Asyatik despotik bir doğu imparatorluğunun mirası üzerine kurulan modern burjuva cumhuriyeti (TC), kuruluşunun 82. yıldönümünde hâlâ 82 yıl öncesinin birçok sorununu çözebilmiş değil. Bu sorunlardan birisi de, çeşitli zaman, zemin ve biçimlerde gündeme sokulan laiklik/irtica 'çatışması' sorunudur. Burjuva devletin ihtiyaç duyduğunda yarattığı öcülerin ve belirlediği düşmanların önem sıralamasına göre elbette söz konusu sorunun gündemde işgal ettiği yer de değişiyor.
Örneğin burjuva devletin bekası açısından 'komünizmle mücadele'nin çok daha yakıcı bir önem taşıdığı 70'li yıllarda, irtica (gericilik) tehdidi, 'laik' ve de 'ilerici' askeri bürokrasinin ve burjuvazinin gündeminde bugünkü kadar önemli bir yer işgal etmemişti. Nitekim o dönemde sırtları devlet tarafından sıvazlanan dinci ve faşist çeteler, Maraş ve Çorum'da mezhep ayrılıklarını körükleyip katliamlar düzenlerken, bu kesimler sağır, dilsiz ve körü oynamaktaydılar. Ne var ki 80'li ve 90'lı yıllarda ekonomi cephesinde 'İslamcı sermaye'nin iyice palazlanması, siyaset cephesinde ise Refah Partisinin ve son olarak da AKP'nin iktidara gelmesiyle, bunlar laiklik konusunda birden hassasiyet sahibi oluverdiler.
1990'lı yılların başında Kürt halkına yönelik sayısız faili meçhul cinayette tetikçi olarak kullanılmak üzere bir kontrgerilla örgütü olarak organize edilen Hizbullah'a, Kürt hareketi geri çekildiğinde artık egemenlerin ihtiyacı kalmamıştı. Bu durumda Hizbullah, birden, gözü dönmüş şeriatçı canilerden oluşan baş tehdit olarak lanse edildi kamuoyuna. Diğer taraftan 28 şubat ile birlikte, onyıllardır sayıları katlanarak arttırılan ve mezunları her türlü devlet kurumuna gönül rahatlığıyla yerleştirilen imam-hatip liseleri de mercek altına alınarak tukaka ilan edilecekti.
Gündemin en sıcak konularından biri olma özelliğini yıllardır yitirmeyen türban meselesi de kuşkusuz bu sürecin bir uzantısıdır. 28 şubat'ın ardından tam bir kangrene dönüşen bu sorun çeşitli vesilelerle sık sık gündeme geliyor. Son olarak Erzurum Atatürk Üniversitesinin diploma törenine başörtülü bir annenin alınmaması, işin vardığı çılgınlık derecesini göstermesi bakımından oldukça çarpıcıdır. Altında pantolon, başında gevşek bağlanmış bir eşarp bulunan bu anne, yüce cumhuriyetimizin asli ilkelerinden olan laiklik ilkesini çiğnetmemeyi yaşamının biricik gayesi haline getiren irtica-savar rektör tarafından üniversite sınırlarının dışına attırılmıştır. Böylelikle laiklik korunmuş ve kamusal alanın namusuna halel getirilmemiştir! Askeri bürokrasi güdümünde yürütülen 'laiklik' harekâtı, işte bu noktaya kadar gelmiştir.
Devletlû kesimin gerek dine gerekse laiklik meselesine bakışından doğan sorunların yeni olmadığını, cumhuriyetin kuruluş dönemlerinden bu yana devam ettiğini en başta belirtmiştik. Dolayısıyla bugünkü sorunu net tarif edebilmek ve laiklik/irtica adı altında yaratılan yapay kutuplaşmada doğru bir tutum takınabilmek için, sorunun tarihsel arka planını hatırlamak gerekiyor.
Cumhursuz cumhuriyetin tuhaf laikliği
Pek çok konuda Fransız burjuva devriminden esinlendiği söylenen Kemalist devrim, aslında önderliğini bürokratik elitin yaptığı, son derece gecikmiş bir burjuva devrimidir. Halk hareketine dayanmayan, aksine halkı dışlayan ve sürekli baskı altında tutan, tepeden güdümlü, cüce bir burjuva devrimi. TC'nin kuruluşu sürecinde öncülüğü bilfiil yerli burjuvazi değil, Osmanlı bürokrasisinden gelen ve burjuva ideolojisini kendi meşrebince benimsemiş olan asker-sivil bürokrat kadrolar üstlenmişti. Bunun sonucu olarak, Türkiye'deki modernleşme projesi de daha baştan bürokratik elitin güdümünde, otoriter bir proje olarak vücut bulmuş ve tepeden, devlet güdümünde uygulamalarla işlerlik kazanmıştır.
İşçi sınıfının dünya sahnesine devrimci bir güç olarak çıktığı ve dünya burjuvazisinin genel olarak devrimci barutunu tükettiği bir ortamda gecikmiş bir kapitalist gelişmenin önünü açmak, hele Türkiye gibi Asyatik despotizm geleneğinden gelen bir ülkede ancak tepeden devrimlerle mümkün olabilirdi. Gerçekleştirilen tepeden devrimlerde halk unsuru tümüyle dışlanmıştı. Halkın tıpkı Osmanlı imparatorluğunda olduğu gibi yurttaş değil tebaa olarak görüldüğü bu burjuva cumhuriyette, halk adına ve halk için yapıldığı söylenen hemen her yenilik, onu tümüyle dışlayarak ve bazen de ona rağmen yapıldı. O zamana dek siyasetin kendisine gökteki yıldızlar kadar uzak olduğu bir devlet geleneğinden, Asyatik-despotik gelenekten başka bir şey görmemiş olan bir halk, yapılanlara çoğu zaman sessiz kalırken, içten içe büyüttüğü öfkesiyle, ilerleyen yıllarda bu devletlû sınıftan intikamını farklı biçimlerde almıştır. Meselâ tek parti diktatörlüğünün partisi olan CHP'nin makûs talihi, halkın eline geçen her fırsatta bu devlet partisinden aldığı intikamla belirlenmiştir.
Fransız devrimini gerçekleştiren halk kitleleri, kiliseyi yeni kurulan toplumun ve devletin önündeki en büyük engellerden biri olarak görmüşlerdi. Kilise onların gözünde açık bir biçimde egemen sınıfın bir uzantısıydı. Dolayısıyla böyle bir toplumsal devrimde, devrimin başını çekenlerin halka laikliği dayatması değil, halkın yeni kurulan devleti laik temellerde inşaya zorlaması söz konusuydu. Türkiye'deki Kemalist devrimde ise halka kendi kafasındaki laikliği dayatan bir devlet eliti vardı. O elit ki, eski imparatorluk devletinin asker ve sivil bürokrasisinden gelmekteydi.
Her türlü dine ve mezhebe eşit uzaklıkta olması gereken 'laik' devletin başı, 'Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır' diyerek, yeni kurulan burjuva cumhuriyetin dine ne kadar mesafeli duracağının da mesajını veriyordu. Tepeden inme güdük bir burjuva devrim olan Kemalist devrimin laikliği de doğal olarak kendisi gibi güdük kalacaktı.
TC ve dinsel eğitim
TC'nin laikliğini, yani din işleriyle devlet işlerini ne kadar birbirinden ayrı tutabildiğini gösteren en temel alanlardan birisi kuşkusuz dinsel eğitim meselesidir.
Yeni kurulan TC'nin 3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe soktuğu Tevhid-i Tedrisat (Eğitimin Birliği) Kanunuyla tüm eğitim kurumlarının tek bir çatı altında birleştirilmesi, aynı zamanda eskinin uzantısı olan dinsel eğitim kurumlarına da neşter atılması anlamına geliyordu. Bu kanunun yürürlüğe girmesinden birkaç gün sonra medreseler kapatıldı. Amaç, bir yandan devletin tepesinde yürüyen iktidar savaşında siyasi muhalifleri ekarte etmek, diğer yandan da inşa edilecek yeni cumhuriyetin önündeki tutucu engelleri temizleyip ulusal bir birlik yaratmaktı.
Fakat yeni TC'nin laikliği her zaman dinsel kesimlere verilen tavizleri ya da onlara dönük aşırı baskıları, yani gitgelleri ve çeşitli salınımları içerecekti. Nitekim medreselerin boşluğunu birkaç ay içinde devletin açtığı imam-hatip okulları doldurdu. Böylece 'din adamını da ben kendi din anlayışıma göre yetiştiririm' diyen devlet, her şey gibi dini de kontrol altına alacaktı. Bu dönemde açılan ve sadece orta kısımdan ibaret olan bu okullar, rağbet görmedikleri gerekçesiyle 1930'da tümüyle kapatıldılar. 1924 yılında başlatılan uygulamalardan biri de ilkokullarda zorunlu din dersi uygulamasıydı. 1930 yılına gelindiğinde din derslerinin hem saati azaltılıp hem de isteğe bağlı hale getirilirken, 1933'te bu ders tamamen kaldırıldı. Ta ki 1949'da, CHP iktidarı döneminde, isteğe bağlı olarak yeniden başlatılana dek. 1930'ların başından 1940'a kadar Kuran kursları (1932'de başlatıldı) dışında bir dini eğitim kurumu olmadı Türkiye'de.
1950 Menderes iktidarı döneminden itibaren ise tarikatlarla siyasal partiler arasında sıkı ilişkiler kurulmaya başlanacaktı. 1951'de, Demokrat Parti imam-hatip okullarını yeniden faaliyete geçirdi ve sayılarını hızla arttırdı. Ve 1973 yılına gelindiğinde, bugünkü karmaşanın tohumlarını eken ve burjuva devletin sahte laiklik anlayışını ve derin oportünizmini açığa vuran bir değişikliğe daha gidildi. Eğitim sisteminin her yıl değiştirilen bir oyuncağa, öğrencilerinse bir kobaya dönüştürüldüğü Türkiye'de, imam-hatip okullarına o yıl lise statüsü kazandırıldı. Böylece bir meslek okulu olarak var olan ve o güne dek mezunlarının büyük bölümü eğitim gördükleri alanda görev yapan bu okullar, birden biçim değiştirmiş oldular. O zamana dek ancak normal liselerden mezun olan öğrencilerin gittiği üniversiteler, bu değişiklikle birlikte imam-hatip liselilere de kapılarını açtılar. Bu tarihten 1983 yılına kadar, imam-hatip liselerinden mezun olanlar, üniversite sınavlarında lise edebiyat kollarıyla eşit statüde sayıldılar.
İmam-hatip lisesi öğrencilerinin sayısı 1974'te 11 binden az iken, bu sayı MC hükümetleri döneminde hızla artmış ve 1978'e gelindiğinde 108 bini geçmişti. 70'li yıllarda ABD'nin Yeşil Kuşak projesinin uygulamaya konulmasıyla birlikte, Türkiye, dinsel gericiliğin devlet eliyle daha da palazlandırılıp 'komünizme' karşı kullanıldığı bir ülke olacaktı.
Bugün laiklik adına, kadınların başörtüsüne ve imam-hatip okullarına kafayı takmış olan 'koruyucu' ve 'kollayıcı'ların 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle yaptıklarına gelecek olursak, bunların ilk işinin, ilk ve orta dereceli tüm okullarda zorunlu din dersi uygulamasını Anayasa maddesi haline getirmek olduğunu görürüz. Faşist diktatörlük döneminde imam-hatip liselerinin sayısında herhangi bir azaltmaya gidilmemesinin yanı sıra, bu okullarda okuyan öğrencilere tüm üniversite dallarına girebilme hakkı tanındı. MC hükümetlerinin dahi yapmadığı bu uygulama 1983 yaz başında yürürlüğe sokuldu. Bu yolun açılmasını takip eden 15 yıl içinde, imam-hatip liselerinin sayısı 376'dan 500'e çıktı. Bunun yanı sıra yabancı dilde eğitim veren Anadolu İmam-Hatip Liseleri de kuruldu.
28 şubat 1997'ye gelindiğinde, imam-hatip liseleri, maddi olanaklarının bolluğu sayesinde yükselttikleri eğitim kalitesiyle üniversite sınavlarında başarı ortalaması hayli yüksek kurumlar haline gelmişlerdi. Ne var ki 28 şubat darbesinin asıl amacı siyasal İslamın ve 'İslamcı sermaye'nin önünü kesmek olsa da, okkanın altına gidenler bu okullarda okuyan öğrencilerle birlikte diğer tüm meslek lisesi öğrencileri oldu. ÖSS katsayılarıyla oynanarak bu okulların cazip olmaktan çıkarılması hedeflendi ve istenen başarıldı. Böylece, o dönemde işine geldiği için 12 Eylül'le imam-hatiplilere üniversite kapılarını sınırsızca açan da, 28 şubat'la bu hakları sınırlayan da aynı 'laik bürokrasi' idi.
Bugün AKP iktidarı imam-hatip liselilerin üniversite sınavlarındaki 'mağduriyetlerini' ortadan kaldırmak için katsayıları yeniden düzenlemek isterken, bu arzusu nedeniyle YÖK'ten şiddetli tepkiler alıyor. Askerlerden ve onların dümen suyundaki YÖK'ten her yüksek sesli karşı çıkış, AKP'yi geri adım atmaya ve uygun zamanı kollamaya itiyor.
Bizler bu sorunda ne sırtını devlete yaslamak isteyen İslami kesimin tarafında yer alıyoruz, ne de laiklik adına her türlü kafa karışıklığını ve ikiyüzlülüğü kutsallaştıran Kemalistlerin tarafında. Sorunun çözümünün ancak köklü bir değişiklikle, laikliği hakkıyla uygulayabilmekle mümkün olduğunu düşünüyoruz. Her ne kadar bu çözüm teorik düzlemde burjuva demokrasisinin sınırları dahilinde görünse de, burjuvazinin siyasal gericiliğiyle karakterize olan emperyalizm çağında bunun bir işçi devrimi sorunu olduğunu belirtmeliyiz. Türk burjuvazisinin gerçek laikliği uygulamaya niyeti de yoktur cesareti de. Bu niyetsizliğin ve cesaretsizliğin temel güdülerinden ilki halktan duyulan korkuysa, ikincisi de dini bir baskı, yönlendirme ve iktidar aracı olarak dilediğince kullanma arzusudur. Bu 'ne yardan ne serden geçme' hali siyasal arenada tam bir kilitlenmeye yol açmaktadır.
Gerçekten laik bir ülkede (ki burjuva egemenliğinin söz konusu olduğu hiçbir ülkede gerçek bir laiklikten tam olarak söz edilemez), din konusu tümüyle cemaatlerin inisiyatifine ve bireyin vicdanına terk edilmesi gereken bir konudur. Ama cemaatten yani halktan duyulan korku, TC devletinin kuruluşundan bu yana, hatta onu önceleyen Osmanlıdan bu yana devletin iliklerine işlemiştir. Nitekim boş bırakılan halkın ne yapacağı hiç belli olmaz!
Eğer laik bir ülkede devletin dininden söz edilemezse, devletin dini eğitim vermesinden de söz edilemez. Oysa TC okullarda da, camide de, genel devlet politikasında da sadece İslamın değil onun belli bir mezhebinin, Sünniliğin propagandisti durumundadır. Tarikatların muazzam gücü, en yüksek devlet kademelerinden en alttakine, hükümet temsilcilerinden iş âlemine kadar her alanda hissedilmektedir. Tüm burjuva partiler seçim zamanlarında hatırı sayılır kitleleri diledikleri gibi yönlendirme gücüne sahip şeyhlerin, şıhların, tarikat liderlerinin etrafında pervanedirler.
12 Eylül'ün faşist baş generali düzenlediği il gezilerinde konuşmalarını ayetlerle, hadislerle süslerken, 'laik' Kemalist ordunun ve burjuvazinin sesi çıkmıyordu. Çünkü 'bölücü ve yıkıcı dinsiz terörist' olarak adlandırdıkları devrimcilerle savaşırken, din, egemenlerin elinde, halkı ikna edebilecek ve yönlendirebilecek en büyük silahlardan biriydi. Tarihin her döneminde olduğu gibi egemenlerin tek istedikleri, dinin kendi kontrollerinden dışarı çıkmaması ve onlara ait bir silah olarak varlığını sürdürmesidir. Kuşkusuz bu silah yine emekçi kitlelere karşı kullanılacak bir silahtır.
İslamcı kesimin ikiyüzlülüğü de Kemalistleri aratmaz. Bu kesim, dinsel gericiliği her daim diri tutmak ve güçlendirmek için camisinden imamına, Kuran kursundan imam-hatip okullarına varıncaya dek burjuva devletten her türlü desteği almıştır ve almaya da devam etmektedir. Bu burjuva kesimin kurduğu örgütlerin, derneklerin yetiştirdiği militanlar, işçi sınıfı hareketinin yükseldiği dönemlerde, mücadeleci işçilerin, devrimci gençlerin üstüne salınan karşı-devrimci güçlerin temel bileşenlerinden biri olmuştur. Bugün pek demokrat kesilen AKP kadrolarının büyük bir kesimi de bu rahle-i tedrisattan geçen kadrolardır.
Yine bugün türban sorununu kendi siyasal çıkarları için kullanan ve her vesileyle ne kadar demokrat olduklarını yineleyip duranlar, kadınları açık giyindi diye döven, üzerlerindeki kot pantolonları sokak ortasında yırtan, oruç tutmadı diye üniversiteli gençleri katleden, Anadolu illerinde terör estiren çapulcu sürülerini organize edenler değil midir?
Nasıl bir laiklik
Yukarıda, komünistlerin savunduğu laikliğin temel ayaklarından birinin dinin bireyin vicdanına ve cemaatlerin inisiyatifine bırakılması olduğunu belirmiştik. Bunun bir unsuru, ibadet yerinden din adamına, dini eğitim verilen yerlerden öğreticisine kadar her alanın finansmanını devletin değil cemaatlerin kendilerinin karşılaması gerektiğidir. Devlet bu alandan tümüyle elini çekmeli, Diyanet İşleri Başkanlığı ve imam-hatip liseleri derhal kapatılmalıdır. Dini eğitim isteyenler bunu tümüyle sivil alanda kendi olanaklarıyla sağlamalıdır. Dini eğitim hiçbir resmi statüsü, devlet kurumlarında geçerli diploması vs. olmayan gönüllü bir eğitimdir.
Devlet, inancından dolayı kimseye daha uzak ya da daha yakın durmamalıdır. İnsanları inançları bazında fişlemenin bir aracı haline gelen kimlik kartında din hanesi uygulamasına son verilmeli, yurttaşların dini herhangi bir şekilde kayıt altına alınmamalıdır.
Bir başka unsursa türban ya da başörtüsü konusuna yaklaşımdır. Gerçekten laik bir ülkede ne devlet insanların ibadetlerine karışabilir ne de din devlet işlerine müdahale edebilir. Dolayısıyla kadınların başörtüsünü diledikleri yerde kullanma özgürlüğü laikliğin bir gereğidir. Bu özgürlük alanına her türlü kamu kurumu ya da alanı dahil olmalıdır. Her dereceden okuldaki tüm öğretmenler, öğrenciler ve çalışanlar bu haktan sınırsız yararlanmalıdır. Kafanın içine dokunmadan üzerindeki örtüyü kaldırmak, kendini kandırmaktan ve görünüşü 'düzeltmek'ten öte bir anlam taşımaz.
Komünistler türbanın 'bir siyasi simge' haline getirildiği iddiasına da itibar etmezler. İnsanlar siyasi inançlarını ister doğrudan ister semboller aracılığıyla açığa vurabilmelidirler.
Bu tür bir laikliğin bir burjuva cumhuriyet altında sınırsızca işletilemeyeceğini çok iyi biliyoruz. Burjuva cumhuriyet 'laik'iyle, dincisiyle gericilikte ve emekçi düşmanlığında birbirleriyle yarışan sömürücü burjuvaların cumhuriyetidir. İnanan ve inanmayan tüm işçiler ve emekçiler, yaratılan bu yapay kamplaşmada, kendilerini her gün iliklerine kadar sömüren burjuvazinin şu ya da bu kesiminin yanında değil, kendi sınıf saflarında yer almalıdırlar. Dinin kişisel bir soruna indirgendiği gerçekten laik bir cumhuriyet, ancak işçi ve emekçilerin sovyet cumhuriyeti olabilir. İşçi ve emekçilerin çıkarları, her türlü kölelikten kurtuldukları, kendilerinin üretip yönettikleri ve burjuvaların işçi demokrasisini yıkmak amacıyla kışkırttıkları karşı-devrimci faaliyete bulaşmamak koşuluyla ifade ve inanç özgürlüğünün engellenmediği böyle bir cumhuriyette yatıyor. Sosyalist bir dünyanın kuralabilmesi için, işçi sınıfının dünyanın her yerinde iktidarı ele geçirmesine ve kendi demokrasisini (sovyet demokrasisi) kurmasına ihtiyaç var!
link: İlkay Meriç, Kemalizmin Takiyeci Laikliği, 15 Ağustos 2005, https://marksist.net/node/7172
Milliyetçilik Fırtınası
Merhabalar