Kimi mücadeleler vardır, kaybedildiğinde bile kazanılmıştır.
Dolunay yoktu o gece, yıldızlar da pek parlak sayılmazdı. Gözlerini karanlık gökyüzünden umutsuzca çekti Albert, “birkaç memur yıldız, hepsi o kadar!” diye hayıflandı. Bir parça ışık görmek istemişti, olmamıştı. Sıkıntıyla doğruldu, hemen yanı başındaki Zoe’ye baktı. Sırtını dayadığı kayaya başını koymuş uyuyordu Zoe, belki sadece gözlerini kapamıştı. Sevdiği kadına bakınca şefkatle dolmuştu yüreği… Günlerdir uyumamışlardı, yorgundular.
Kâbus gibi geçmişti son günleri; Versay orduları bir hafta önce, 21 Mayısta, şehrin batı kapısından içeri girmişti. 40 bin kişilik bu devasa canavar, tarumar etmeye başlamıştı işçilerin Paris’ini. Barikatlar, dişe diş çarpışmalar, kahramanlıklar ve kayıplar, candan değerli kayıplar… Savunarak, çekilerek, ileri atılarak sonra yine çekilerek geçen günler... Sabahtan geceye, geceden sabaha dövüşerek geçen hızlı günler. Tüm bunlar zihninden hızla geçerken “bu gece sessiz, geçen günlere kıyasla çok sessiz” diye düşündü Albert, iyice huzursuzlandı. Gece yarısındaki saldırıyı püskürtmelerinden bu yana, ateşe atılmış odunların çıtırtısı ortamın sessizliğini bozan tek şeydi. Paris’e ürkütücü bir sessizlik hâkimdi.
Zoe ile çocukluk arkadaşıydılar, kapı bir komşuydular ve aralarında ilk gençlik yıllarından bugüne uzanan bir aşk vardı. Çocukluk günlerine gitti Albert, sonra okul günlerine; birinin kelimelerle iyiydi arası, diğerinin sayılarla… Zoe edebiyat okuyordu üniversitede, Albert ise matematik; Zoe coşkundu, Albert dingin. Biri ne kadar dışadönükse, diğeri o kadar içedönüktü; biri gözü karaydı, diğeri temkinli… Komünün ilanı onları, doğrusu en çok da Zoe’yi muazzam etkisi altına almış, haber alır almaz da Strasbourg’dan gelmişlerdi. Merakla adım attıkları kentin, işçilerin Paris’inin ayakları üzerine nasıl dikildiğini görmüşlerdi. Prusya savaşının yaralarının nasıl birlikte sarıldığının tanığı olmuşlardı. Komün toplantılarının coşkusuna ortak olmuşlardı. İki milyonluk koca şehir, bir evin salonuna sığacak kadar küçülüp yakınlaşmıştı. Öyle demişti bir keresinde Zoe…
Paris’e gelmeye, Komünü görmeye sevdiği kadın ikna etmişti Albert’i fakat o da Komünün soluğunu içine çekince büyülenmişti, en az onun kadar! Karlar üzerinde yürüyüş yaptıkları bir gece “kıvılcım bir kere düştü içimize” demişti Zoe, “hem de ne düştü!” diye karşılık vermişti Albert. Yüreğinin en derin köşesine kadar da böyle hissediyordu. Peki, şimdi nereden çıkmıştı içini ufak ufak kemiren bu korku? Kendisi bile ayıplıyordu. Yoksa gerçekten ölümden mi korkuyordu? Zoe hissetse bu zayıf yanını, ne mahcup olurdu!
Kovaladı zihnindeki düşünceleri, etrafını izlemeye koyuldu. Toprak dolu çuvallar yığılmıştı, üst üste taşlar dizilmiş ve iki metre yüksekliğinde bir barikat kurulmuştu. Kim bilir irili ufaklı kaç barikat vardı o an direnişin Paris’inde? Arkadaşlarına baktı Albert, birkaç ay önce birini bile tanımadığı arkadaşlarına... Kimileri oturmuş ortada yanan ateşi izliyor, kimileri gazete okuyordu. Kimileri küçük gruplar halinde fısıldaşıyor, kimileri haritaya bakıyordu. Birinin ıslık çaldığını duydu öteden ama ne ezgiyi çıkarabildi ne de ıslığın sahibini görebildi.
Ulusal Muhafız Birliği tarafından Belleville tepesinde, bir nehir gibi aşağı kıvrılan işçi mahallesini korumakla görevlendirilmişlerdi. En sağlam mahallelerdendi Belleville; Paris’i kuş bakışı gören bu tepede, birkaç düzine komünar sabahı bekliyordu.
Uyumuyordu Paris! Şehrin henüz teslim alınamayan tüm sokakları, tüm cadde ve meydanları, tüm tepeleri, binaları ve evleri komünarlarca tutulmuştu. Kadın erkek, çocuk yaşlı demeden kendilerinin olanı korumak için düşmanı bekliyordu henüz teslim alınamayan tüm komünarlar! Kimi mitralyöz başında, kimi barikat üzerindeydi, kimi pencere başında, kimi kapı girişindeydi. Kimse terk etmemişti mevziisini, terk etmeyeceklerdi de, asla! Mayıs birkaç gün sonra yerini Hazirana bırakacaktı ama Mayıs rüzgârı da terk etmemişti Paris’i, usul usul komünarların yüzünü okşuyordu.
Ethan ilişti Albert’in gözüne, yanına gitmeye niyetlenip ayaklandı. Barikatın gerisinde, tepenin tam ortasındaki büyük ateşin başında, bir lambaya gaz yağı koyuyordu Ethan, sessiz sedasız dünyanın en mühim işini yapıyor gibiydi. Gerçi her işini öyle yapardı ya dokumacı Ethan! Kıvırcık kırçıl saçları vardı. Yuvarlak iri gözleri, uzunca denilebilecek bir burnu, neredeyse sürekli kapalı bir ağzı, küçük ve incecik dudakları… Kolay hafızadan silinmez bir yüzü vardı Ethan’ın, insanın ruhunda bıraktığı etki de öyleydi.
Kırklı yaşlarındaydı Ethan, az değil aralarında neredeyse 25 yaş vardı. Ama sadece yaşından kaynaklanmayan bir vakurluk hissederdi onu tanıyan; bu duruşunun ardında, derinde yatan bir şeyler olduğunu herkes sezerdi. “Conciergerie zindanlarındandır” diye düşündü Albert ona doğru yürürken… İçten yaklaşımı insanı ısıtırdı, o konuşmaya başladıktan sonra karşısındaki muhakkak güven duygusu hissederdi. Bundandı herkesin Ethan ile konuşmayı sevmesi. Albert de konuşmak istemişti. Korku dolu Conciergerie zindanı geldi gözünün önüne, ürperdi. Yanına vardığında ise Ethan kadar hayata bağlı insan tanımadığını düşündü. Conciergerie ve Ethan’ı birlikte düşünemiyordu.
Yanına oturdu, işinden kafasını kaldıran Ethan gülümsedi, sonra tekrar işine koyuldu. “Zindanlardan bahsetsen ya” dedi Albert: “O günlerden en çok ne hatırlıyorsun?” diye sordu. Kafasını kaldıran Ethan bir süre düşündü “duvarlar” dedi sonra, “asırlardır boyanmamış gibiydi kirli duvarlar”. Bir müddet sustu, “yılların aynasıydı sanki” dedi.
Sonra başladı anlatmaya; “kendimi küçücük hissettiğim günlerdi. Günün birinde duvarları incelemeye koyulmuştum. İncelemek dediysem küçük pencereden sızan huzmeler ne kadar izin verdiyse yani” dedi, muzipçe gülümsedi. Albert çaresiz, dişlerini sıkıp başını belli belirsiz sallıyordu. Ciddileşip devam etti sonra Ethan: “Duvarda bir yazı ilişti gözüme, kargacık burgacık bir yazı. Okumakta zorlanmadım desem yalan olur.” Elindeki lambayı kenara koyarken yine susmuştu.
“Ne yazıyordu Ethan?” diye sordu Albert heyecanla. “Boyun Eğme Ey İnsan!” cevabını aldı, Ethan yine gülümsüyordu. Devam etti sonra: “Belki bir tahta parçasıyla, kim bilir belki de tırnakla kazınmıştı. Okuyunca içim ferahladı. İçeride geçen günlerimin hesabını tutmayı bırakıp daha kaç yıl o zindanda kalacağımı bilmeyen ben; ıssızlığın ve çaresizliğin ortasında hisseden ben, bir anda kalabalıklaşıverdim. «Bizimkiler» diye bağırdığımı bilirim.”
Albert ne diyeceğini bilemez hale gelmişti, şaşkınlık sarmıştı yüzünü. Ethan ise her zamankinden daha kısık bir ses tonuyla tamamladı konuşmasını: “Buraya benden önce birileri girdi, çözülmedi ve kim bilir belki de çıktı. Ama mühim değil, pes etmedi, teslim olmadı soğuk dört duvara! Belki 1789’da, belki 1830’da veya 48 sonrasında belki… «Bizden birileri geçti buradan» diye geçirdim içimden.”
Ağladı ağlayacak olmuştu Albert, ama içi kıvanç ve hayranlık doluydu. Susmuşlardı, neden sonra devam etti Ethan; “Yağmurları izlerdim. Saydam ve temiz yağmur damlalarını… İyi hissederdim, tertemiz hissederdim” dedi. Bilinçsizce dalıp gitmişti. Kendisine gelip Albert’in gözlerine baktı: “Sonra da biliyorsun işte bizimkiler Komün doğduğunda çekip çıkardı bizi o izbeden!” Gözlerinin içi gülüyordu.
“Ne zaman girmiştin içeri?” diye sordu Albert. Her zamanki muzip gülümsemesiyle “hemen hemen savaş başladığında” dedi Ethan. “Orduyu bozgunculuktan!” diye de ekledi. Sonra doğrulup uzaklara baktı: “Fransız, Alman, İspanyol işçileri, seslerimiz savaşa karşı bir kınama çığlığı içinde birleşsin! Biz Uluslararası İşçi Birliğinin sınır tanımaz üyeleri, dayanışma duygularımızla sizleri selamlıyoruz!” dedi. “Marx mı?” diye sordu bu kez Albert, Uluslararası İşçi Birliğini de, önderinin adını da duymuştu. “Marx tabii! Fikirler onun ama Birliğin Fransız seksiyonunun bildirisindendi bu cümleler” cevabını aldı.
Sonra bir ses böldü gecenin sessizliğini, birkaç el silah atılmıştı. Belleville tepesinde ne kadar komünar varsa hareketlenip barikatın başına gelmişti, kimileri tırmanmıştı barikatın en ucuna… “Saldırı tekrar başladı mı” diye sordu gerilerden birisi. Komünün yiğit savaşçılarından marangoz Andre, “Top atışları yok. İnfaz mangaları olabilir” dedi. “Belli olmaz, belki de bizimkiler birkaç monarşisti daha indirmiştir” diye cevapladı onu bir başkası…
Akşamüzeri düşen barikatlardan hâlâ duman tütüyordu. Belli belirsiz alevler şehrin dört bir yanından yükseliyor, gökyüzünü titreştiriyordu. İşçilerin Paris’i can çekişiyordu. “Tarihin gördüğü en iğrenç gecelerden biri!” dedi bir komünar, Albert sesin geldiği yöne baktığında çamaşırcı Celine’i gördü. Uzun dalgalı saçlarından bir bukleyi tutan Celine, Paris’in can çekişini izliyordu. Çimen yeşili gözleri donuklaşmış, yüzündeki çiller iyice belirginleşmişti. Kafasını çevirip tekrar Paris’e baktığında “o kadar güzel başlayan bir şeyin, bu kadar kötü bitmesi ne fena” diye düşündü Albert...
Bir süre bekledikten sonra ateşin başına doğru yürümeye koyuldu komünarlar, Zoe de bu sırada Albert’i bulmuş, yanına gelmişti. “Şimdilik sorun yok ama tetikteyiz” dedi Albert sevgili Zoe’sini görünce, “Sen biraz olsun dinlenebildin mi?” diye sordu.
“Ah evet!” diyerek devam etti Zoe: “Şans bu ya güzel bir rüya gördüm. Buz mavisi bir nehir, tepelerden ormanın içine akıyor. Kıvrıla kıvrıla… Kenarında ağaçlar serpilmiş, yemyeşil çimler boy atmış, rengârenk çiçekler gövermiş. Sanki hepsi nehirden besleniyor gibiydi Albert. Hatta su içiyordu benekli geyikler de!” Gülümsedi Albert, “şanslıyız, kelimelerle tablo çizmeye başladın yine!” diye takıldı. Omuz silkti Zoe, heyecanından kaybetmeden tamamladı: “Sanki sonsuza dek akacakmış gibiydi, öyle kudretli ve canlı.”
Bastıkça sertleşen toprağın üzerinde ateş başına doğru yürüyorlardı. “Kudretli ve canlı…” bu ifadeler Ethan’ı hatırlattı Albert’e, bir süredir zihninde evirip çevirdiği mısralar döküldü dilinden:
Eskitemedi hiçbiri onları
Ne kilit, ne parmaklık, ne de kirli duvar
Girdiler, yattılar ve çıktılar
Kilitleri, parmaklıkları, duvarları eskittiler
“Heey!” dedi Zoe: “Bu da nereden çıktı şimdi?” “Ethan ile konuştuk, Conciergerie’den!” diye cevapladı Albert. Hemen önlerinde yürüyen Andre konuşmalarını işitmiş ve kafasını çevirip gülümsemişti iki sevgiliye… Zoe, “Komün bir şair daha doğuruyor, görüyor musunuz yoldaş!” diye seslendi Andre’ye, bu sırada Albert’in de elini tutmuştu. Albert utanıp kızardığını hissetti, avuçları terlemeye başladı. “Demek sözün büyülü ezgisi sizi de sarıp sarmaladı” dedi Andre. “Biliyorsun benim aram sadece sayılarla iyidir, bu söylediğiniz Zoe’nin ustalığıdır” diye cevapladı onu Albert.
Andre Komün delegelerinden birisiydi; her şeyden önce ve her şeyin ötesinde tepeden tırnağa liderdi. Ailesinin pek çok ferdi Fransız Devriminin baldırı çıplaklarındandı, babası 1848’de dövüşmüştü. Üç kuşak devrimci… İnce, zayıf vücudundan beklenmeyecek bir atikliğe sahipti, hitabeti de güçlüydü. Sesi deli poyrazlar gibi insanın yüreğine eser, kuşlar gibi zihinleri uyandırırdı. Ama onu lider yapan esas yönü keskin insan tanıma yeteneği ve buna eşlik eden örgütçü kişiliğiydi.
“Bize bir şiir okuyun lütfen, hepimize” dedi Andre, Albert ise “kurtar beni” der gibi baktı Zoe’nin gözlerinin içine… Zoe de gülümsedi sevdiğine, Andre’ye dönüp “hay hay!” dedi. Ateş başında toplanmaya başlamıştı komünarlar; Zoe çıktı bir çuvalın üzerine, kendi arasında konuşan kalabalık fısıldaşmaya başladı, kesildi sonra tüm sesler… Herkesi tek tek süzdü Zoe, başıyla selam verip bir şiire başladı:
Yolun düşerse kıyıya bir gün
Ve maviliklerini enginin seyre dalarsan
Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla
Selamla onları yüreğin sevgi dolu
Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar,
Eşit olmayan bir savaşta…
Ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden önce
Sana liman gösterdiler uzakta.
Kimi zaman duraksayarak kimi zaman da sesini alçaltıp sonra hiddetlenerek okumuştu şiirini; ateşten yükselen alevler Belleville tepesindeki tüm komünarların önce yüreklerine oradan da Zoe’nin gözlerine sıçramıştı. Büyük bir ilgiyle dinledi herkes. Şiir bitince dizlerini kırıp başını öne eğerek reverans yapan bu genç komünar, o gün Belleville tepesindeki barikatın başında coşkunca alkışlandı.
Alkışlar dinerken “şairi kim” diye sordu genç bir komünar; “Rimbaud veya Hugo mu?” Karşılığında “Pierre-Jean de Béranger” yanıtını aldı Zoe’den. “Adını duymamıştım, Komünden yana ama değil mi?” sorusuna ise Zoe; “789 devriminin şairlerindendir Béranger ama yaşasaydı kesinlikle Komüncü olurdu” dedi. Gülüşmeler yükseldi ateş başından, genç komünar da biraz mahcup; “Haklı sayılırım işte duydunuz, yaşasaydı kesin Komünü savunurdu, belki de bize kendisi okurdu” dedi.
“Zoe sen Komünün ilanında burada değildin değil mi” diye sordu bir ihtiyar, onayladı Zoe çıktığı çuvalın üzerinden atlarken… “Ne muhteşem gündü” dedi şairin ismini soran genç komünar; “ama esas hikâye Montmartre tepesinde başladı biliyorsunuz. Ben 18. Bölge Güvenlik Komitesine bağlıydım, başımızda da devrime âşık Louise Michel ve Ferre... Alçak Vinoy toplarımızı elimizden almak istemişti. Montmartre’ın dik yokuşlarını tırmanarak topları nasıl yukarı çekip sakladığımızı hâlâ hatırlarım. Dile kolay 400 top! Vinoy’un birliği tepeye geldi önce, sonra da akın etti bizim kadınlar!”
“Ne yamandır bizim kadınlar, kadın komünarlar!” diye seslendi gerilerden bir ses, genç adam devam etti sonra; “Öyle tabii, askerlerle konuştular uzunca… Generaller üzerimize ateş emri verdiğinde hiçbir asker dinlemedi o emri! Hatta iki 1848 katili tutuklandı, oracıkta kurşuna dizildi.” Montmartre tepesinde olanları duymuştu Albert ama ilk kez dinlemişti ilk ağızdan; heyecan sarmıştı tüm benliğini…
“İşbirlikçi hükümet, kentin savunmasını bırakıp kaçmıştı. Mülklerini korumanın derdindeydi fabrikatör domuzlar da! Topları da Prusyalılara kaptırsaydık, halimiz niceydi” diye tamamladı onu ihtiyar. “Bir de utanmadan Komünün Prusya’nın işbirlikçisi olduğunu söylemişti tuzukurular!” dedi genç, lafını bitirdiğinde yere tükürmüştü.
Zoe aldı sözü: “Oysa bodur Thiers «ben Fransa’da ve Avrupa’da hep devrimden yana oldum» diye söyleniyordu. Şimdi Fransız milliyetçiliğiyle Alman milliyetçiliği el ele; Fransız ve Alman işçilere karşı!” Gerçekten de öyleydi, Prusya’nın uzun menzilli topları Paris’e doğru çevrilmişti, Fransa burjuva hükümeti ise onların desteğiyle girmişti Paris’e! “Şeytanın uşakları şeytandan da kötüdür. Komünü bastıracak orduyu kim kurdurttu? 100 bin esir askeri Versay’a neden verdi Prusyalı domuzlar?” dedi biri, gömleğinin kollarını kıvırıyordu konuşurken…
Çamaşırcı Celine girdi söze, geriye sarıp kuşatma günlerini hatırlattı; “tamı tamına beş ay boyunca Prusya her gün 6 bin bomba yağdırıyordu üzerimize; aydınlatmak için gaz, ısınmak için kömür yoktu. Hatta yiyecek ekmek bile! Dört franktı tereyağı” dedi. “Haklı! Midem sanki canlı bir hayvan gibiydi. Sürekli kendisini hatırlatırdı. Savaş dediğimiz şey, anlamadığımız ne varsa oydu işte” dedi ihtiyar komünar… Kambur bedeni vücuduna ağır geliyor olsa gerek, yere dayadığı tüfeğinden güç alıyordu.
“Ne iyi ettik de gönderdik şu süslü zibidileri sırtımızdan; on gün sonra Hotel de Ville’ye kızıl sancağın dikildiği, Komünün ilan edildiği gün hepimiz ağlaşıp sarılmıştık.” Böyle demişti Celine, bu sırada yumruğunu kaldırmıştı. Yıllar boyu kaynar suda pislik yuğan ellerinin, bembeyaz teninin en az 4-5 katı daha koyu olduğunu gördü Albert, içi cız etti. “Tüm Paris sokaklarında «Yaşasın Komün!» nidaları çınlıyordu. Dün gibi hatırımdadır” diyordu Celine bu sırada.
“Ya o sahte şöhret sembolü Vendome’un yıkıldığı an, sütunun paramparça oluşunu hatırlıyorsunuz değil mi” diye sordu genç komünar. “Barbarlık anıtıydı” diye cevapladı Andre. Albert’in gözünün önüne geldi o anlar... Onca kalabalık, asırlarca yıkılmayacakmış gibi duran beton sütuna bağlanmış halatlara nasıl asılmıştı. Büyük bir gümbürtüyle ve tozu dumana katarak yıkılmıştı heybetli sütun... Taşkın bir duygu yaratmıştı etrafını saran binlerce insanda, sevinçten Zoe’sini öpmüştü o an!
“Başka insanları gördük artık, başka tartışmaların içine girdik. Başka dünyaları gördük. Barbarlık çöktükçe yüceliyor insanlık” demişti Zoe… Mutluluk bir kuş misali uçuyordu yüreklerinin kafesinde. Şimdi de yanı başındaki Zoe, o günlerdeki gibi şen şakrak dinliyordu Komünün yapıcılarını…
“Peki ya hiç keşke diyenimiz oldu mu” diye sordu Andre, sessizleşti ortalık… “Asla!” diye ince bir ses yükseldi, küçük Varlin’di bu. Ona bakınca sanki çocuk olmak henüz icat edilmemiş diye düşünürdü insan. Küçük adamın kısacık ömrü fabrika köşelerinde geçmişti. Andre sesin geldiği yere dönüp; “Hey sessiz Varlin! Elindeki tüfek neredeyse boyundan büyük ama yemin edebilirim ki karşımızdaki koca ordunun toplamında sendeki yürek yok!” dedi. Gömleğinin bir düğmesini açıp yakasını sıyıran Varlin, geri tepen tüfeğinin omzunda bıraktığı morartıyı gösterdi. “Bizim olanı korumak için Andre!” dedi.
“Ne için keşke diyelim?” dedi birisi, herkesle birlikte sesin sahibine bakan Albert, Ethan’ı gördü. Ethan herkesin hislerine tercüman olan konuşmasını yaptı: “Savaşı ve içinde ne varsa hepsini reddettik. Sırtımızın kamburunu, midemizin ve yüreğimizin açlığını reddettik. Esirdik önceki Paris’te, şimdi özgürüz. Gökyüzünde kanat çırpan kuşlar kadar, deryaları dolaşan balıklar kadar özgürüz. Özgürüz tamı tamına 72 gündür! Çorağın içinden bir filiz yeşerttik, ayaklarıyla ezmeye kalktılar. Ama kökü derindedir, ne zaman yeniden yeşereceği belli olmaz. İsterlerse milyon kişi olsunlar, bir defa değil milyon defa yensinler bugün burada bizi. Sorarım size yine de haksız olan onlar, haklı olan ve dahası boyun eğmeyen biz değil miyiz? Emeği paylaştık, özgürlüğü paylaştık, gerekirse ölümü de paylaşırız. Neden keşke diyelim?”
“Çok yaşa!” dedi biri, “dizlerimizin üzerinde yaşamaktansa, kendi kaderimizin efendisi olmayı tercih ettik, keşke de nesi!” dedi bir başkası… Sırtında işçi ceketi, başında kasketi vardı, omzu sargılıydı. Albert ise konuşmanın başında ferahlamıştı ama Ethan sözlerini bitirirken buz kesmişti. Son cümlelerini söylerken taa gözlerinin içine bakmıştı konuşmacı. Bazı insanlar kimsenin göremediklerini görür, bazı insanlar içeriden hisseder ya, işte öyle…
Marangoz Andre aldı sözü: “Tüm Fransa emekçilerinin yüreğini Paris’e kattı Komün! Önce Paris, sonra Marsilya, Lyon, St. Etienne, Dijon, Narbonne… Fransa’nın dört bir yanını sardı devrim, ama tek tek yenildi. Başka türlüsü olsaydı dayanabilir miydi karşımızda sefil monarşistler!” “Tiksinç ve korkaklar” dedi biri, bir başka komünar ise “çekilmez aptallar!” diye bağırdı, sesini duyurmak istercesine barikatın öte yanına çevirmişti kafasını…
Yoldaşlarını yüreklendirerek konuştu Andre: “Belki yenileceğiz ama merak etmeyin ölümsüzdür Komün, ne amaçladıysak herkesin amacı; ne düşlediysek tüm insanlığın düşü… Nasıl ki bizimle başlamadıysa bizimle de bitmeyecek yoldaşlar! Yorulmak bilmeksizin dövüşecek bizimkiler; «Yaşasın Komün!» nidaları dünyanın dört bucağında çınlamaya devam edecek!”
Bir atın nal sesleri duyuldu karanlık gecede, ses yaklaştı ve nihayet atlı göründü. Herkes kafasını çevirip atlıya bakıyordu. Aceleyle siyah aygırından inen genç adamın gömleği kurumuş kan ve toprak içindeydi. Atının dizginlerini tutarak doğrudan doğruya Andre’nin yanına varmıştı. “Yoldaş Dombrowski raporunuzu istiyor. Kaç kişisiniz, yeterli teçhizatınız var mı?” diye sordu. Delici mavi gözleriyle haberciye bakan Andre, sakalını sıvazlayarak “90 kadarız, hepimizde tüfek ve revolver var. 2 de mitralyöz” yanıtını verdi.
Herkes Andre ile ulağa kilitlenmişti. Matarasından su içen ulak, hızlı bir şekilde tekrar atına bindi, “sabahın ilk ışıklarıyla birlikte tekrar yükleneceklerdir, güçlü bir taarruz bekleniyor. Savunabildiğiniz kadar savunun. Sizin ardınızda, yokuşun bitiminde bir barikat var, tutunamadığınızda oraya çekilin” dedi. “Vaziyet nasıl yoldaş?” diye sordu Andre. “Korkunç bir kasırganın ortasındayız, haydi kalın sağlıcakla!” diyerek atını mahmuzladı haberci… Acı bir sessizlik çöktü barikat başına, nal sesleri kayboldukça sessizlik ağırlaştı. Çamaşırcı Celine dokunaklı, titrek sesiyle başladı bir ezgiye, Kiraz Zamanı’ydı bu:
Gelince bize kiraz zamanı,
sevinçli bülbülle alaycı karatavuk bayram ederler.
Güzellerin başında kavak yelleri,
sevdalıların yüreğinde güneş dolaşır.
Gelince bize kiraz zamanı,
alaycı karatavuk ne güzel şakır.
Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa.
İlkbahar neşesiyle başlayıp aşk acısını anlatan bir ezgi gibi görünse de Komünün sembollerinden birine dönüşmüştü Kiraz Zamanı; yere düşen kiraz taneleri, barikatlarda katledilen komünarların kan damlalarını betimliyordu. Önce birkaç ses katıldı Celine’in sesine, sonra çok daha fazlası… Belleville barikatında düşman taarruzunu bekleyen komünarlar hep bir ağızdan, ölen yoldaşlarına saygı duruşunda bulunuyordu.
Kiraz zamanını hep seveceğim ben,
O zamandan beri yüreğimde taşırım
O açık yarayı!
Yanına oturan Ethan’a “korkmuyor musun” diye sordu Albert, “ölmekten mi” diye karşılık verdi Ethan. Genç yoldaşı başını sallayınca da bu kez koluna girerek konuştu: “Yaşamalıyız Albert. Nihai zafere kadar yaşamalıyız. Komün evlatlarını boş yere ölüme gönderecek kadar bonkör değildir. Ama bilmeliyiz ki ölüm de yaşam kadar hakikattir. İnsan, o kaçınılmaz son kendisini bulduğunda herhangi başka bir ödevi yerine getirir gibi onunla kucaklaşmayı bilmelidir.” Bir süre sustular.
Devam etti sonra dokumacı Ethan: “Korku insana zarar vermez, düşlerin zarar vermediği gibi. Şu ortada yanan ateşi görüyorsun değil mi? Ateş koru kül tabakasının altına gizlenir kimi zaman, fark edilmeyebilir, dışarıdan görülmeyebilir. Ancak oradadır işte! Varlığından taviz vermemiştir. Sen en iyisi mi yüreğinin cevherine sor. Ben bilirim ki o ateş durur orda!” Önce küçük bir çözüldü Albert, sonra koyverdi kendini, uzundur ağlamamıştı. İçindeki sıkıntıdan eser kalmamış arınmış hissediyordu.
Yavaş yavaş tan yeri ağarmaya başlıyordu. Kısa süre sonra gün doğacaktı.
***
Bir mermi vızıldadı Albert’in kulağının dibinde, kendisini siper ettiği duvardan taş parçaları dağıldı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte beklenen taarruz gerçekleşmiş, bir süre sonra da Belleville tepesindeki barikat düşmüştü. Yüreği devrim coşkusuyla dolu küçük Varlin bir obüs mermisiyle can vermişti oracıkta, çamaşırcı Celine de öyle! Ve daha pek çoğu… Kayıpların yüzü gözlerinin önüne geldi Albert’in, hiddetle uzanıp bir kurşun daha attı.
Yokuş aşağı dizilen işçi evlerinin arasından vuruşa vuruşa geri çekilmişlerdi. Geri çekilerek Belleville tepesinden aşağı doğru koşmuşlardı. Saldırının ilk anından bu yana bir dakika bile susmayan tehlike çanlarına doğru; aşağıdaki büyük barikatın hâlâ dayandığına işaretti bu çan sesi… Gece ulağın bilgisini verdiği barikata katılmışlardı nihayet! Fırsat bulup yarım metre daha yükseltmişlerdi hatta. Dört bir yandan getirilen her türlü yıkıntı, moloz… Taşların arasına saplanan demir çubuklar mızraklara benziyordu.
Ama nafile, burayı da tutamıyorlardı şimdi! Saatler süren çatışma sonucu kevgire dönmüştü tüm sokak, yüzlerce oyuk oluşmuştu. Güm güm atıyordu Albert’in yüreği, ruhu paramparçaydı, kabına sığmaz bir öfke doluydu. Beşinci taburun kasketleriyle, altıncı alayın bayraklarını seçebiliyordu Albert, karşılarında ordunun en az üçte biri duruyordu. Bir arı kovanının savaş vızıltısına benzeyen korkunç bir uğultu duyuluyordu. Düşman sonsuz mermisini boşaltırken üzerlerine Albert, tüfeğini doldurup tekrar ateşledi. Onun hemen sol çaprazında, bir evin önünde dizinin üzerine çökerek çarpışan Andre, “Yoldaşlar geri çekiliyoruz. Père-Lachaise’ye!” dedi. Önünde durduğu evin güneş yansıyan camı, kızıl bir yangını andırıyordu.
Kendilerini barikatın hemen ardındaki mezarlığa atmaya başladı komünarlar; Père-Lachaise’ye! Son kurşununu da atıp tüfeğini kenara bıraktı Albert, Zoe’nin hemen ardında mezarlığa doğru koşarken revolverini çekmişti. Ağaçlarla bezeli mezarlığın derinlerine doğru koşturuyorlardı, arkalarında düşman! Koşuyorlardı, kendilerini bir mezar taşının arkasına atıp silahlarını ateşliyorlardı, sonra yine koşuyorlardı.
Düşman mitralyözünün ateşler savuran homurdanışı artmıştı. Çok geçmedi, kurşunu bitti Albert’in, gözünü yoldaşlarından ayırmadan artık sadece koşuyordu. Ayağı kaydı sonra, doğrulmaya çalışırken başının yanından geçen bir merminin vızıltısını duydu. Durdu. Kalbi çılgınca vuruyordu. Sonra üzerinde korkunç bir ağırlık hissetti, gözleri karardı. Üstüne kapaklanmışlardı.
Şehrin dört bir tarafından bir anons yükseliyordu: “Paris sakinlerine! Fransız ordusu sizi kurtarmaya geldi. Paris artık özgür! Saat 4 itibarıyla askerlerimiz son isyancı noktasını da ele geçirdi. Bugün savaş sona erdi. Düzen, çalışma ve güvenlik yeniden sağlandı.” Paris nicedir yıkık dökük bir şehirdi; önce Prusyalı, sonra Fransalı egemenlerin toplarıyla delik deşik edilmişti. Bu anonsun duyulmasıyla yürekten acılı bir şehre dönüştü artık işçilerin Paris’i, yiğit çocuklarının lekesiz anılarına gözyaşı döküyordu.
Albert ayıldığında Zoe’nin gözlerini buldu tam karşısında, “kurtulduk” diye düşündü. Kafasını kaldırıp çevresine baktığında onlarca yoldaşıyla birlikte esir düştüklerini anladı, içi cız etti. Bir duvarın dibindeydiler, yağmur yağıyordu hafif hafif, Zoe’nin kolları arasındaydı. Karşılarında onlarca asker silahını doğrultmuştu. Komünarlar ise silahsızdılar, bağırıp küfürler savuruyorlardı. Elden ancak bu geliyordu o an! Ayağa kalktı Albert, “İyi misin” dedi Zoe, onaylarcasına başını salladı. “Doludizgin sevdim” dedi Zoe, “çok sevdim” diye karşılık verdi.
Hiddetten buruşmuş suratıyla bir General, “Bir böcek gibi ezildiniz. Hepiniz derhal kurşuna dizileceksiniz!” dedi. Bir komünar “Haydutlar! Paris’i Parislilerin elinden kurtardınız, ne büyük onur!” diye alaycı bir şekilde cevapladı onu; Andre’ydi bu. Komünarlar yan yana dizilmiş, zalim Versay’a bir kez daha meydan okuyorlardı. Ama bu kez silahsız… “Bir lağım faresi kadar tiksindiricisiniz” diye bağırdı bir komünar, yerden aldığı toprak parçasını askerlere doğru atmıştı. Bir komünar gömleğinin iki yakasından tutup bağrını açmış, bir başkası bacağı yaralı yoldaşının koluna girip onu ayağa kaldırmıştı. Bir diğeri göğsüyle siper olmuştu bir başkasına...
“Asker! Nişan al!” diyen generalin sesi duyuldu. Albert ile Zoe el ele tutuştu, sıkı sıkı! İnce yağmur damlaları ılık ılık düşüyordu yüzlerine… Komünarların sesleri daha da gürleşti: “Yoldaşlar, hoşça kalın. Yoldaşlar! Kavga, sonuna kadar kavga!” dedi birisi, “Yaşasın Komün!” diye eklendi ona pek çok ses. “Zafere kadar, daima” dedi biri, Ethan’dı bu! Yaşıyordu demek… Albert’in yüreği onun sesini duyunca gururla dolmuştu. Göz göze geldiler, her zamanki gibi gülümsedi Ethan.
Duvara sırtını yasladı bir çocuk: “İşte buradayım, ateş!” Varlin geldi Albert’in aklına o an… “Sizi beş para etmezler sürüsü” diye bağırdı hemen yanı başındaki Zoe, Andre ise “71 gün özgür yaşadım, artık ölüm umurumda değil” dedi. Dayanamayıp yüreğinin tüm hiddetiyle bağırdı Albert; “Biz şimdi öleceğiz ama bizimkiler bilecekler bunu niçin…” Bir gümbürtü koptu. Kurşun seslerine “Yaşasın Komün” sloganları karışmıştı. Karnında keskin bir sancı hissedip yere düştü Albert.
Sırt üstü yatıyordu artık, az önceki bağırışlardan eser kalmamış, sessizlik çökmüştü. Gökyüzünde, belki beyaz, belki de mavi belirsiz bir sevimli renk vardı. Diğer yandan yağmur çiselemeye devam ediyordu. Yağmur damlaları Ethan’ı, dostunun zindandaki anısını hatırlattı ona. Yüzüne düşen beyaz yağmur damlalarını seyrederken “insan kiminle yürüyorsa ona dönüşüyor” diye geçirdi içinden… Zoe’si geldi aklına, “ah benim papatya mevsimim” diye düşündü, aşkla doldu yüreği… Bahar gelmiş, doğa tüm cömertliğiyle kendisini dışa vurmuştu. Albert tepesinde duran ağaçlara, ağaçların dallarına baktı. Tomurcuklar patlamıştı dallarda, dört bir taraf bahar çiçekleriyle bezenmişti. Zoe’nin rüyası geldi aklına, kendisini canlı ve kudretli bir nehrin kollarından biri gibi hissediyordu. Gözleri yavaş yavaş kapanırken “yaşam yenileyecek bizleri” dedi, “mutlaka!”…
***
Atıldı son kurşun, son barikat da düştü
Ne umut ölmüş ne de cesaret yok olmuştu
Yenilmişti Komün ama teslim olmamıştı
Ezilmişti işçilerin Paris’i ama boyun eğmemişti!
Mümkün olsa keşke, kalplerini söker
Düşmana sıkarlardı son bir kurşun diye…
Mesele özgürlüğü çekmekse ciğerlere
Değil 72 gün, bir an bile olsa; değer diye!
Tepeden tırnağa insandılar
72 gün sanki yıldızlara dokundular
Yenisi açılmak üzere kapanırken perde
Bir vasiyet bırakmışlardı geriye:
“Boyun Eğme Ey İnsan!”
28 Mayıs 1871’den, yani Komünün son barikatının düşüşünden hemen iki gün sonra Enternasyonal Genel Konseyinde şöyle bir tebliğ sunar Marx: “İşçi Paris, Komünü ile birlikte yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının soylu yüreğinde yaşayacaktır. Cellâtlarını ise tarih, daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çiviledi ve rahiplerinin tüm duaları, onların günahlarını bağışlatamayacaktır.”
link: Yılmaz Seyhan, Komünün Son Barikatı: Boyun Eğme Ey İnsan!, 29 Mayıs 2022, https://marksist.net/node/7652
Yangın Tehlikesi Kapıda, İktidar Yine Rant Peşinde!
Proleter Şoförün Hikâyesi