Burjuva siyasetçilerin malvarlıklarına ilişkin tartışmalar ve bu tartışmalara örtük ya da açık bir biçimde eşlik eden yolsuzluk iddiaları, Türkiye'de geçtiğimiz ay gündemin başköşesini uzun süre işgal etti. Hükümetin yumuşak karnı haline gelen Maliye Bakanının imaları ile başlayan ve karşılıklı restleşmelerle süren kapışmalar, alışık olduğumuz üzere bir hararet evresinin ardından soğumaya bırakıldı.
Belli ki Cumhurbaşkanlığı seçiminin yaklaşmasıyla birlikte egemen sınıf içindeki taraflar birbirlerine karşı pozisyonlarını almaya başladılar. Böylece yıpratma operasyonlarında her zaman en kullanışlı araç olan mal varlığı tartışması da 'tencere dibin kara seninki benden kara' atışmalarıyla birlikte masaya sürüldü. Bütün bu suçlamalara ve imalara medyanın bir bölümü tarafından, bir dönemler delikanlılığı övülen başbakanın 'keşfedilen' kaba saba yönlerinin vurgulanması da eklendi.
Artık iyice anlaşılıyor ki, Tayyip Erdoğan'ın veya benzer siyasi niteliklere sahip bir ismin Cumhurbaşkanı seçilmesinin önü, başını askeri ve sivil bürokrasinin çektiği ve bu durumu hazmetmekte zorlanacak egemen sınıf kesimleri tarafından tıkanmaya çalışılıyor. Türkiye'deki 'yolsuzluk' tartışmaları her zaman egemenler arasındaki kapışmaların ve siyaset oyunlarının bir parçası olmuştur. Görülüyor ki bugünlerde tanık olduğumuz söz konusu tartışmalarda da aynı kural işlemektedir.
Bütün bu itiş kakış vesilesiyle eski defterler de karıştırılmaya başlanınca, burjuva siyasetçilerin 'çıkın'ındakilerle beraber burjuva medyasının önde gelen temsilcilerinin kirli çamaşırları da ortaya saçıldı. Başbakan Erdoğan'ın 'mal varlığı' tartışmasında şeffaflık nutukları atanlarıngöründükleri kadar şeffaflıktan yana olmadıkları ortaya çıktı. Sabah gazetesi yazarı Umur Talu açıkça, 'Bugünkü başbakanın mal varlığı üstüne epey 'hassas' yönetici ve kalemlerin kimileri, 1994'te, o günkü başbakanın 'gizli mal varlığı'nı sansürleyen isimlerdir' diye yazdı.
Talu'nun yaptığı hatırlatma şöyleydi: 'Birisi üşenmez, o günün büyük gazetelerine bakarsa; Kimi gazete yöneticilerinin, muhabirlerinin gönderdiği bir 'gayrimenkul'ün haberini dahi gizlediklerini; Kimilerinin, 'yüzde 100 gazetecilik' inat ve ısrarındaki meslektaşlarının ortaya çıkardığı 'Başbakanın serveti'ni dahi görmezden gelmek, meşrulaştırmak, önemsizleştirmek için bin bir takla attıklarını görür. Bu isimler, bugün de 'medyanın en üst düzeyleri'nde bulunuyor. Ne hazindir ki, bugün gönül bağıyla veya başka bir nedenle Başbakan'a arka çıkmaya çalışanların kimileri ise, hem o günlerin, hem 28 şubat sonrası iktidarların 'yolsuzlukları' üstüne çok kalem oynatanlardır. Hoşlanmadığı sivil iktidar üstüne olanca dürüstlük ve sıkı gazetecilikle giderken, askeri kokulu kimi bulaşık işlerde, 'Lockheed, F'16, İsrail'e tank ihalesi' gibi meselelerde gıkı çıkmayanlar da sütunlardan göz kırpmaya devam eder. Bazen bir iktidarı, bazen bir bakanı, bazen dostu işadamını, bazen yasa siparişi verilen koalisyonu, bazen bankaya arka çıkan politika cambazını, bazen ünlü reklâmcıyı kollamak adına 'sansür' yaptığı halde sık sık 'editoryal bağımsızlık, yayına müdahale etmeme, özgür gazetecilik' üstüne nutuk atanlar da öyle.'
Nasırına basılanın tozu dumana katıp diğerlerine saldırdığı bu hengâmede aslında, siyasetçisiyle, gazetecisiyle tüm burjuva unsurların nasıl bir çürüme içinde oldukları bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu. Ancak elbette burjuva ideologlar da bu süreçte, ortalığa yayılan bunca pis kokunun işçi sınıfında yaratacağı tepkileri düzen sınırları içinde tutma çabasını ihmal etmediler. Egemen sınıflar kapışıp birbirlerinin temsilcilerini gözden düşürme gayretine girişmişken bir yandan da ortalığı onların 'namuslu kapitalizm' vaazları kapladı. Yolsuzluk yapıp 'tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyenler' lanetlenirken 'helâl' kazanç sahipleri aklandı. 'Piyasa ekonomisinin' henüz yeterince yerleşmemiş olmasının sıkıntılar yarattığı, devletin kamu sektöründeki göreli ağırlığının yolsuzluklara zemin hazırladığı ve çözümün bunu değiştirmekten geçtiği propagandası bu vesileyle de medyada yer buldu.
Bu türden mal varlığı tartışmalarına ve yolsuzluk vukuatlarına elbette sadece Türkiye'de rastlanmıyor. Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle birlikte burjuvalar arasındaki rekabet de kızışmakta ve tüm kapitalist dünyada bu tür 'kuralsızlıklar' artmaktadır. Hatta son büyük örneğini enerji şirketi Enron'un iflasıyla ABD'de gördüğümüz yolsuzlukların boyutları karşısında Türkiye'deki örnekler devede kulak bile sayılabilir; bu devasa şirketin muhasebe kayıtlarında yapılan sahteciliğin tespit edilebilen miktarı 65 milyar doların üzerindedir. Görüldüğü gibi, sistemin çürümüşlüğünü gösteren bu emare sadece kapitalist gelişmişlik düzeyi görece geri olan Türkiye ya da benzeri ülkelerin hastalığı değildir. Ancak Asyatik-despotik bir sistemin mirasçısı olan Türkiye'de yolsuzluk her zaman yönetme geleneğinin bir parçası olmuştur.
Dünya Bankası ve Avrupa İskân ve Kalkınma Bankası tarafından ortaklaşa olarak 1999'da 26 ülkede dört binden fazla şirketi kapsayan 'şirket-devlet' ilişkilerinin incelendiği saha çalışmasında, Türkiye'deki şirketlerin yıllık gelirlerinin yaklaşık yüzde 2,5'inden fazlasını rüşvet olarak verdiği ortaya çıkmıştır. Saha çalışmasına katılan Türk şirketlerinin yüzde 40'ına yakın bir bölümü devlet ihalelerinde, genellikle, kontrat bedelinin yüzde 5 ilâ 10'u arasında değişen 'komisyon' ödediklerini belirtmişlerdir.
Devlet dairelerinde en sıradan işlerini halletmek ya da trafik cezalarından kurtulmak için verilen rüşvetleri kanıksayan Türkiyeli insanların zihnine, divan şairi Fuzuli'nin 'selam verdim rüşvet değildir diye almadı' ifadesinin bir vecize gibi yerleşmiş olması boşuna değildir. Türkiye'de rüşvet, bürokrasinin ortak kültürünün bir parçasıdır ve bu yerleşik yolsuzluğun kuvvetli kökleri ülkenin Asyatik-despotik geçmişinden beslenmiştir.
Türkiye'nin kısa yolsuzluk tarihi
16. yüzyıldan sonra, Osmanlı Devleti'nde Avrupa'da gelişen kapitalizmin yarattığı dış basınçla birlikte mali sistem çözülmeye başlayınca, yolsuzluk ve rüşvet büyük boyutlara varan bir yaygınlık kazandı ve zaman içinde gelenekselleşti. Nüfuzlarından yararlanan Osmanlı'nın tüm kapıkulu bürokrasisi, padişah da dâhil olmak üzere herkes tarafından kabul gören bir biçimde rüşvetler alarak dillere destan servetler oluşturdular.
Örneğin üç padişaha (I. Süleyman, II. Selim, III. Murat) 'hizmet veren' ve Osmanlı'nın yetiştirdiği en değerli sadrazam olarak bugün caddelere, okullara adı verilen Sokullu Mehmet Paşa (1505'1579), rüşvet yoluyla hadsiz hesapsız bir servete sahip olmuştu. Sokullu'nun serveti ve rüşvetçiliği hakkında Alman tarihçi Ludwig Von Gerlach; 'kim yüksek bir mevkiye gelmek isterse, ona yüzlerce, binlerce duka altınlık armağanlar sunmak ya da ayağına atlar, oğlanlar taşımak zorundadır' diyordu.
Fransa'nın İstanbul Büyükelçisi De Germigny'nin 1580 yılında Paris'e gönderdiği rapor da, rüşvetin Osmanlı'da hangi kapıları açtığının bir başka belgesidir. Raporda şöyle yazmaktadır: 'Mümkünse şöyle hareket edilmelidir: Kral, Yeniçeri ağası İbrahim Paşaya ve Padişahın Donanma Komutanı Kaptan-ı Derya İbrahim Paşaya, Paris kumaş ticaretinden pay ayırmalarını ihmal etmemelerini, krallık meclisi üyelerine ve hazine bakanına buyurmalıdır. Unutulmamalıdır ki, benden önceki İspanya elçisinin İspanya Kralı'nın işlerini kolaylaştırması için ödediği 50 bin duka altın armağan karşısında, Sokullu Mehmet Paşa yelkenleri suya indirmişti.' (Aktaran, S. Yerasimos, Az Gelişmişliğin Sürecinde Türkiye, cilt 1, Gözlem Y., 1974)
Bugün Galataport, Telekom gibi ihaleler vesilesiyle sıklıkla kullanmaya başladığımız peşkeş sözcüğü de Osmanlı'da üst düzeyde bir devlet memuruna verilen 'yasal hediye' anlamına gelirdi. Sözgelimi bir büyük vezir, bir adamın işini hallettiğinde buna karşılık 'pişkeş' alırdı ve bu yasaldı. Ancak belli (!) hadleri vardı. Bunun üstü 'rüşvet'e girerdi.
İlerleyen dönemlerde çeşitli tedbirler alınmaya çalışılmasına rağmen önü alınamayan rüşvet ve yolsuzluklar cumhuriyetin kurulmasıyla da ortadan kalkmamıştır şüphesiz. Havuz-Yavuz davası olarak bilinen ve devletin üst düzeyde bir bakanının yüce divana sevk edilmesiyle başlayan yolsuzluklar silsilesi 1946'da çok partili rejime geçilmesinden sonra da dönemin Gümrük ve Tekel Bakanı Suat Hayri Örgüplü'nün yargılandığı ve bakanlığın birçok memurunun adının karıştığı bir yolsuzluk davası ile devam etmiştir.
Ancak yolsuzlukların ve rüşvetin yöntemlerinin çeşitlenmesi ve asıl patlaması kapitalist gelişmenin belirli bir düzeye ulaştığı 70'li yıllarla birlikte olmuştur. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte geçmiş dönemdeki bazı siyasilerin hakkında yolsuzluk soruşturmaları açılmış ve 13 Nisan 1982 tarihinde Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar, 16 Mart 1982 tarihinde de Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı görevini kötüye kullanmak suçlarından Yüce Divan'da mahkûm olmuşlardır. 1980 öncesindeki önemli yolsuzluk olaylarından biri de 'Lockheed Skandalı'ydı. Tüm dünyada çok sayıda tutuklama ve mahkûmiyetlere neden olan bu olay, Türkiye'de ucu askeri bürokrasinin üst kademelerine kadar dokunduğu için aydınlatılamamıştır.
1980'lerden bu yana ortaya çıkan başlıca yolsuzluk olayları arasında, Devlet Bakanı İsmail Özdağlar'ın adının karıştığı rüşvet yolsuzluğu, F-16 savaş uçağı alımıyla ilgili rüşvet olayı, İstanbul Bankası yolsuzluğu, Jaguar Olayı, Karayolları Yolsuzluğu, İSKİ yolsuzluğu, İLKSAN yolsuzluğu, TÜRKBANK yolsuzluğu, hayali ihracat yolsuzlukları sayılabilir. Bu vakalar, çoğu bir sonuca ulaşmayan soruşturmalarla veya önemsiz cezalarla geçiştirilmiştir.
1990 yılında, bazı gazeteler, politikacıların mal bildiriminde bulunmalarını ısrarla talep ettiklerindeyse, adı her daim yolsuzlukla anılan iktidardaki ANAP bir yasa hazırlamak zorunda kalmıştı. Ancak elbette kendisini buna zorlayanları da yasa kapsamına almayı ihmal etmeyerek! Bu yasayla, politikacıların yanı sıra, vakıf mütevelli heyetleri, gazetelerin patronları, yöneticileri ve bütün köşe yazarları da mal bildirimi verme yükümlülüğü altına sokuldu. Onca tantananın ardından Meclis'te oluşturulan Mal Varlığı Araştırma Komisyonundaki ANAP ve DYP'li temsilciler, liderlerini karşılıklı olarak aklayarak meseleyi kapattı.
Yani hükümet etme hakkını elinde tutanların ihsanıyla bu kesimlere yakın duranlar, Türkiye'de her daim iktidarın nimetlerinden faydalandılar.
Yolsuzluk sömürücü sistemlerin mayasındadır
Anlatılanlar şüphesiz yaşadığımız topraklara has şeyler değil. Sömürücü sınıflar var olduğundan beri hem bu topraklarda hem de tüm dünyada yolsuzluklar olmuştur. Yolsuzluğun tarihi, devletin tarihi kadar eskidir. M.Ö. 4000 yılından kalma Sümer tabletlerinden, Dante'nin İlahi Komedya'sına kadar pek çok tarihi ve edebi eserde yolsuzluktan, rüşvetten şikâyet edilir.
Elbette 'insanla insan arasında 'nakit ödeme'nin katı ihtiyaçlarına göre kurulan bağdan başka hiçbir bağ, soğuk bir bireysel çıkar ilişkisinden başka hiçbir ilişki bırakmayan' kapitalizmde de yolsuzluk her daim var olmuştur, var olmaya devam edecektir. Aslında sömürüye dayanan tüm üretim ilişkileri gibi kapitalizm de 'yolsuzluğun' ta kendisidir. Çünkü kapitalist sermayenin ve tüm servetlerin kaynağı işçilere karşılığı ödenmemiş olan artı-emektir. Eğer bir çalıp çırpma varsa suçlu tam da burada aranmalıdır. Özü bu anlamda hırsızlığa dayanan kapitalizmin her türlü çürümeyle beraber yolsuzlukları da üretmesi bu yüzden kaçınılmazdır.
Mal varlığı tartışmasıyla açıklanan-açıklanmayan trilyonlarca liralık politikacı servetleri de, yasalara göre 'hiçbir!' konuda yolsuzluk yapmadan dünyanın en zengin adamları listelerine giren burjuvaların sermayeleri de işçilerin gasp edilmiş emekleridir. Bilinçli işçiler bunun farkında olmalı ve mücadele silahlarını, saltanatları sürsün diye bizleri bu çürümüş düzende 'yaşamaya' mahkûm eden haramilere çevirmelidir.
link: Selim Fuat, Haramiler Düzeninde Mal Varlığı Tartışmaları ve Yolsuzluklar, 15 Mart 2006, https://marksist.net/node/7196
Kadına Yönelik şiddet
Marx’ın Mezarı Başında