İki yıl önce büyük bir isyanla sarsılan Şili, 2021 Mayısında yapılan Kurucu Meclis seçimlerinin ardından Kasım ayında başkanlık ve parlamento seçimleri için sandığa gitmişti. İlk turda yeterli çoğunluk sağlanamadığı için 19 Aralıkta ikinci turu yapılan başkanlık seçimini sosyalist ittifakın[1] adayı Gabriel Boric %56 oyla kazandı. İlk turdan galip çıkan faşist aday Juan Antonio Kast ise solun ikinci turda blok olarak Boric’i desteklemesi sayesinde büyük bir farkla yenilgiye uğradı.
Arjantin’e kaçıp daha sonra Şili’ye yerleşen bir Nazi subayının oğlu olan, Pinochet rejiminde bakanlık ve danışmanlık dahil üst düzey görevler almış bir aileden gelen, neoliberal politikaları azgınca savunan Kast gibi bir faşistin mağlubiyetini Şilili emekçiler doğal olarak bayram havasında kutluyorlar. Şilili emekçilerin bu sevincini tüm dünyadaki sınıf kardeşleri de içtenlikle paylaşıyorlar. Ne var ki, pek çoklarının yaptığı gibi bu sonucu “faşizme ve kapitalist saldırı politikalarına indirilmiş güçlü bir darbe” olarak değerlendirmenin gerçeklikle bağdaşmadığını bilmek ve boş yanılsamalara kapılmayıp bundan sonra yaşanacaklara hazırlıklı olmak gerekiyor. Şili’de son iki yılda yaşananları kısaca hatırlatalım.
2019 Ekiminde Şilili öğrencilerin ulaşım ücretlerine yapılan zammı turnikelerden atlayarak geçip protesto etmesiyle başlayan eylemler büyük bir toplumsal hareketi tetiklemişti. Milyonların sokağa döküldüğü, kitlesel grevlerin yaygınlaştığı ve toplumun hızla politikleştiği bir devrimci durum ortaya çıkmıştı. İşçiler, emekçiler, gençler, birbiri ardına gelen zamlara, yoksulluğa, eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı anti-kapitalist sloganlarla ayağa kalkarken, egemenlerin buna yanıtı orduyu göreve çağırmak olmuştu. Ne var ki hareket, sokaklara inen tanklara, ilan edilen sıkıyönetime, onlarca insanı katleden dizginsiz devlet terörüne rağmen bastırılamamıştı. Şilili emekçilerin en temel taleplerinden biri de, Pinochet rejiminin neoliberal amentüsü olarak halen yürürlükte olan anayasanın emekçilerin çıkarlarını esas alacak şekilde kökten değişmesiydi. Sokaklar “neoliberalizm burada doğdu, burada gömülecek” sloganlarıyla inliyordu. Sekiz bakanın görevden alınmasına ve iyileştirme vaatlerine rağmen devam eden isyan karşısında devlet başkanı Sebastian Piñera, hareketi pörsütmek ve düzen sınırlarına hapsetmek üzere çeşitli manevralara girişmişti. İlk adım, anayasanın değiştirilmesi meselesinin halka sorulması için bir referanduma gidilmesi kararının alınmasıydı.
Bu karar, “Şili’de barış ve kamu düzeninin yeniden tesisine olan bağlılıklarını” garanti eden reformist partilerin desteğiyle Meclisten geçirildi. Böylece milyonlarca insanın ayağa kalkıp anayasanın değiştirilmesini istediği bir ülkede, siyasi iktidar “acaba halk anayasanın değiştirilmesini istiyor mu, bir soralım bakalım” demiş, reformistler de bunu “tamam o zaman, kitleleri eve döndürelim” diye yanıtlamışlardı! Yükselen mücadele dalgasına ihanet niteliği taşıyan bu uzlaşmanın arabulucusu ise Gabriel Boric’ti. Fakat sokaktaki emekçiler bunca bedel ödemişken öyle kolayına sahneyi terk etme niyetinde değillerdi. İşte bu noktada Piñera’nın imdadına Covid-19 yetişti. Pandemi bahanesiyle derhal olağanüstü hal ilan edildi, her türlü gösteri yasaklandı ve sokağa çıkma yasakları getirildi. Böylece birkaç ay sonra yapılması vaat edilen referandum da tam bir yıl ötelendi. 2020 Ekiminde gerçekleştirilen anayasa referandumundan yüzde 80’e yakın evet oyu çıkması üzerine bu kez de Kurucu Meclis seçimlerinin yapılması için altı ay daha beklendi. 2021 Mayısında yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde sol ve toplumsal hareketler ezici bir çoğunluk elde etti. Sağ ise anayasa taslağında yer alacak maddeleri veto etme hakkına sahip olmak için gereken üçte birlik sandalye oranına bile ulaşamadı.[2]
Kurucu Meclis, yeni anayasa metnini 2022 Mayısına kadar tamamlayıp halkın onayına sunmak üzere çalışmalarını devam ettirirken, Şili Kasım ayında bu kez de başkanlık ve parlamento seçimleri için sandığa gitti. Başkanlık seçimlerinde José Antonio Kast, gerek düşük katılım oranı gerekse çok sayıda adayın olması sayesinde %28 oy oranıyla birinci çıkarken, onu %26’yla Gabriel Boric takip etti. Nihayetinde %50’yi geçemedikleri için ikinci tura kalan seçimde bu iki aday yarıştı ve ikinci turda Boric başkanlık koltuğuna oturma hakkını kazandı.
2011’de yükselen öğrenci hareketinin liderliğinden gelen ve 2014’ten bu yana Temsilciler Meclisinde parlamenter olan 35 yaşındaki Gabriel Boric, İspanya’daki Podemos’la yakın ideolojik bağlara sahip bir siyasetçi. Boric 2022 Martında koltuğu devralacak, ne var ki başkanlık seçimlerinin ilk turuyla birlikte yapılan Temsilciler Meclisi ve Senato seçimlerinin sonuçları, elinin hiç de rahat olmayacağını gösteriyor. Temsilciler Meclisinde mevcut başkan Sebastian Piñera’nın sağ ittifakının (Chile Podemos Más) 53, Boric’in sol ittifakının (Apruebo Dignidad) 37, Sosyalist Parti ve Hıristiyan Demokratları da içeren Yeni Sosyal Paktın (eski Concertacion) 37 ve Kast’ın Hıristiyan Sosyal Cephesinin 15 sandalyesi bulunuyor. Diğer küçük partilerin aldığı milletvekillikleri de hesaba katıldığında sağın (74) ve solun (79) birbirine çok yakın bir temsil gücüne sahip oldukları görülüyor. Senatoda da benzer bir yarılma yaşanıyor. Bu durumda Boric en ufak bir adımında, parlamentonun solunun firesiz desteğini almak durumunda kalacak. Radikal değişiklik girişimlerinde ise üçte iki çoğunluk şartı, Anayasa Mahkemesinin onayı gibi daha derin blokaj mekanizmalarıyla karşılaşacak. Ayrıca bıraktık sağı, sol sayılan gruplar içinde bile radikal reformlara hiç de sıcak bakmayacak Hıristiyan demokratlar, liberaller, sosyal demokratlar gibi siyasi partiler bulunuyor.
Burjuvaziye güven vermeyen ve fazla ileri gittiği düşünülen reformist hükümetlerin, ekonomik sabotajla, yapay kıtlıklarla, medya bombardımanıyla vb. yıldırılmaya, hatta darbelerle alaşağı edilmeye çalışıldığını da biliyoruz. Venezuela ve Bolivya gibi ülkelerde yaşananlar bunun canlı örnekleridir. Ama Boric’in fazla ileri gitmeyeceği de şimdiden görülebiliyor. Kast gibi bir faşiste bile zeytin dalı uzatacak kadar tavizkâr olan Boric, “yapısal mali açığı azaltarak güvenilir bir mali konsolidasyon sağlamaya” öncelik vereceklerini, “ülkenin büyümesi için toplumsal bölünmenin giderilmesi gerektiğini” vb. söyleyerek, burjuvaziye krizdeki ekonomiyi rayına oturtmayı hedefleyen bir ekonomik program izleyeceğinin güvencesini vermektedir.
Aslında Peru’da geçtiğimiz yaz başkanlık koltuğuna oturan, fakat parlamentoda yeterli çoğunluğa sahip olmayan Pedro Castillo’nun durumu, Boric’in geleceğine de ayna tutuyor. Zira Boric de Castillo’nun geçtiği yollardan geçerek iktidara ilerlemiştir ve aynı yoldan devam edeceği mesajlarını vermektedir. Eski bir sendikacı olan Castillo, bakır madenlerini devletleştirme, Fujimorist anayasayı değiştirme, toprak reformu gibi radikal vaatlerle yola çıkarken emekçi kitlelerin büyük desteğini aldı. Seçildiği takdirde burjuvazinin onu bir kaşık suda boğmaya hazır olduğu açıktı ve Castillo da bunu biliyordu. Fakat emekçi kitlelere güvenip onları seferber etmeye girişmek yerine, seçimler yaklaştıkça vaatlerini yumuşatıp burjuvaziyle uzlaşma arayışlarına girdi. Koltuğa oturduktan sonra da bu uzlaşmacı çizgiyi devam ettiren Castillo, bugün gelinen noktada, radikal olarak görülüp burjuvazide rahatsızlık yaratan bakanlarını bile feda eden bir tavizler silsilesiyle üzerindeki basıncı hafifletmeye ve “düzeni tesis etmeye” çalışmaktadır.
Reformizmin çıkmaz sokağı
İşçi sınıfı özellikle 2000’lerin başından bu yana çok sayıda ülkede ayağa kalkarak iktidarlar devirdi, kimi örneklerde kendi çıkarlarını savunduğunu düşündüğü sol iktidarlara geçit verdi, ama hiçbirinde devrimci dalga bu militanlığın hak ettiği şekilde düzen sınırlarının dışına taşamadı. Güçlü bir sınıf hareketinin üstüne basarak iktidara gelen sol parti ve liderlerin ortak noktası, kapitalizmin ortadan kaldırılması değil reforme edilmesinde somutlanan bir politik anlayışa sahip olmalarıydı. Bolivya’da MAS, Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, Meksika’da Obrador, Peru’da Pedro Castillo örneklerinde görüldüğü gibi, reformistlerin emekçi kitlelere cazip görünen siyasal programlarla iktidara yürüdüklerini biliyoruz. Ne var ki kapitalizmin tarihsel kriz koşullarında burjuvazinin reformlara tahammülsüzlüğünün iyice artmasının, reformist iktidarları eninde sonunda iki seçenekle karşı karşıya bıraktığını da görüyoruz: Ya vaatlerini yerine getirebilmek için özel mülkiyete el uzatarak burjuvazinin gazabına uğramak ya da en gerisinden bir düzen uzlaşmacılığına kanalize olmak.
İlk seçenekte ısrar edenlerin nasıl bir sonla yüz yüze geldiklerinin en çarpıcı örneği yine bizzat Şili’dir aslında. “Sosyalizme barışçıl/parlamenter yollardan geçileceği” iddiasıyla 1970’te iktidara gelen Allende başkanlığındaki Halk Birliği (Unidad Popular) hükümeti, sanayide devletleştirmelere, kırda tarım reformuna girişmiş, bankaları kamulaştırmış ve sıra bakır madenlerine gelmişti. “Bakır cevherleri Şili’nin en büyük zenginlik kaynaklarından biri olmanın yanı sıra ABD emperyalizminin de kârlı bir yatırım alanı idi. Tahmin edileceği gibi, Halk Birliği hükümetinin bakıra uzanan elini kırmak amacıyla yerli ve yabancı finans kapital alarm durumuna geçti. ABD Allende hükümetini düşürebilmek amacıyla çeşitli ekonomik ambargoları devreye sokarken, Şili burjuvazisi de Halk Birliği hükümetine artık hiçbir şekilde destek verilmemesi konusunda sınıf tavrını ortaya koymuştu. İşçi sınıfı ise devrimci önderliğe sahip bulunmadığından ve Halk Birliği’nin yenilgiye yazgılı reformist politikalarının bütünüyle etkisi altında olduğundan, burjuvazinin hamlesine kendi bağımsız sınıf tutumuyla karşılık veremedi.”[3]
Allende hükümeti 1973’te CIA destekli bir askeri faşist darbeyle alaşağı edildi. General Pinochet liderliğindeki faşist diktatörlük, on binlerce insanı katlederek toplumsal muhalefeti tümüyle etkisiz hale getirdikten sonra, Şili’yi neoliberalizmin deney üssüne dönüştürdü. Bu sadece Şili için değil tüm dünya işçi sınıfı için bir kâbusun başlangıcı oldu. SSCB’nin varlığı koşullarında bu tür “çılgınlıklar”a girişebilen reformistlerin onun çöküşünden sonra bir daha bu kadar ileri gitmeye kalkışmadıklarını görüyoruz. Dolayısıyla onlarca örnekte yaşadığımız şey ikinci “seçenek”tir. Genelde ağır kriz dönemlerinde, emekçi kitlelerin yükselen tepkilerine yaslanarak iktidara gelen reformist partiler, tehlikedeki düzeni kurtarma rolünü üstlenmek zorunda kalmakta, bu yüzden de reformlar bir yana, ağır neoliberal saldırı programlarının icracısı olmaktadırlar.
Şili’de anayasa referandumunun ardından kaleme aldığımız yazımızda, burjuvazinin zorda kaldığında, devrimci işçi sınıfının düzen değişikliği talebini düzenin temellerine dokunmayan reformlarla boğmaya başvurabildiğini belirtmiş ve reformlar meselesinde şu hususların altını çizmiştik:
“Her gerçek reform, emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının iyileşmesi anlamına gelse de, bizim açımızdan esas önemli olan bu reformların devrimci kitle hareketi üzerindeki etkisinin ne olduğudur. Reformlar giderek yükselip radikalleşen bir kitle hareketine burjuvazinin vermek zorunda kaldığı tavizler olarak gündeme geliyor, bu harekete moral kazandırıp onu daha da ileri taşıyacak bir rol mü oynuyor, yoksa hareketi bölüp parçalamaya, sahte hayallerle beklenti içine sokup pasifize etmeye ve düzen sınırları içinde tutmaya mı yarıyor? Demek ki, koşullara bağlı olarak, bir reform (ya da bu doğrultudaki bir talep), kitle hareketini ilerletici bir rol de oynayabilir, onu pasifize edici bir rol de. Kitle hareketinin ortada olmadığı ya da çok geri olduğu koşullarda onu seferber etmeye yarayacak en temel talepler bile alabildiğine ilerletici bir rol oynayabilecekken, kitlelerin seferber olup meydanları doldurduğu, devrimci yöntemlerle egemen sınıfla hesaplaşmaya giriştiği koşullarda ileri görünen reform talepleri bu hareketi geriletici bir rol oynayabilirler. Şili’de geçen yıl yaşanan devrimci yükselişin anayasal reformla pörsütülmek istenmesi, işte bu tehlikeye örnek oluşturmaktadır.”[4]
O gün tehlike olarak bahsettiğimiz şey ne yazık ki gerçekliğe dönüşmüş ve devrimci yükseliş anayasal reform vaadiyle pörsütülerek sönümlendirilmiştir. “Barış ve kamu düzeninin yeniden tesisine olan bağlılıklarını” beyan eden reformistlerin büyük katkılarıyla devrimci hareketi bastırarak kendi iktidarını iki buçuk yıl uzatan Piñera, düzeni de büyük bir tehditten kurtarmıştır. Devrimci sürecin nasıl pörsütüldüğünü ve devrimin nasıl heba edildiğini görmek için son seçimlerin sonuçlarına bakmak bile yeterlidir. Zira Piñera’nın temsilcisi olduğu sağ ittifak, Temsilciler Meclisinde de Senatoda da hâlâ birinci konumdadır.
Öte yandan tüm dünyada genel eğilimin bir parçası haline geldiği üzere, Şili’de de hiç hafifsenmemesi gereken bir faşist yükseliş tehlikesi bulunmaktadır. Fakat sosyalist harekette baskın olan eğilim bu tehlikeyi küçüksemektir. Nitekim bu gibiler Kast için bile neoliberal politikaları azgınca uygulayacak radikal bir milliyetçi-muhafazakâr siyasetçi portresi çiziyor; onu en fazlasından “sağ popülist” ya da “aşırı sağ” olarak nitelendiriyorlar.
Pek çok Troçkist örgüt, faşizmin yükselişinden söz edilebilmesi için onun “paramiliter güçlerin işçi sınıfı örgütlerini hedef aldığı kitlesel bir olgu haline gelmesi gerektiği” yavelerini tekrarlamayı sürdürüyor. Oysa Şili’nin önünde uzanan süreçte, reformist bir hükümetin başarısızlıklarının yükselttiği tepkinin devrimci politikaya kanalize edilememesi durumunda faşist harekete kayma olasılığı hiç de zayıf olmayacaktır. Ayrıca, devrimci hareketin yeniden yükselişe geçmesi karşısında burjuvazinin faşizmi bu kez vurucu güç olarak sahaya sürmesi de ihtimal dahilindedir. Kaldı ki Şili’de faşist çeteler daha bugünden, göçmenleri ve yerlileri hedef alan saldırılarda bulunmaktan geri durmamaktadırlar.
Unutulmamalı ki, faşizmin değişmez özelliği, onun toplumsal kriz, kaos ve şiddetli sınıf çatışmaları karşısında örgütlenen karşı-devrimci bir tepki oluşudur. Troçki’nin dediği gibi, komünizm umudun, faşizmse karşı-devrimci umutsuzluğun ürünüdür ve bu günümüzde de fazlasıyla geçerlidir. 2019’da yoksulluğa, eşitsizliğe, adaletsizliğe, devlet terörüne, neoliberal saldırı politikalarına karşı ayağa kalkan Şilili emekçiler, taleplerinin bu düzenin sınırları dahilinde karşılanmasının olanaksız olduğunu bu kez de reformist bir hükümetin iktidarını deneyimleyerek göreceklerdir. Bu deneyimin hüsrana ve yılgınlığa dönüşmemesi ancak gerçek alternatife, devrime yöneldikleri takdirde mümkün olacaktır. Bu nedenle Şili’de de proleter devrimcilere çok büyük bir sorumluluk düşmektedir.
[1] Geniş Cephe (Gabriel Boric, 2017 seçimleri öncesinde oluşturulan bu seçim ittifakının önde gelen isimlerinden biridir), Komünist Parti ve bazı küçük sol örgütler, seçimlere Apruebro Dignidad (Onuru Onayla) adını taşıyan daha geniş bir ittifak oluşturarak girdiler.
[2] Aylin Dinç, Şili’de Kurucu Meclis ve Yeni Anayasa (27 Haziran 2021), marksist.com
[3] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.
[4] Oktay Baran, Şili’de Anayasa Referandumu (28 Ekim 2020), marksist.com
link: İlkay Meriç, Reformizmin Çıkmazında Şili, 28 Aralık 2021, https://marksist.net/node/7539
Dünyanın Başı Kapitalizmle Dertte
SMA’lı Bebekler ve Anaların Dramı