör dövüşlerinin yer aldığı çeşitli eğlenceler düzenlenirdi. Bu eğlencelere katılan halka bedava ekmek ve yiyecek dağıtılırdı. Bu yolla imparatorlar halkı etkileri altına alıp politik güçlerini sergiler, pekiştirirlerdi. Büyük kalabalıkların toplandığı kentlerdeki atıl nüfusun kontrol altında tutulmasını, halkın gerçek sorunlarını unutmasını, imparatorun kudretini idrak etmesini, ona biat etmesini sağlarlardı. Örneğin milattan sonra ikinci yüzyılın sonlarında, Byzantion’da yani bugün İstanbul’da tarihi yarım adanın merkezindeki Sultanahmet Meydanının bulunduğu bölgede bu hipodromların güzide bir örneği inşa edilmişti. Rivayete göre 196 yılında bu şehir devletini yakıp yıkan Roma İmparatoru Septimus Severus halkın gönlünü kazanmak, onu yanına çekmek için hipodromu inşa ettirmiş ve amacına da ulaşmıştı. Kenti yakıp yıkan imparator olduğunu unutturmuş, kabul görmüştü.[2] Egemenler, ekmek verdikleri kalabalıkları hipodromda yarışan atlı araba takımlarının taraftarları olarak örgütler, kendi aralarında çıkar çatışmaları başladığında bu kalabalıkları kışkırtarak isyan başlatmaktan geri durmazlardı. Milattan sonraki ilk yüzyılın sonlarında dünyaya gelen Romalı şair Juvenal bir şiirinde Romalı egemenlerin bu siyasetini “panem et circences” yani ekmek ve sirk siyaseti olarak tanımlamış ve Roma’daki çürümeyi, yozlaşmayı eleştirmişti.
Şiirin yazıldığı dönem Roma’da cumhuriyetin tarihe karıştığı, yerini imparatorluğun aldığı, aslında uzatmalı bir çöküş sürecinin yaşandığı, kibirli imparatorların güç ve gösteriş tutkusuyla yanıp tutuştuğu, egemen sınıfın sefahat ve lüks içinde yüzdüğü, yoksul halkın yaşamının çilelerle dolu olduğu bir dönemdi ve Roma yıkılıp gitti. Fakat yüzlerce yılın ardından Juvenal’in şiiri bugün hâlâ hatırlanıyor ve “ekmek ve sirk” tanımı siyasi literatürdeki yerini koruyor. Çünkü ekmek ve sirk siyaseti Roma tarihiyle sınırlı kalmamış, devam edegelen sınıflı toplumlar tarihinin egemenleri her daim bu siyasete başvurmuşlardır. Mesela Portekiz’de 50 yıl sürecek faşist bir rejim kuran Salazar’ın ülkeyi nasıl yönettiği sorusuna “Portekiz’i 40 yıl boyunca 3 F ile yönettim; Fado, futbol ve Fatima ile” şeklinde yanıt verdiği rivayet edilir.[3] Öte yandan Haziran ayında işçi sınıfının büyük bir mücadele dalgası yükseltmeye hazırlandığı günlerde İngiltere’de kraliçenin tahta çıkışının 70’inci yılında ilan edilen resmi tatil ve düzenlenen şaşaalı kutlamalar, Türkiye’de İstanbul’un fetih yıldönümlerindeki kutlama ve şenlikler egemenlerin bu siyasetinin güncel örnekleridir.
Görüldüğü gibi egemenler kendi çıkarları gerektirdiğinde kitleleri bir araya getirmekten, oyalamaktan, onlarda bir duygu ve amaç birliği yaratmaktan, öfkelerini, tepkilerini, coşkularını çeşitli hedeflere kanalize etmekten asla çekinmemişlerdir. Fakat sıra kitlelerin egemenlerin çıkarlarıyla uyuşmaz biçimde, muhalif temellerde bir araya gelmesi, tepki vermesi, birbirinden güç alması, aynı hedefe yönelmesi olunca işler değişmekte, her türlü yasak, şiddet, baskı ve zorbalık devreye sokulmaktadır. Yani konser yasakları basitçe bir eğlence faaliyetinin yasaklanması değildir. Kabaca ötekinin yaşam tarzına müdahale, kültür ve sanat düşmanlığı, kadın düşmanlığı denilip geçilebilecek bir olgu değildir. Yasakların nedeni farklı kesimlerden işçi ve emekçilerin yan yana gelmesini, birlikte olmanın yarattığı güç ve enerjiyi hissetmesini, birbirini “biz” duygusuyla benimsemesini engellemektir. Birlikte coşkulanıp birlikte gülmesini, birlikte duygulanıp birlikte şarkı söylemesini, enerji, umut ve mutluluk veren, değişim inancını güçlendiren böyle bir atmosferi birlikte solumasını önlemektir. Bu atmosferin birlikte tepki gösterme, değişim için harekete geçme isteğini tetiklemesi ihtimalini ortadan kaldırmaktır. Yalnız, karamsar, umutsuzluk içinde sıkışmış ve kolay bastırılabilir insanlar yaratmaktır. Yani konser yasakları iktidarın insanın toplumsallığına saldırarak, toplumu dinamitleyip parçalayarak, umudun yerine karamsarlığı, birlik ve dayanışmanın yerine yalnızlığı koyarak ayakta durma çabasının ifadesidir. Fakat rejimin bu çabası asla arzu ettiği ölçüde işlevli olmayacaktır ve onu o çok korktuğu sondan, yıkılıp gitmekten kurtaramayacaktır.
Bugün bireyciliğin ve bencilliğin her türlü yol ve yöntemle kışkırtıldığı kapitalist toplumda yaşıyoruz. İşçi ve emekçilerin milliyetçilik, inanç, kültür temelinde bölünüp parçalandığı, körleştirildiği, alıklaştırıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Emekçilerin kalabalıklar halinde bir araya gelmesinin, birlikte olmanın yarattığı güç ve enerjiyi hissetmesinin pandemi umacısıyla, sokağa çıkma yasaklarıyla, miting, grev, direniş yasaklarıyla, konser, festival yasaklarıyla engellendiği zorlu yıllardan geçiyoruz. Elbette bu durum insanlarda ciddi ve yaygın psikolojik sorunlara neden oluyor. Ancak bu durumun ilelebet böyle devam edeceğini düşünmek doğru değildir. İnsanlık tarihi birbirine düşürülen, düşmanlaştırılan ezilenlerin gün gelip uyandığı, eninde sonunda asıl düşmanı gördüğü, tepkisini doğru hedefe yönelttiği, haksızlığa, zulme başkaldırdığı örneklerle doludur. En zorlu, en ağır baskı koşullarında bile emekçiler birlikte nefes alıp vermeyi başardıklarında, zulüm karşısında birlikte ayakta kalmayı da başarmışlardır. Varşova gettosunun Naziler tarafından yalıtılıp kuşatıldığı, her gün binlerce Yahudinin imha edilmek üzere gettodan çıkarıldığı, başlayan direniş nedeniyle iki kişinin yan yana gelmesinin kurşuna dizilmekle cezalandırıldığı günlerde bile mücadeleci işçiler bunu başarmıştır. İnsanların yalnızlık ve karamsarlık kuyusuna düşmemesi için ölümü göze alarak düzenlenen küçük buluşmalar, eğlenceler, eğitimler gerçekten de hayata, umuda tutunmanın yolu olmuş, direnişin başlamasında ve zorluklara rağmen haftalarca sürmesinde etkili olmuştur.
Bugün içinden geçtiğimiz kaotik süreci de yeni mücadelelerin veya mücadele dinamiklerinin mayalandığı bir süreç olarak görmek, umudu, direnci, tarihsel iyimserliği, dayanışmayı güçlendirmek, işçi sınıfının saflarına yaymak üstünden atlanamayacak, ihmal edilemeyecek bir sorumluluktur.
[1] İktidar, Toplum ve Emekçilerin Duygu Birliği, İşçi Dayanışması, sayı 170
https://uidder.org/iktidar_toplum_ve_emekcilerin_duygu_birligi.htm
[2] Hipodrom yüzyıllar sonra yıkılıp kalıntıları zaman içinde kaybolduğunda bile aynı alan Osmanlı padişahlarının güç gösterilerinin adresi olmuştur. Osmanlı döneminde At Meydanı olarak bilinen bu meydanda halkı oyalayan eğlenceler, şenlikler düzenlenir, yüreklere korku salan idam cezaları infaz edilirdi.
[3] Kelime anlamı kader, yazgı anlamına gelen “Fado” Portekiz kültürüne özgü bir müzik türüdür. Dünyada büyük bir endüstri haline gelen futbol uzun yıllardır Portekiz’de önemli bir yere sahiptir ve kitleleri yönlendirmede etkilidir. Fatima ise Portekizlilerin inanışında önemli bir yer tutan Fatima mucizesinden kökenlenen bir analojidir ve milliyetçilik, dindarlık ve muhafazakârlığı temsil etmektedir. Öte yandan bu siyaset Birinci Dünya Savaşının ardından Avrupa’da kurulan faşist rejimlerin tümü tarafından en yıkıcı biçimlerde kullanılmıştır. Hatta 3F siyaseti kimi zaman küçük bir değişiklikle İspanya’nın faşist diktatörü Franco’ya atfedilir. Fatima’nın yerine Latince yortu, bayram anlamına gelen festus kelimesinden kökenlenen ve İspanyolcada aynı anlama gelen fiesta sözcüğü geçirilir. Hitler Almanya’sında çok büyük kalabalıkların bir araya geldiği Nazi partisi mitingleri de bu siyasetin ulusal gurur, estetize edilmiş şaşmaz bir düzen, sonsuz bir kudret görüntüsü gibi unsurlarla zenginleştirilmiş çarpıcı bir örneğidir.
link: Ezgi Şanlı, Ekmek ve Sirk, Yoksullaştırma ve Sopa, 26 Temmuz 2022, https://marksist.net/node/7710
Demokrasinin Kalesi “Orta Sınıf” mıdır?
Kapitalizm Sonu Gelmez Bir Dehşettir