Yirmi yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarı kutuplaştırma politikasını en ustaca yürüten ve bu politikanın ekmeğini fazlasıyla yiyen siyasi parti olmayı başardı. Ne var ki AKP’yi iktidara taşıyan ve yürüttüğü kutuplaştırma siyasetinin başarılı olmasını sağlayan toplumsal ve siyasal koşullar değiştikçe kutuplaştırma siyasetinin etki gücü azalmaya başladı. AKP, iktidarının ilk on yılı boyunca muhafazakâr kesimleri darbe tehlikesi ve başörtüsü yasakları üzerinden yürüttüğü mağdurluk propagandasıyla konsolide ederek iktidarını sağlamlaştırdı. Ancak Gezi protestoları süreciyle birlikte iktidarda kalabilmek ve Erdoğan’ın başkan olabilmesi için gerekli zemini yaratmak için dinsel ve muhafazakâr dayatmalara ve özel hayata yönelik müdahalelere hız verdi. Gezi’nin hemen ardından “Kürtaj konusundaki sınırlamalar, alkol konusundaki yasakçı düzenlemeler, mevcut zorunlu din dersine ilaveten «seçmeli» denilerek müfredata eklenen iki yeni din dersinin pek çok okulda yukarıdan dayatmayla zorunlu dersler haline getirilmesi, imam-hatip okullarının sayısının sıçramalı bir şekilde arttırılması, bunu yaparken kimi yerlerde normal liselerin kapatılması, okullarda ve yurtlarda kızlarla erkekleri birbirinden yalıtma girişimleri, stüdyo tipi dairelerin «Türk aile yapısına uygun olmaması» gerekçesiyle yasaklanması vb. derken, bunlara bir de Erdoğan’ın kız ve erkek öğrencilerin birlikte kaldıkları evlerin denetlenmesine ilişkin gerici çıkışı”[1] gibi adımlarla kutuplaştırma siyasetine devam edildi.
Gezi süreciyle birlikte bu siyaseti iyice keskinleştiren Erdoğan 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandı. Ne var ki 7 Haziran 2015’te aynı sonucu alamadı ve AKP tek başına iktidar olamadı. Haziran sonrası süreçte çeşitli provokasyonlar düzenleyerek, “çözüm” sürecini sonlandırıp milliyetçiliği tırmandırarak korku atmosferini körükleyen AKP bu sayede Kasım 2015’te tekrar iktidar olabildi. 15 Temmuz 2016’dan sonra ise adım adım faşist rejimi kurumsallaştırırken, sürekli olarak muhalif kesimleri “FETÖ”cülükle ve PKK’li olmakla suçlayıp baskı altına almayı başardı. Ancak 2018 Ağustosu bir kırılma noktası yarattı. Nicedir kötü giden ekonomi artık SOS sinyalleri vermeye başlamıştı. Zaten ekonomik gidişatın nereye varacağını tahmin eden AKP normalde Kasım 2019’da yapılması gereken genel seçimleri Haziran 2018 tarihine çekerek hedefine ulaşmıştı. 2018 Ağustosunda ABD’li rahip Brunson meselesi patlak vermiş ve dolar bir anda 7,5 liraya fırlamıştı. Birkaç ay içinde ekonomideki gidişat emekçileri daha hızlı vurmaya başladı. Erdoğan başlangıçta elindeki tüm medya ve devlet olanaklarını kullanarak ekonomik krizi yok saymaya çalışıp yine “dış güçler” yalanına sarılmıştı. Fakat tüm gücüyle algıları değiştirmeye çalışsa da hayatın gerçekliği farklı ilerliyordu. 2019 kışıyla birlikte ekonomik krizin derinleşmesi, gıda fiyatlarının hızla artması, hatta soğan ve patatesin fiyatının fahiş derecede yükselmesi AKP’nin tanzim çadırları açmasıyla sonuçlanmıştı.
Ekonomik krizin inkâr edilemez noktaya gelmesiyle birlikte aslında AKP’nin kutuplaştırıcı politikaları etkisini yitirmeye başladı. Nitekim ekonomik krizin kitlelerde yarattığı etkiyle AKP, büyük bir oy kaybı yaşayarak Mart 2019 yerel seçimlerinde İstanbul, Ankara, Antalya gibi büyük şehirleri kaybetti. Elbette ki oy kaybının tek sebebi ekonomik kriz değildi. Diğer pek çok sebebin üzerine ekonomik krizin eklenmesi etkiyi arttırmıştı. Bu süreçlerde iktidar sürekli olarak milliyetçiliği tırmandırmaya yönelik söylemlerine ve provokatif eylemlerine devam etti. Ancak ekonomik kriz ilerledikçe bu söylemlerin etkisinde zayıflamalar başladı. Ekonomik krizle birlikte içeride sıkışan rejim dış politikada da gittikçe sıkışıyordu. Ekonomideki kötü gidişatı emekçi kitlelerin gözünden kaçırmak için bu defa dışarıda birtakım maceralara yöneldi. 2019 Kasım ve 2020 Şubat aylarında Suriye’ye yapılan askeri harekâtlar, Libya’ya asker gönderilmesi gibi hamleler de beklenen etkiyi yaratmadı. İyice köşeye sıkışan AKP’nin imdadına bu defa pandemi yetişti. Bu süreçte gerekli sağlık önemlerini almak bir yana dursun, bir taraftan sürekli rakamlarla oynanarak gerçekler gözden kaçırılırken diğer yandan pandemi yasakları örgütlenmenin önüne bir engel olarak çıkarıldı. Oluşturulan korku atmosferi ile insanlar evlerine kapatıldı, sendikaların, derneklerin, partilerin ve diğer sivil toplum örgütlerinin kongreleri ertelendi ve etkinlikleri yasaklandı. 1 Mayıs başta olmak üzere işçi eylemleri pandemi yasaklarıyla fiilen engellendi. Ancak pandemi sürecinde milyonlarca işçinin ücretsiz izin adı altında işsiz bırakılması, hiçbir geliri olmadan aylarca evlere tıkılan emekçilerin durumunu daha berbat hale getirdi. Korku atmosferinin dağılmasıyla birlikte işsizlikten ve yoksulluktan bunalan kitlelerin tepkisi gittikçe artmaya başladı. AKP’nin büyük salonlarda “lebalep” kongreler yapmasına karşın insanları evlerine tıkması bu tepkileri daha da büyüttü.
Sürekli anketler yaptıran AKP toplumsal tabandaki erimeyi durdurmak için birtakım hamleler yapmaya başladı. İlkönce Ayasofya’nın ibadete açılma meselesi tartışılmaya açıldı. Pandemi bahane edilerek eylemleri yasaklayan AKP, 2020 Temmuzunda Ayasofya’yı on binlerce insanın katılımıyla ibadete açtı. Diyanet İşleri Başkanının elinde kılıçla minbere çıkması, verdiği hutbede “bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar. Vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar” şeklinde konuşması başta CHP olmak üzere burjuva muhalefetin Atatürk’e hakaret edildi tepkisi ile karşılaşmıştı. Ayasofya’nın açılmasının Cuma gününe denk getirilmesi, Ali Erbaş’ın kılıçla minbere çıkması ve ettiği sözler son derece bilinçliydi ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştirme amacı taşıyordu. Ayasofya’nın açılması Saadet Partisi başta olmak üzere diğer muhafazakâr tabanlı partilere de bir mesaj niteliği taşıyordu. Ancak AKP’nin oynadığı bu koz da istedikleri ölçüde uzun süreli bir etki yaratmadı. Ayasofya meselesi en çok bir iki hafta kadar toplumun gündemini meşgul edebildi. Sonrasında ise ekonomik krizin yarattığı yakıcı sorunlar emekçilerin başlıca gündemi olmaya devam etti. Bu defa AKP iktidarı muhafazakâr tabanını tutmak için kutuplaşmayı tırmandıracak yeni bir hamleyi devreye soktu. 2021 Martında Erdoğan bir gece yarısı kararnamesiyle Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesinden çekildiğini duyurdu. Sözleşme, 2011’de imzaya açılmış ve ilk olarak Türkiye tarafından imzalanmıştı. Ancak Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesinden çekilmesinin yarattığı etki hiç de AKP’nin istediği gibi olmadı. Bu adım başta kadın örgütleri olmak üzere toplumun her kesiminde büyük bir tepkiyle karşılandı. Hatta Erdoğan’ın kızının da yönetiminde yer aldığı Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) bir açıklama yaparak yarım ağızla da olsa İstanbul Sözleşmesinin kaldırılmasına karşı çıktı. Sonuçta toplumun yüzde 70 gibi büyük bir kesimi İstanbul Sözleşmesinin kaldırılmasına karşı çıktı. Bu hamlesiyle kutuplaştırmayı tırmandıracağını düşünen AKP amacına ulaşamadığı gibi kadına yönelik şiddetin artmasındaki rolünü de tescillemiş oldu.
Pandemi sürecinde toplumsal eylemlerin önüne geçici olarak geçen AKP, toplumda biriken tepkinin farkında olarak tepkileri sürekli farklı noktalara çekmeye çalıştı. Ancak elinde pek de malzeme kalmamıştı. Bu defa da sokağa çıkma yasakları sürecinde alkollü içki yasağı getirilmeye çalışıldı. Pandemiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bu yasak kuşkusuz yine yapay bir tartışma ve kutuplaşma yaratmayı amaçlıyordu. Ancak bu hamle de kısa sürede boşa çıktı. Muhafazakâr kesimleri kendi arkasında tutmaya çalışan iktidar son dönemlerde ise çok daha zavallıca söylemlere başvurmaya başladı. İktidarın fetvacısı Hayrettin Karaman “Alevi ile evlenmek” sorusuna şu yanıtı vermişti: “Eğer bilerek Aleviliğini koruyorsa, Alevilere ait olup İslam ile bağdaşması mümkün olmayan inançları ve uygulamaları muhafaza ediyorsa o genç ile Sünni bir kız evlenemez.”[2] Gelen tepkiler üzerine internet adresinde bu paylaşımı kaldıran Karaman sözlerinin çarpıtıldığını söyledi ve “gençken arkadaşlarımın çoğu Aleviydi” demek zorunda kaldı. İktidarın resmi fetvacısı Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın açıklamaları da aynı şekilde iktidarın yaptıklarını meşrulaştırmaya ve yapay kutuplaştırmaya hizmet amacı taşıyor. Ali Erbaş bir açıklamasında şöyle diyor: “Cahiliye döneminde birinin evine vardıkları zaman mahremiyete saygı göstermez, dünya ve ahiret saadetini temenni etmek olan selamı da bilmezlerdi. «Sabahınız hayat olsun», «akşamınız hayat olsun», «aydın olsun» gibi sözler söylerlerdi. Bizde bazı kimselerin kullandığı «günaydın», «tünaydın» ifadelerine benzer ifadelerdi bunlar.”[3] İnsanları selamünaleyküm ve günaydın diyenler olarak bile bölmek istemesi, buradan bir tartışma çıkartma gayreti tam anlamıyla rejimin çaresizliğinin geldiği düzeyin bir göstergesidir.
Tabandaki erimeyi durdurmak ve tabanı konsolide etmek için AKP’nin söylemediği yalan, başvurmadığı yöntem kalmadı. Aslında içine düştüğü bu durum bataklıktan kurtulmaya çalışan birisinin her çırpınışta batmasının çok somut bir örneğidir. Nitekim Hayrettin Karaman ve Ali Erbaş’ın kimi açıklamaları dindar kesimleri de kızdıran, “bu kadar da olur mu” dedirten bir durum yaratmıştır. Öyle ki bu açıklamalardan bazıları AKP’nin destekçisi konumunda olan tarikatları dahi zor durumda bırakmıştır. Özetle rejimin bugüne kadar tepe tepe kullandığı kutuplaştırma politikaları iyice aşınmış durumdadır. Elbette ki rejim bundan sonraki süreçte en sığ, basit ve pespaye yalan ve söylemlerle toplumu ayrıştırmaya kutuplaştırmaya devam etmeye çalışacaktır. Ancak bunun istenilen etkiyi yaratmayacağı açıktır. Çünkü başta ekonomik kriz ve toplumdaki bazı sosyolojik değişimler iktidarın kutuplaştırma siyasetinin zeminini zayıflatmıştır.
Değişen nesnellik
AKP iktidarının nasıl bir sosyolojik yapı üzerine oturduğunu ve hangi dinamiklerden beslendiğini anlamak için 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin rolünü ortaya koymak gerekiyor. ’80 öncesi döneme baktığımızda Türkiye’de nüfusun %60’ı kırda yaşıyordu. Başta İstanbul olmak üzere sanayi işçilerinin yoğunlaştığı kentlerde ise sendikaların ve sol hareketin örgütlü olduğu bir durum söz konusuydu. Ancak ’80 darbesi sınıf hareketine büyük bir darbe indirdi. Sendikalar, partiler ve dernekler kapatıldı. 80’li yılların başından itibaren köylerden kentlere hızlı bir nüfus akışı oldu. 90’lı yıllara geldiğimizde nüfusun %60’ı kentlerde yaşamaya başlamıştı. Fakat geçmişten farklı olarak, yeni gelen kitlelerin kentlileşme süreci çok uzun sürecekti. Bir nevi, bir yanı kent, bir yanı köy olan bir durum söz konusuydu. Üstelik emekçi kitleleri örgütleyebilecek bir sol hareket de yoktu. Sol hareketin zayıf olduğu bu ortamda, boşluğu 12 Eylül faşizminin önünü açtığı tarikatlar doldurdu. Zira emekçi kitlelerin sol eksende örgütlenmesi egemenler tarafından büyük bir tehlike olarak görülüyordu.12 Eylül faşizminin asıl amacı sınıf kimliğinin oluşmasının önüne geçmekti. O nedenle tarikatların da son derece planlı ve kontrollü bir şekilde önü açılmıştı. Sanattan spora hayatın her alanında 12 Eylül faşizminin izleri vardı. Örneğin “ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu” cümlesi o dönemde yaratılmak istenen insan profilinin bir özetiydi. Yani “ne yaparsan yap, etliye sütlüye karışma” deniliyordu.
Tarikatlar emekçi mahallelerinde çeşitli çalışmalar yürüterek kent cangılında dışlanmışlık ve sahipsizlik hissi içindeki emekçileri dini kimlikler ve aidiyetler üzerinden etkiliyor ve örgütlüyordu. Tarikatların örgütlediği kitleler muhafazakâr partilerin oy deposu haline geliyordu. Diğer taraftan 28 Şubat sürecinin öncesinde ve sonrasında statükocu-Kemalist asker-sivil bürokrasinin muhafazakâr kesim üzerinde yarattığı korku bu kitleleri tarikatlara doğru iterken, kültürel kimliklerine de daha fazla sarılmalarına neden oldu. Bu dönemde köpürtülen “laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor” propagandası, mütedeyyin kesimleri baskı altına almanın, seküler kesimleri ise kışkırtarak statükocu egemenlerin arkasına yedeklemenin aracı kılınmıştı. Öte yandan Kürt halkına uygulanan zulmü doruğa tırmandıran egemenler, Türk emekçileri Kürt düşmanlığı üzerinden azgın bir milliyetçilikle zehirliyorlardı. İşte AKP 2002’de böylesi koşulların şekillendirdiği bir toplumsal kesitte iktidar oldu. Nitekim 2001 ekonomik krizinin etkisiyle bunalan kitleler AKP’yi iktidara taşıdılar. AKP iktidarı ilk 10 yılında kendini iktidara taşıyan muhafazakâr ve mütedeyyin kesimlerin korkularını kullanarak statükocu-Kemalist asker-sivil bürokrasi karşısında iktidarını sağlamlaştırdı.
Ekonomi alanında ise Kemal Derviş’ten devralınan politikalara devam edildi. Aslında Kemal Derviş’in uyguladığı acı reçeteyi toplum içmişti. AKP ise ekonomik toparlanmanın yaşandığı bir dönemde iktidarı devralmış oldu. AKP iktidarının ilk dönemlerinde dış sermayenin Türkiye’ye akması, ucuz kredinin önünün açılması ekonomide belirgin bir düzelmeye yol açmıştı. Bu dönemde yaşanan teknolojik atılım sayesinde dünya çapında üretkenliğin artması, tüketim maddelerinin ucuzlaması, internet ve kredi kartının yaygınlaşması kitlelerde bir “konfor” algısı yarattı. AKP kısa zamanda kendi arkasında örgütlenen sermaye gruplarını büyütüp geliştirdi. Bir süre sonra mücahitler artık müteahhit olmuş, AKP’nin arkasına yedeklenen küçük sermaye kesimleri aldıkları büyük devlet ihaleleriyle büyük holdinglere dönüşmüştü. Tabii bu süreçte “bir lokma bir hırka” söylemini bir tarafa bırakan tarikatlar da birer holding haline gelmişlerdi. Ancak AKP’yi iktidara taşıyan mütedeyyin emekçi kesimlerin bu hızlı sınıfsal ayrışmayı kavraması epey bir zaman alacaktı. Varlık içinde yüzenlerin yaşam biçimi de çok değişmişti. Lüks içinde yaşayan bu kesimlerin yaşamları AKP’yi destekleyen yoksul emekçilerden kalın çizgilerle ayrılıyordu. Yani onlar artık “ayrı dünyaların” insanlarıydı. Örneğin AKP imam-hatiplerin sayısını keyfi bir biçimde arttırarak yoksul mütedeyyin insanların çocuklarını bu okullara yönlendirirken, varlıklı kesimler çocuklarını yurtdışında veya Türkiye’deki en iyi okullarda okutmayı tercih ediyordu.
AKP uzun yıllardır iktidarda ve bu süre neredeyse çeyrek asra tekabül ediyor. Kendi tabanını sürekli tahkim etmeye çalışsa da bu süreçte yaşanan çok yönlü değişimin karşısında durması mümkün değildi. Nitekim 20 yıl içinde özellikle şehir yaşamının dönüştürücü etkisi ile muhafazakâr emekçiler de büyük bir sosyal dönüşüm geçirmiş, özellikle gençlerin dünyaya bakışları, alışkanlıkları ve tercihleri köklü bir değişime uğramıştır. AKP’nin imam-hatip dayatmasının tutmaması ve açılan okulların boş kalmasının en büyük sebebi budur. AKP’li egemenlerin içine düştükleri yolsuzluk batağının, şatafatlı yaşamların artık çok daha fazla farkında olan mütedeyyin emekçilerin büyük bir kısmı, “onlar çocuklarını özel okullarda okuturken biz neden imam-hatibe göndererek geleceksiz bırakalım” düşüncesiyle çocuklarını imam-hatiplere göndermekten uzak durmaktadır. Şehir yaşamı ve kapitalizm ile hemhal olan muhafazakâr kitlelerde kadınlar daha fazla sosyal hayata karışmış ve hak bilinci kadınlar arasında geçmişe oranla daha fazla gelişip yaygınlaşmıştır. İstanbul Sözleşmesinin kaldırılmasına gösterilen tepki de bu değişimin bir sonucudur.
Köyden hızla şehirlere akan kitlelerin kısa sürede dönüşmesi mümkün olmuyor. Bugün yaşanan sıkıntıların asıl kaynağı işte bu dönüşümün zaman almasıdır. Büyük şehirlerde yaşayan, buralardaki fabrika ve işyerlerinde çalışan milyonlarca emekçi, nesnelliğe rağmen kendisini sınıfsal değil etnik, dinsel, kültürel kimlikler üzerinden ifade ediyor. İşte AKP’nin de tepe tepe kullandığı ve toplumu kutuplaştırdığı politikalar bu gerçekliğin üzerine oturuyordu. Ne var ki bu durum değişirken AKP’nin üzerine bastığı nesnel zemin de kaymaya devam ediyor. Köylerden kentlere göç eden emekçi kitleler geçen sürede ağır bir dönüşüm yaşarken, kentlerde doğup büyüyen genç kuşakların yaşam biçimi, beklentileri ve alışkanlıkları AKP’nin ortaya koyduğu politikalarla tezatlıklar oluşturuyor. AKP iktidarı tüm gayretlerine rağmen istediği gibi “kindar ve dindar” bir nesil yetiştiremedi. Alttan gelen kuşaklarla AKP’nin politikaları arasında artık bir kan uyuşmazlığı söz konudur. Nitekim yapılan araştırmalara göre genç kuşakların yüzde 70 gibi ezici çoğunluğu AKP’yi desteklemiyor ve politikalarından hazzetmiyor.
Özellikle ekonomik krizin bindirdiği ağır darbeler kutuplaştırma siyasetini büyük oranda zayıflatmış bulunmaktadır. Ancak bu, kutuplaşma zemininin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. AKP iktidarını destekleyen hâlâ belli bir kitle vardır. Ancak bu kitle geçmişe göre hayli küçülmüştür ve küçülmeye devam etmektedir. Söz konusu politikaların geniş kitleleri etkilemesi artık pek mümkün değildir. Bununla birlikte kutuplaştırma siyasetinin tek belirleyeni sosyolojik temeller değildir. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi, muhalefetin durumu ve izlediği politikalar da temel belirleyenlerdendir. Burada CHP’nin seküler kesimleri arkasında yığmak için sürekli Atatürkçülük ve laiklik söylemini sivriltmesi AKP’nin kutuplaştırma siyasetine fazlasıyla hizmet etmiştir.
Örgütsüz emekçi kitlelerin egemenler tarafından istenildiği gibi yönlendirileceğini, her türlü manipülasyona ve kara propagandaya açık olduğunu yaşayarak görüyoruz. Bugün Türkiye’de kentleşmenin artması kapitalizmin gelişmesi işçi sınıfını büyütmüş ve daha modern bir işçi sınıfı profili ortaya çıkmıştır. İşçilerin kendilerini sınıfsal kimlikleriyle ortaya koymaları için gereken zemin fazlasıyla olgunlaşmıştır. İşte burada sınıf devrimcilerine büyük görevler düşmektedir. İşçi sınıfı ve geniş emekçi kitleler faşist rejimin ve sermayenin ağır saldırıları altındadır. Bu noktada faşist rejime olduğu kadar kapitalizme karşı da yükseltilmesi zorunlu olan mücadelede emek cephesinin büyütülüp geliştirilmesi büyük bir önem taşıyor. Son verilmesi gereken emekçiler arasındaki yapay kutuplaşmadır. Yaratılması gereken ise işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki kutuplaşmanın derinleştirilmesi, işçi sınıfının sınıf bilincini kuşanarak kapitalizme son vermesidir.
[1] İlkay Meriç, Sıkışan AKP’nin Muhafazakârlık Salgısı Artıyor (Aralık 2013), marksist.com
link: Hakan Sönmez, AKP’nin Kutuplaştırma Siyasetinin Sonu Geliyor, 13 Ocak 2022, https://marksist.net/node/7554
Göçmenler Neler Yaşıyor?
Covid-19 ve Sağlık Sistemindeki Çöküş