“En iyi zamanlardı; en kötü zamanlardı. Bilgelik çağıydı; ahmaklık çağıydı. İnanç dönemiydi; şüphecilik dönemiydi. Aydınlığın mevsimiydi; karanlığın mevsimiydi. Umut baharıydı; umutsuzluk kışıydı. Hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu…” Charles Dickens’ın 1789 Fransız Devrimini konu alan ve bugüne kadar 200 milyondan fazla satan İki Şehrin Hikâyesi romanı bu satırlarla başlar. Zamanın ruhunu özetlemesi, dahası insanlık tarihi boyunca belki de en canlı ifadesini bugünün dünyasında bulması üzerine bu satırların yazarı kim bilir ne düşünürdü?
Kapitalizmin çelişkileri öylesine keskinleşti ki artık insanlık açısından taşınamaz hale geldi. Mesela toplumsal eşitsizlik ve sonuçları… Kapitalizmin 2020’ye tarihinde benzeri olmayan bir krizle ve onu daha da ağırlaştıran koronavirüs salgınıyla girmesiyle en zengin ile en yoksul kutuplar arasındaki uçurum iyiden iyiye derinleşmeye başladı. Moda ifadeyle “Eşitsizlik Virüsü” roket hızıyla yayılıyor. Burjuvazinin küresel aktörleri bugün en iyi, emekçi kitleler ise en kötü zamanlarını yaşıyor.
Akıl sınırlarını zorlayan boyutlara ulaşan ve işsizliğin ve yoksulluğun doruğa tırmanmasıyla her zamankinden daha görünür, daha yakıcı hale gelen bu durum, toplumsal değişim arzusunun temel dinamiğini oluşturuyor. Zaman zaman birer isyan sahnesine dönüşen dünya meydanlarını dolduran emekçi kitleler, toplumsal eşitsizliğin geldiği boyutlara öfke kusuyor ve “başka bir âlem” istiyorlar. Ancak dünya ahvalinden şikâyetçi görünen sadece onlar değil! Kapitalizmin bu haliyle sürdürülebilir olmadığını sıklıkla ifade eden “Büyük Reset”çiler yahut küresel alanda hatırı sayılır ivme kazanan faşist hareketler… Burjuvazinin bu iki kanadı da toplumsal değişim arzusunu manipüle edebilmek, kendi ajandalarını hayata geçirebilmek için gelir eşitsizliğinden şikâyetçi görünüyorlar.
Bilelim ki bu tablo kimi fırsatlara da kimi tehlikelere de aynı anda ışık tutuyor. Dickens’ın usta kaleminin tanıklığına başvururcasına zaman; aydınlığın mevsimini de karanlığın mevsimini de; umut baharını da umutsuzluk kışını da aynı anda yaşatıyor. Her şeyi olanlarla hiçbir şeyi olmayanlar arasındaki sınıf savaşı sertleşirken insanlık kelimenin tam anlamında tarihsel bir yol ayrımında duruyor.
Eşitsizlik virüsü yayılıyor
Gelir eşitsizliği, kapitalizmin patolojik semptomlarından yalnızca birisi ve aklın almayacağı boyutlara ulaşmış durumda… Sayıların dili soğuktur denilir, doğrudur da! Hele ki bol sıfırlardan bahsediyorsak sayılar son derece yanıltıcıdır. Böylesi anlarda insanın yardımına çeşitli benzetmeler yetişir. Mesela hiç düşündük mü gezegenimizdeki herkes 100 dolarlık banknotlardan oluşan servetlerinin üzerinde otursaydı ne olurdu? Araştırmalar böyle bir durumda dünyanın büyük kısmının yerde oturacağını, bir avuç süper zenginin oturduğu para yüksekliğinin ise uzaya kadar uzanacağını söylüyor.
Amazon’un CEO’su Jeff Bezos ile Tesla ve SpaceX’in CEO’su Elon Musk… “Dünyanın en zenginleri” listesinin ilk sırası, bir süredir bu iki isim arasında el değiştiriyor. Her biri 190 milyar doları aşan servetleriyle Bezos ve Musk, öyle bir servetin üzerine oturmuş durumdalar ki dile kolay! Anlaşılması açısından bir başka benzetmeye başvurmak yararlı olacaktır. Eğer piramitlerin yapıldığı dönemde, yani yaklaşık 5 bin yıl önce doğan bir insan bugüne kadar yaşasaydı ve her gün kenara 100 bin dolar koysaydı, Musk ya da Bezos’un serveti kadar bile para biriktirmiş olamayacaktı. Böylesi bir zenginliğin, çok çalışarak ve biriktirerek değil ancak emeğin sömürüsüyle elde edilebileceğini sadece bu örnek dahi ortaya koymaya yetmiyor mu?
Hesaplamaları ve benzetmeleri çoğaltmak mümkün… En zengin yüzde 1, geçtiğimiz 40 yılda gezegen nüfusunun yarısının toplam gelirinin iki katından daha fazla para kazandı. Hepi topu 2 bin dolar milyarderi, bin ömürlük bir zamanda bile harcayabileceklerinden daha çok servete sahip oldu. İnsanlığın neredeyse yarısının günde birkaç dolardan fazla kazanamadığını düşündüğümüzde tablonun vahametini daha net anlayabiliyoruz. İşte koronavirüs böylesi bir dünyada, kutuplar arasındaki uçurumu daha da derinleştirecek politikalarla birlikte dünya gündemine oturdu. Yayımlanan raporlar, gelir dağılımına ilişkin verilerin toplanmasından bu yana, yani yaklaşık 100 yıldır ilk kez her ülkede eşitsizliğin aynı anda inanılmaz bir ivmeyle arttığını ortaya koyuyor.[1]
2008’deki küresel krizin ardından burjuva hükümetler çok açık bir seçim yapmışlardı; kapitalist tekeller krizin yıkıcı etkilerinden kurtarılırken emekçi kitleleri işsizliğe ve derin bir sefalet çukuruna iten kemer sıkma politikaları uygulamaya sokulmuştu. Eşitsizliği arttıran bu politikanın bir yenisine bu süreçte de tanıklık ettik. Pandeminin başından bu yana sosyal güvenlik fonları dünyanın her yerinde şirketlere aktarılırken ve bu yolla sermayeye hayat öpücüğü dağıtılırken emekçi kitlelere reva görülen ne oldu? Korku, hak gaspları, sefalet, açlık, ölüm… Herhangi bir güvencesi olmayan emekçilerin krizle birlikte yıkıcı bir gelir kaybı yaşaması kelimenin gerçek anlamıyla açlıkta adeta patlama yarattı. 2020’nin sonuna kadar her gün 6000 kişinin pandemi sürecinin yarattığı açlık sebebiyle hayatını kaybettiği tahmin ediliyor.
Salgının hemen başında üç milyardan fazla insanın sağlık hizmetlerine, yüz milyonlarca işçinin işsizlik maaşı ya da hastalık izni gibi sosyal güvencelere erişimi yoktu. Salgınla birleşen krizin yarattığı ekonomik ve toplumsal fırtınayı savuşturacak kaynaklardan yoksun kitleler, bir cenderenin ortasında buluverdiler kendilerini… Toplumsal eşitsizliğin geldiği nokta başta olmak üzere kapitalizmin yarattığı sorunlara karşı meydanlardalardı, can derdine düşürülüp eve kapatıldılar. “Yeni Normal” olarak adlandırılan sürece ne yapacağını, neye nasıl tepki göstereceğini bilemez halde yakalandılar. Süreç on milyonların işsiz kalması ve yüz milyonlarca insanın önemli oranda gelir kaybı yaşamasıyla kesintisiz devam ediyor. Araştırmalar dünyanın en yoksul kesiminin sadece pandemi öncesi durumuna dönmesi için 10 yıldan daha uzun süre gerekebileceğini ortaya koyuyor.[2]
Egemenler bu süreçte ekonomik krizi pandemiyle perdelemeye, yıkıcı sonuçlarını meşrulaştırmaya ve sistemi aklamaya çalıştılar. Aynı zamanda da devlet eliyle sermayeyi sübvanse ettiler. Emekçi kitleler 10 yıl geriye giderken milyarderler semirtildikçe semirtildi. Pandeminin ilk aylarındaki borsa çöküşü sebebiyle 1000 milyarderin servetlerinde yaşanan düşüş yalnızca 9 ayda telafi edildi. 18 Mart ile 31 Aralık 2020 tarihleri arasında servetlerini akıllara ziyan bir şekilde 3,94 trilyon dolar arttıran milyarderler, toplam servetlerini 12 trilyon dolar bandına ulaştırdılar. Bu G20 ülkelerinin tamamının pandemiye yönelik harcadığı paraya eşit!
Sadece en zengin 10 milyarderin servetindeki artış ise dünya üzerindeki herhangi birinin virüs nedeniyle yoksulluğa sürüklenmesini önlemek ve herkese COVID-19 aşısı sağlayabilmek için fazlasıyla yeterliydi! Ancak egemenlerin dilindeki “yoksullukla mücadele” yalanını bir kenara bırakalım, toplamda 2,5 milyar nüfusu olan yaklaşık 130 ülkede, henüz tek bir doz COVID-19 aşısı dahi uygulanmadı.
Düzen içi arayışlar mı, özgürlükler dünyası mı?
Geleneksel burjuva yaklaşımların eski cazibesini ve kitle desteğini yitirdiği bir süreçten geçiyoruz. Temel argümanlarından birisini “yoksulluğa karşı mücadele” olarak ortaya koyan biri tarihsel, diğeri güncel iki düzen içi arayışın uluslararası alanda gündemde olduğunu söylemek mümkün. Bunlardan yeni peyda olanı Büyük Resetçiler iken, diğeri yoksulluğu geçmişten bugüne demagojik söylemlerine meze yapan faşist hareketler…
“Büyük Reset ana hatlarıyla toplumsal eşitsizlik ve yoksulluk sorununu, ekolojik krizi, sanayinin dönüşümü sorununu ve jeopolitik meselelerin çözümü bağlamında küresel siyasal sistemin yeniden yapılandırılması sorununu birlikte ele alarak, dünya burjuvazisinin hâkim kesimlerinin önüne özde neo-liberal dönemden çıkış anlamına gelen bir «program» koyuyor.”[3] Bir süredir Dünya Ekonomik Forumu Genel Müdürü Klaus Schwab’ın sözcülüğünü yürüttüğü bu burjuva arayış, kapitalizmin bu haliyle “sürdürülebilir olmadığını” ve toplumun sorunlarının çözümüne odaklanan bir “yenilenmenin” şart olduğunu söylüyor. Levent Toprak, konuya değindiği bir diğer çalışmasında dikkatlerden kaçmaması gereken şu vurguları yapıyor:
“Daha önceleri burunlarından kıl aldırmayan sistemin efendilerinin bir bölümünün son zamanlarda sistemde büyük sorunların olduğunu ve acilen büyük bir reform gerektiğini söylemeleri sadece bir ikiyüzlülük değildir. Daha önemlisi bunun sistemin çok derin bir kriz içinde olduğuna dair ilk elden itiraf olmasıdır. Marksizme karşı başından beri bir Haçlı seferi yürütmüş olan sistemin egemenleri şimdi bir bakıma onun üstün yöntemi ve büyük analiz gücüyle öngörüde bulunup tespit ettiği gerçekliği itiraf etmekle onu istemeden doğrulamış oluyorlar. İşçi sınıfı, elindeki devrimci silahın gücüyle ne denli gurur duysa azdır.”[4]
İşsizlik ve yoksulluk sarmalındaki emekçi kitleleri ağlarına takmaya çalışan faşist liderler de bugün Büyük Resetçilerle aynı karta oynuyor; eşitsizlik virüsü! Hitler ve Mussolini’nin yaptığı gibi bugünün Führerleri, Duçeleri, Reisleri de hamasetle dolu konuşmalarında yoksulluğun sorumlusu olarak kendi yarattıkları iç ve dış düşmanları işaret ediyorlar. Göçmenler, etnik azınlıklar ve muhalifler hedef gösteriliyor, yapay kutuplaşma faşizmin zehirli dili marifetiyle derinleştiriliyor. Böylece kapitalizm aklanıyor, öfkeli kitleler yanlış hedeflere yönlendiriliyor.
Sadece ABD’de kısa süre içinde olanlara bakmak bile tehlikenin boyutlarını görmek için yeterlidir. Michigan’da ağır silahlarla donanmış faşistlerin valilik binasına girmeleri, pek çok kentte ırkçılığın sembollerinden birine dönüşen Konfederasyon bayraklarıyla silahlı sokak gösterileri yapmaları ve son olarak 6 Ocakta ABD Kongre binasını basmaları… Son örnekte ABD’nin milyarderlerinden biri olan Trump’ın kışkırtmasıyla Kongre binasını basmaya gelenlerden biri, çoğunluğu milyonerlerden oluşan bina içindekilerin kendilerinden koptuğunu ve ortada düzgün gitmeyen bir şeyler olduğunu söylüyordu. Faşizmin bilinçsiz ve örgütsüz kitlelerdeki temel yan etkilerinden birisidir politik körlük!
Bir şeyler yapacakmış gibi gözüküp meselenin özüne dokunmayacak olan Büyük Resetçiler de, işçi sınıfının tarihsel düşmanı faşist hareketler de sömürü sisteminin bekasını sağlama perspektifiyle hareket ediyor. Bu motivasyonla kendilerine alan açmaya çalışırlarken de kitlelerin artan ölçüde tepkisine yol açan eşitsizliği eleştiriyor gözüküyorlar. Ancak bu eşitsizlik çarkı bozuk ve sömürüye dayalı bir ekonomik sistemin, kapitalizmin ürünüdür. Düzen içi hiçbir seçenek insanlığı, içinde bulunduğu tarihsel yol ayrımında iyiye, doğruya, güzele götürmeyecektir. Marksizmin büyük ustalarının “özgürlükler dünyası” olarak tanımladığı sınıfsız toplum, bugün gelinen aşamada insanlık için hayati bir zorunluluktur. Meydanı ne küresel burjuvaziye, ne de faşist hareketlere bırakmama ve insanlığı Dickens’ın tarif ettiği umut baharına, aydınlığın mevsimine sağ salim ulaştırma sorumluluğu işçi sınıfının omuzlarındadır.
[1] Her yıl kapitalist dünyanın efendileri Davos’ta toplanırken yayımlanan, bu yılki başlığı “Eşitsizlik Virüsü” olan Oxfam raporu bu açıdan çarpıcı veriler sunuyor.
[2] Oxfam, 2021 Eşitsizlik Virüsü Raporu
[3] Levent Toprak, “Büyük Reset”, marksist.com
[4] Levent Toprak, New Deal’ın Tarihsel Bağlamı ve Günümüz, marksist.com
link: Yılmaz Seyhan, “Eşitsizlik Virüsü” Roket Hızıyla Yayılıyor, 11 Mart 2021, https://marksist.net/node/7284
Fukuşima Faciası 10. Yılında
80 Yıl Önce, 80 Yıl Sonra