Amerikan demokrasisinin yaldızları çoktandır dökülmüş durumda. “Amerika’da olmaz” denilen şeyler, orada da oluyor. Örneğin 6 Ocakta dünyanın en eski ve köklü demokrasisinin mabedi olan Kongre binası faşistlerce basılabildi. Birkaç gün sonra Başkanlığın resmen devredilme töreninin olduğu günse, olay çıkmasın diye başkentte sokağa çıkma yasağı ilan edilip milyonlarca insan evlerine hapsedildi.
6 Ocaktaki hükümet darbesi girişimiyle Trump, iktidarı kaybetmemek için son kozunu da oynamış ama başarılı olamamıştır. Başta ilerleyen yaşı olmak üzere bir dizi faktör nedeniyle Amerikan siyasetinde Trump’ın kişisel kariyerinin son bulması ihtimal dâhiline girerken, aynı şeyi temsil ettiği faşist çizgi için söylemek asla mümkün değildir. Tersine, şimdi artık faşist hareket bir “isyan deneyimi” edinmiş, kahramanlar olarak yücelteceği “şehitlerine” kavuşmuş bir şekilde yoluna muhtemelen daha güçlü bir şekilde devam edecektir. Yeni Biden yönetiminin bu darbe girişiminin arkasındaki tüm güçleri sanık sandalyesine oturtmayacağı besbellidir; bilakis, Biden görevi devralırken yaptığı konuşma ve tutumlarıyla başta eski Başkan Yardımcısı Pence’e ve önde gelen Cumhuriyetçilere çoktan zeytin dalı uzatmıştır bile. “Cumhuriyetçi meslektaşları”yla birlikte ABD’yi tekrar birleştirmek, yeni yönetimin ana hedeflerinden biridir. Bunun anlamı, Cumhuriyetçi Parti içindeki ve dışındaki faşistlerin, ellerini kollarını sallayarak kendi işlerine devam etmesine fırsat sağlamaktır. Onların da bu fırsatı heba etmeyeceğinden şüphe edilemez.
Biden’ın restorasyon ve reform programının, işçi sınıfının, emekçilerin ve gençliğin sorunlarının hiçbirine köklü ve kalıcı bir çözüm getiremeyecek oluşundan ötürü, bu sorunları suiistimal eden faşistler özellikle beyaz yoksullar arasında güç toplayabileceklerdir ve üstelik artık iktisadi sorunları daha büyük ölçüde gündeme getirebileceklerdir, çünkü artık muhalefettedirler. Bu kez sokakta daha güçlü bir hâkimiyet de kurabilirler, zira gerek Demokrat Parti gerekse de burjuva medya, “Biden’a kredi açma” adı altında insanları beklemeye davet edecek, anti-faşist ve ilerici güçler sakin olmaya, “provokasyona gelmemeye”, devletin kurumlarına güven duymaya çağrılacaklardır. Bu baskılar ve akil adamların telkinleriyle, Trump dönemi boyunca onun gerici iktidarının uygulamalarına karşı gençlik içerisinde giderek radikalleşip yaygınlaşan tepkilerin de önümüzdeki dönemde, en azından kısa vadede, yatıştırılmaya çalışılacağını öngörebiliriz.
Oysa Trump dönemi boyunca gerek mücadeleci sendikalar, gerek ilerici gençlik, gerek ezilen çeşitli toplum kesimleri bu faşizan liderliğe karşı tepkilerini giderek artan bir eylemlilikle ortaya koymuştu. Birçok örnekte bu unsurları içeren anti-faşist oluşumlar, faşist gösterileri engellemek için polisle ve faşistlerle çatışmayı göze alacak bir kararlılığı da sergileyebilmişti. Şimdi, Trump’ın yerine Biden’ın gelmesiyle bu faşist tehlikenin geçtiği düşüncesi türlü merkezlerden propaganda ediliyor. İşçi sınıfının mücadeleci kesimlerinin, ilerici gençliğin ve toplumun diğer ezilen kesimlerinin son derece uyanık olması gereken nokta burasıdır.
Liberal ahmaklık
Faşizme karşı mücadele etmek isteyenlere kurtarıcı bir seçenek olarak sunulan Biden önderliğindeki Demokrat yönetim, 6 Ocak günü yaşananlara karşı izlediği çizgiyle de kendisine asla bel bağlanmaması gerektiğini kanıtlamıştır. Kitleleri direnişe değil de evde kalıp provokasyona gelmemeye çağıran, görmüş geçirmiş bir devlet adamı edasıyla, faşist bir lideri kendi örgütlediği darbe girişimini sona erdirmeye davet eden bir yaklaşımdır sözkonusu olan. Bu yaklaşım, faşist tehdidin Anayasayla, devletin kurum ve kurallarıyla, siyasi teamüllerle vb. bertaraf edilebileceği hayallerini yaymaktadır. Darbe girişiminden ötürü Trump ekibindekilerin topundan hesap sormak üzere ciddi bir karşı saldırıya girişmek yerine şimdi ABD egemenlerinin zirvesinde tozpembe barış yelleri esiyor. Biden ve ekibi, Trump’ı günah keçisi ilan ederek geri kalan Cumhuriyetçi komplocularla “birlik beraberlik için” yan yana gelmeye çabalıyor. Böylesi bir tutumun, darbecilerin gözünü korkutmaktan ziyade onları cesaretlendireceği açık değil midir?
Bir süre sonra liberaller bu yol kazasının atlatıldığını düşünmeye başlayıp, kendilerini “bir daha olmaz” hülyalarıyla avutmaya başlayacaklardır. Oysa bu yaşananlar faşizmin ne ilk boy gösterişiydi ne de sonuncusu olacaktır. Önceki yılın Nisan ayında faşist çeteler Michigan’da eyalet meclisini basmışlardı. Yine geçen sonbaharda aynı eyaletteki Demokrat Partili eyalet valisini kaçırıp öldürme planları son anda engellenmişti. Ama bu girişimler karşısında ne Demokratlardan ne de büyük medyadan anlamlı ve sonuç alıcı bir tepki geldi, olay kısa süre sonra gündemden düşürüldü, komploculara hiçbir ceza verilmedi! Bu kez de çok farklı olmayacak, tespit edilen eylemcilerin bir kısmı yakalanıp mahkemeye sevk edilecek, ama darbeyi kışkırtan senatörlerin, milletvekillerinin, yargıçların, generallerin, polis şeflerinin, büyük sermayedarların, medya patronlarının vb. peşine düşülmeyecek. Bir gazeteci aslında durumu veciz bir şekilde betimliyor: “Yanlış yapanlara uygun görülen ceza, buna ceza denilebilirse, yaptıklarından dolayı utanç duymaları ve o utançla yaşamaları…”
Hükümet darbesi girişiminin başı apaçık şekilde Trump olmasına rağmen, Senatoda yapılan sözde yargılamada bu suçtan aklanmıştır. Demokratlar bu kadar pısırık bir tutum takınmışken aksini beklemek saflık olurdu zaten. Yönetimin elinde Trump’ı ve suç ortaklarını derdest etmek için sayısız olanak vardır ama Biden bunları kullanmak istemiyor. Meseleyi Trump’ın itibarsızlaştırılmasına indirgeyerek Kongreye havale ediyor. Üstelik, Senatodaki duruşmayı takip edip etmeyeceği sorusunu, “ülkenin daha ciddi sorunları olduğu ve onlarla uğraşması gerektiği” şeklinde yanıtlayarak, kendini büyütmek için meseleyi küçümsüyor. Oysa yeni Demokrat yönetim elindeki muazzam imkânları kullanarak Trump karşıtlarını ayağa kaldırsaydı, Cumhuriyetçilerin gözünü korkutup onları en azından Trump’ı günah keçisi ilan etmeye ikna edebilirdi. Ama hayır, bu gerginliği tırmandırmak olurdu!
Faşizmin yalanlarını ve iftiralarını boşa çıkartma amacıyla alttan alan bir tutumla savunmaya girişmek faşist demagojinin ekmeğine yağ sürmektir. Faşist hareketi püskürtmenin yolu, ondan çok daha cüretkâr bir tutum benimsemekten geçer. Faşizmin yükselişine karşı alttan alarak mücadele edilmez; tek yol karşı koymak, direnmektir. Şunu unutmamak gerekir ki, faşizmin iktidara gelişini önlemek için göze alınması gereken bedeller, faşist bir iktidarın zaferi durumunda karşılaşılacak zulümle kıyaslandığında devede kulak kalır. “Oyuna gelmemek”, “gerilimi yükseltmemek”, “kan dökülmesini engellemek” gibi sözler, geçmişte de bugün de, faşist yükselişin önüne, düzenin kurum ve kurallarıyla, “hukukun üstünlüğü” anlayışıyla, sandık ve seçimin kutsiyetiyle, “düzeyli siyasi tartışmayla” vb. geçilebileceğini sanan liberal ahmakların dilinden düşmemiştir. Biden liderliğindeki Demokrat burjuvazi bu ahmaklığın ABD şubesini temsil ederken, bizdeki yansıması olan düzen muhalefetinin AKP-MHP iktidarı karşısındaki acizliği de onu aratmamaktadır. Bu sözler, geçmişte de faşist hareketlerin yükselişine karşı mücadele etmemenin mazereti olarak kullanılmıştı. 1851’de yeğen Bonaparte hükümet darbesi hazırlıklarını yürütürken, burjuvazinin parlamentarist partileri, Marx’ın deyişiyle, “huzur için bağırıp çağırmanın” ötesine geçmemiş ve “kendi kendini eylemsizliğe mahkûm etmiş”ti. Sonuç yirmi yıllık kanlı bir burjuva diktatörlüğü olmuştu. Almanya’da Naziler önce küçümsenmiş, ikincil bir tehdit olarak görülmüş, ardından uyguladığı terörden gözü korkan sosyal-demokrat liderler yelkenleri suya indirerek düzen kurumlarına bel bağlamış ve Hitler iktidara gelince de ona “görevini yasalara uygun şekilde yerine getirmesi” çağrılarında bulunmuşlardı. Hitler, görevini yerine getirdi, ama kendi kafasındaki görevini ve hiç de yasalara uyarak değil!
Faşizm tehdidi ortadan kalkmadı
Faşizmle tutarlı bir kavga yürütmeyi göze alamayan burjuva demokratlar, dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi ABD’de de olguları kendi isimleriyle anmaktan imtina ediyor, faşist hareketin yükselişini temsil eden kişileri ve olayları münferit durumlar olarak gösteriyorlar. Sanki adını anmadıklarında ya da tehdidi küçümsediklerinde tehlike ortadan kalkacakmış gibi.
Başkanlık koltuğuna oturmasının öncesinden başlayarak, Trump’ı bir yol kazası ve ciddiye alınmaması gereken bir deli olarak görenlerin tersine, bu gibi şahsiyetleri iktidara sürükleyen ya da en azından iktidara gelmesini kolaylaştıran nesnel süreçlere vurgu yapageldik. Sanki her şey normal seyrinde akmaktaymış gibi, başına tacı takınca akıllanacağını düşünenlerin yanıldığını en baştan itibaren vurguladık. Kapitalizmin dünya-tarihsel önemde ve kapsamda bir sistem krizinden geçmekte olduğunu dikkate almayan bu tür yorumların yanlışlığının ortaya çıkması için çok beklemek gerekmedi. Ve Trump “akıllanmak” şöyle dursun giderek artan bir dozda ABD siyasetinin göbeğine faşizm sorununu oturttu. Bu süreçte faşizme özgü ideolojik söylemlerin çoğu alabildiğine körüklenmekle kalmamış, faşist bir kitle hareketini yaratma, güçlendirip yaygınlaştırma, örgütleme ve seferber etme çabaları gerek açıktan gerekse de el altından yürütülerek bu doğrultuda bir hayli yol kat edilmiştir. Öyle ki, Amerikan siyasi sisteminin iki dayanağından biri olan Cumhuriyetçi Parti dahi kendi içinde hiç olmadığı kadar bölünmüş, onun içinde hiç de yabana atılamayacak bir faşist kanat oluşmuştur. Bugün Trumpçılardan kurtulmak için Cumhuriyetçi Partiyi bölüp yeni bir parti kurmaktan söz eden Cumhuriyetçilerin sayısı artıyor. Bunlardan biri, Reuters’a şunları söylüyor: “Cumhuriyetçi Partinin büyük kısmı radikalleşiyor ve Amerikan demokrasisini tehdit ediyor. Partinin yeniden gerçeklere, akıl ve mantığa, Amerika’nın kuruluş ilkelerine bağlılık göstermesi ya da yeni bir oluşumun ortaya çıkması gerekiyor.” İpliğinin pazara çıkmasından sonra Cumhuriyetçilerin çoğunluğunun tam desteğini almaktan ümidini kesen Trump’ın “Yurtsever Parti” adı altında yeni bir parti kurma arayışında olduğuna dair söylentiler de aynı olguya işaret ediyor. Beyaz Saray’a veda ederken sarf ettiği “bu sadece şimdilik bir veda, başka bir şekilde geri döneceğiz” sözleri bu ikinci ihtimali güçlendiriyor gibi gözükse de, bunun Trump’ın gerçek niyeti mi yoksa Senatoya gelen azil davasında kendisine sahip çıkmaları için Cumhuriyetçi senatörlere dönük bir şantaj mı olduğunu zaman gösterecektir. Her halükârda Amerikan siyasetinin sağ kanadında aşırı-sağa doğru kaymanın devam ettiğini söylemek doğrudur. Trump’ın temsil ettiği faşist çizginin, Amerikan devletinin yasal ya da yasadışı aygıtlarında sayısız destekçisi olduğunu ve üstelik bunların arasında tüm dünyada nice faşist darbeler ve katliamlar tezgâhlamış deneyimli unsurların da bulunduğunu unutmamak gerekiyor.
Trump’ın arkasında Cumhuriyetçi Partinin bir kanadının, askeri-sivil bürokrasinin bir bölümünün ve kuşkusuz büyük sermayenin bir kesiminin olduğu apaçık bir gerçektir. Bugün büyük şirketler kendi paçalarını bu pislikten kurtarmak için Trump karşıtı gözüken açıklamalar yapsalar da bunların önemli bir kısmı 6 Ocak yenilgisine kadar onun arkasındaydı. Aklınıza gelen tüm meşhur şirketler, Trump’a ve onun çizgisindeki senatörler ve milletvekili adaylarına milyonlarca dolar akıtmışlardır.[*] Evet, ABD’de seçimlerden önce şirketlerin başkan adaylarını ve seçime katılacakları belli sınırlar dâhilinde mali olarak desteklemeleri bilinen bir uygulama. Birçok dev tekelin, eşeği sağlam kazığa bağlamak için rakip adayların ikisine birden para akıttıkları da biliniyor. Dolayısıyla bu destekten yola çıkarak, bu parayı akıtan şirketlerin hepsinin faşist cepheyi desteklediğini söylemek doğru olmaz. Ama Amerikan siyasetinin bu geleneklerinin arkasına sığınarak kendilerini aklamaya çalıştıklarını da görmek gerekir. Evet bu mali destekler onları faşist cephede saymak için gerekli kanıtı oluşturmaz, ama faşizme kökten karşıt bir pozisyonda olmadıklarını yeterince kanıtlar. Üstelik sözkonusu mali desteklerin yalnızca seçime girecek adaylara değil, faşist dernek ve vakıflara da düzenli şekilde yapılıyor oluşu ve verilen maddi desteğin adaylar arasındaki eşitsiz dağılımı, bu tekellerin faşizmin yükselişindeki payını yeterli açıklıkla ortaya koymaktadır. Dünya çapında faaliyet yürüten dev tekellerin bugün “artık desteği keseceğiz” açıklaması yapmak zorunda kalmaları kimseyi yanıltmamalıdır.
Senatoda isyana teşvik suçlamasından aklanan Trump’ın “başlattığımız yolculuk daha yeni başladı” şeklindeki beyanatı aslında çok şey anlatıyor. Son yapılan bir ankete göre, Cumhuriyetçi Parti tabanının yüzde 80’inin 2024’te yapılacak bir sonraki başkanlık seçiminde de Trump’ın adaylığını desteklediğini söylemesi ve bu oranın 6 Ocak baskınından sonra daha da artmış olması gerçeği de öyle. Trump’ı ve 6 Ocak baskınını bir yol kazası olarak gösterip hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmek isteyen burjuva demokratlar, faşist tehdide karşı mücadelenin önünde engel teşkil ediyorlar. Faşist bir baskının ya da bir darbe girişiminin başarısız olması faşist tehlikenin geçtiği anlamına gelmiyor. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Almanya’da faşizm, yani işçi devrimi tehlikesine karşı burjuvazinin karşı-devrimci teşebbüsleri Hitler’le başlamadı. Mart 1920’deki Kapp Darbesi ilk ciddi karşı-devrimci girişimdi ve aslında gerek kadrolarını gerekse de zihniyetini kendi içinden çıkan Nazilere devretmişti. Hitler önlerliğindeki Nazilerin 1923’teki Birahane Baskını adını alan darbe girişimi de yenilgiyle sonuçlanmıştı. Ama tüm bunlar aslında Nazilerin iktidarına giden yoldaki mihenk taşlarıydı. Özellikle bu sonuncusundaki amatör görüntü, ciddi bir plan ve örgütsüzlükten yoksun oluş, Nazilerin alınan hızlı yenilgiyle çil yavrusu gibi dağılmaları vb. olguları Trump’ın 6 Ocak darbe girişiminde de görmek mümkündür. Ama bu görüntülerden yola çıkarak, Trump’ın temsil ettiği tehdidi küçümseyenlere Birahane Baskınını yeniden düşünmelerini salık veririz.
Birahane darbesi
Almanya’da faşizm 1933’te iktidara güya meşru yollardan, seçim aracılığıyla gelmiş görünse de gerçekte faşist hareket hiçbir zaman parlamenter bir hareket olmamıştır. Faşizm siyasal iktidarı biçimsel olarak ele geçirmeden önce sokağa hâkim olmuştur ve bunda gerek devlet aygıtındaki güçlü destekçileri gerek büyük burjuvazinin önemli bir kesiminin finansal desteği, gerekse de örgütlediği paramiliter gruplar belirleyici rol oynamıştır. I. Dünya Savaşından yenik çıkan Almanya 1918’den itibaren devrimci güçlerle karşı-devrimci güçlerin boy ölçüştüğü bir arenaya dönüşmüş, 1920’lerin ortalarından itibaren gerilimler kısmen yatışsa da 1929 kriziyle nihai hesaplaşma dönemi açılmış ve hem sosyal-demokratların hem de dönemin Stalinist KP’sinin izlediği fahiş hatalarla yüklü politikalar sonucunda bu kavga burjuvazinin lehine çözülmüştür. 1918’le başlayan ilk dönemin kapanışının Birahane Darbesi olduğunu söylemek mümkündür. Kısaca hatırlayalım.
1918 Kasımında Alman İmparatorluğu savaştan yenik çıkarak çökmüş ve yerini Weimar Cumhuriyetine bırakmıştı. Monarşinin yerini bir cumhuriyet almış olsa bile, gerek askeri gerekse de sivil bürokrasi içerisinde monarşiye ve onun değerlerine bağlı olanlar hem çoğunluk hem de adeta dokunulmaz durumdaydılar. Yeni kurulan cumhuriyet hükümetinin merkezindeki sosyal-demokratlar, sosyalist idealleri zaten çoktan bir tarafa bıraktıkları gibi bu gerici ve militarist güruhu devlet aygıtından temizlemek doğrultusunda bile ciddi bir adım atmamışlardı. Ülkenin büyük savaşta komünistler ve sosyal demokratlar tarafından arkadan bıçaklandığını ve bu nedenle yenildiğini düşünen bu gerici militarist-bürokratik güruh, Kapp Darbesinden (Mart 1920) başlayarak süren ve sonunda Nazilerin iktidarıyla sonuçlanan süreçte, faşistlere sundukları gerek üstü örtük gerekse de açık destekle hep önemli bir rol oynamıştı.
Aristokrasinin ve burjuvazinin uzlaşmasına dayalı monarşik rejim yıkılmış ve yerine bir cumhuriyet kurulmuş olsa da bu cumhuriyet aslında Almanya’da proleter devrimci ayaklanmanın bizzat sosyal-demokrasi eliyle bastırılmasının bir ürünü olarak vücut bulmuştu. Ne var ki Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi çok değerli devrimci önderlerin katledilmesine rağmen isyan dalgası hemencecik ortadan kalkmamış ve peşi sıra gerçekleşen devrimci ayaklanmalarla devam etmişti. Zira gerek savaşta alınan yenilginin yarattığı çok boyutlu huzursuzluk, gerekse yaşanan ağır iktisadi çöküntü, isyan kazanının altında ateşin eksik olmamasını sağlıyordu.
İnişli çıkışlı bir seyir izleyen devrimci dalganın momentlerinden biri de 1919 baharında yine bir ayaklanma neticesinde Münih merkezli Bavyera Sosyalist Cumhuriyetinin kuruluşu olmuştu. Bu sosyalist iktidar girişimi de Berlin’deki merkezi hükümetin gönderdiği askeri birliklerce bastırılması nedeniyle çok kısa süre ayakta kalabilmişti. 1918 Kasım devriminin de sonraki proleter ayaklanma girişimlerinin de bastırılmasında Freikorps adını taşıyan paramiliter karşı-devrimci güçler, orduyla birlikte hareket ederek belirleyici bir rol üstlenmişlerdi. İlerleyen süreçte bu güçler serpilip gelişmekte olan faşist hareketin askeri vurucu gücünün de bel kemiğini oluşturacak ve Bavyera eyaleti Nazilerin en güçlü olduğu yer haline gelecekti.
Devrimci ayaklanma ezilmesine rağmen, Almanya’nın tamamında olduğu gibi Bavyera’da da ne iktisadi ne de siyasi bir istikrar sağlanabilmiş durumdaydı. Eylül 1923’te Bavyera hükümeti sıkıyönetim ilan ederek idareyi diktatörlük yetkileriyle donatılmış üç kişiden (devlet komiseri olarak atanan Kahr’ın yanı sıra eyalet polis şefi ve ordu komutanı) oluşan bir yönetime teslim etmişti. Bu durum Nazileri daha da cesaretlendirdi. İtalya’da Mussolini’nin Roma Yürüyüşünün ardından iktidarı ele geçirişini örnek alan Hitler, ordudaki bağlantılarını kullanarak Bavyera’da iktidarı ele geçirmeyi, ardından Berlin’e yürüyerek diktatörlüğünü ilan etmeyi amaçlıyordu. 1918’deki Alman Devriminin yenilgisinden kısa süre sonra (Mart 1920) karşı-devrimci güçler tam da bunu yapmışlar, Freikorps birlikleri elleri kollarını sallayarak Berlin’e girmiş, kenti işgal ederek devlet dairelerini ele geçirmiş ve ardından yeni bir hükümet ilan etmişlerdi (Kapp Darbesi).
Üçlü yönetim Nazilere arka çıkmasına rağmen Hitler’in kişisel planlarına angaje olmuş değildi, onlar da katı bir diktatörlük istiyorlardı ama Hitler’inkini değil kendilerininkini. 8 Kasım 1923 akşamı Münih’teki en büyük birahanelerden birinde Kahr yönetimi üç bin kişilik bir toplantı gerçekleştirirken, Hitler’in başını çektiği 600 kişilik bir Nazi silahlı birliği toplantıyı bastı. Hitler tanınmış general Ludendorff’un yardımıyla bu yönetimin desteğini almayı denedi ama başarılı olamadı. Ertesi sabah ordunun ve polisin desteğinin sağlanamadığı ortaya çıkınca bundan sonraki adımın ne olması gerektiği konusunda yaşanan belirsizlik Naziler arasında kargaşaya yol açtı. Ludendorff’un “yürüyelim” diye bağırması toparlayıcı oldu ve Naziler hükümet binalarını ele geçirmek üzere Münih kent merkezine doğru yürüyüşe geçtiler. Devlet aygıtının doğrudan desteğinden mahrum kalınınca, darbe girişiminin ne denli plansız, derme çatma ve ciddi bir örgütlülükten yoksun olduğu ortaya çıkmıştı. Yürüyüş yolu polis barikatıyla kesilince çıkan silahlı çatışmada darbeciler geri püskürtüldüler ve dağıldılar. Ludendorff ve diğer Nazi liderleri tutuklandılar, Hitler kaçtı ve iki gün sonra o da tutuklandı. Birkaç ay sonraki mahkeme Nazi propaganda sahnesine dönüştü, Ludendorff hiç ceza almazken Hitler 5 yıl hapis cezası aldı ancak 9 ay sonra salıverildi. Konforlu bir şekilde döşenmiş manzaralı hapishane hücresinde geçirdiği 9 ay boyunca dışarıdaki Nazi liderleriyle görüşmeye devam ederek Kavgam adlı kitabını kaleme aldı. Birahane Baskını Nazilere bir şey daha sağladı: Yaşanan çatışmalarda ölen 16 faşist “ilk Nazi şehitleri” olarak kutsandılar ve faşist propagandada bol bol kullanıldılar.
Hitler 1924 sonunda hapishaneden çıktığında Almanya’daki devrim mi karşı-devrim mi ikilemi bir ölçüde yumuşamıştı. Mevcut güç dengeleri içerisinde askeri bir darbeyle iktidara gelemeyeceğini anlayan Hitler propaganda ve örgütlenme faaliyetine hız verse de Naziler hızla güç kaybettiler, oyları dört yıl içerisinde %6,5’ten %2,6’ya düştü. Fakat 1929’da patlayan dünya iktisadi krizi, Nazilerin imdadına yetişerek faşist fikirlerin yayılmasını kolaylaştırdı. Bunda gerek Sosyal-Demokrat gerekse de Komünist Partinin izlediği yanlış ve sekter politikalar da büyük rol oynadı. Hitler darbeci çizgiden uzaklaşsa bile asla sıradan bir parlamentarist çizgi izlemedi. Sokağı faşist terörle denetim altına almak, işçi sınıfı örgütlerini basınç altında tutarak pasifize etmek faşizmin siyasal faaliyetinin asli öğelerinden biriydi. Sonunda seçimlerden başarıyla çıkıp Meclise güçlü bir grupla girmeyi başarmasına rağmen, başbakan olarak atanmasını o sıralar artık devlet başkanı olan meşhur general Hindenburg’a borçlu olacaktı.
Almanya’da faşist hareket, başından sonuna kadar, asker-sivil bürokrasinin bazı kilit unsurlarının desteğine sahipti. 1920’deki Kapp Darbesinden Birahane Baskınına, oradan da Hinderburg’un lütfuyla hükümeti kurmaya giden yolda bu destek hep belirleyici olmuştur. Kapp Darbesini yapan general Erhardt’a bağlı Freikorps birlikleri, darbenin başarısız olmasının ardından tıpkı geldikleri gibi ellerini kollarını sallayarak Berlin’i terk ederken şu sloganı bağırıyorlardı: “Miğferleri gamalı-haçlı, renkleri siyah-beyaz-kırmızı, bize derler Erhardt’ın alayı.” On üç yıl sonra değişen tek şey Erhardt isminin yerine Hitler isminin geçmesiydi. “Daha fazla kan dökülmemesi”, “gerginliğin bir an önce yatıştırılması” gibi kof bahanelerle bu faşist güruhtan hesap sorulmamasıyla başlayan ihanet çizgisi Hitler’in iktidarıyla sonuçlanacaktı.
Faşizmle tartışılmaz, mücadele edilir!
20. yüzyılda yaşanan klasik faşizm deneyimlerinin insanlığa yaşattığı vahşet ve doğurduğu nefret düşünülecek olursa, bu tür hareketlerin işler belli bir olgunlaşma derecesine gelene kadar demokrasi düşmanı tabiatlarını açık etmeleri beklenemez. Hatta tersine bugün bu hareketler kendilerinin gadre uğradığını, iftiraya maruz bırakıldıklarını, düşüncelerinin baskı altında olduğunu ve engellendiğini söyleyerek, mağduriyet pozları kesmektedirler. Faşist yalanlarının gördüğü tepkiyi, “düşünce özgürlüğü”ne saldırı olarak sunmakta bu yüzsüzler son derece mahirdirler. Ama bu maharetleri kendi kişisel vasıflarından ziyade burjuva dünyadan gördükleri destekten kaynaklanıyor. Gerek geleneksel sağ politikacılar, gerek büyük medya kuruluşları gerekse de bürokratlar, düşünce özgürlüğü adına faşistlere arka çıkmaktan hiç vazgeçmiyorlar. Bunun sayısız örneği mevcut, ama biz son ikisini hatırlatmakla yetinelim.
İlk örnek aslında bu tür olayların verimli bir membaı olan Almanya’dan. Hitler’in II. Dünya Savaşı ve Yahudi soykırımında sorumluluğunun olmadığını iddia etmeyi kendisine görev bilen “akademisyenler”, gördükleri “baskı” ve “fikirlerinin engellenmesi”ne karşı “mücadele etme” amacıyla geçtiğimiz günlerde “Akademik Özgürlük Ağı” adlı bir oluşum ilan ettiler. Bu yedi faşist kurucunun çağrısına, Alman üniversitelerinden 70 akademisyen de “akademik özgürlük” adına destek verdi. Alman medyasıysa bu akademisyenlerin özgürlüğünü savunan yazılarla doldu. Bunların hepsi faşist yazarların kaleminden çıkmıyor, zira liberaller cenahında kullanışlı ahmaklar hiç bitmiyor.
İkinci örnek ABD’den. 6 Ocaktaki darbe girişiminin ardından Trump’ın twitter hesabının şirket tarafından kapatılması, yalnızca orada değil Avrupa’da da tartışma konusu olmuştur. Aralarında Merkel’in de olduğu birçok Avrupalı siyasetçi, düşüncelerine katılmasalar bile Trump’ın ifade özgürlüğünün sınırlanmasına karşı olduklarını açıklamışlardır. Bu liberal güruh, Fransız devriminin ve Aydınlanmacılığın en önemli düşünürlerinden Voltaire’in şu sözlerinin arkasına sığınıyor: “Düşüncelerine katılmıyorum, ama senin düşüncelerini savunma hakkını sonuna kadar destekleyeceğim.” Apaçık yalanlara, çarpıtmalara, iftiralara, demagojiye fikir denilebilseydi belki haklı olurlardı, ama faşizm bir fikir akımı değildir. Faşist demagojiyi bir düşünce olarak ele alıp, onun ifade özgürlüğünü savunmak ahmaklıktır. Bu liberal ahmaklık faşizmin önünü açmaktan başka bir sonuç üretmemiştir ve üretmeyecektir de.
link: Oktay Baran, Faşizm ve Liberal Hayaller, 20 Şubat 2021, https://marksist.net/node/7275
Cezaevlerinde Çıplak Arama 12 Eylül’ü Aratmıyor
Bilimin Kapitalizmle İmtihanı