İnsanlığın başında bir kör belâ olan kapitalizm, dört bir yana saçtığı sorunlarla çarkını döndürmeye devam ediyor. İçinde debelendiği tarihsel kriziyle yoluna devam etmeye çalışan bu düzen, insanlığı nefessiz bırakıyor. İmkânlar içinde imkânsızlık, varlık içinde yokluk ve yıkım üstüne yıkım üreten kapitalizmin geldiği durum çelişkileri giderek büyütüyor. Sadece son altı ayda dünya genelinde yüz milyonlarca işçi işsiz kaldı. İşsizliğin ve yoksulluğun büyümesinin nedenini koronavirüs olarak gösteren egemenler, insanlık olarak topyekûn bir savaş ilan ettiklerini açıkladılar. Koparttıkları korkuya ve paniğe karşın salgından korunmanın yolunun bireysel sorumluluklar olduğu propagandasını yaptılar, yapıyorlar. Maske takmak, hijyen ve “sosyal mesafe” kurallarına uymak olarak ifade edilen bu sorumluluklar işçi ve emekçilerin salgınla mücadelede kaderleriyle baş başa bırakıldıklarının da bir ifadesi durumunda.
Doğanın uğradığı yıkım ve tahribat, kötü çalışma koşulları, düşük ücretler ve kötü beslenme koşulları gibi sayısını arttırabileceğimiz pek çok etken işçi ve emekçileri giderek artan oranda kronik ve virütik başka pek çok hastalığa maruz bırakıyor. Ancak her şeyin kâr için üretildiği bu düzende emekçilerin sağlık hizmetlerine erişimine de kâr amacıyla yaklaşılıyor. Zaten yetersiz olan sağlık hizmetleri salgın alarmıyla birlikte neredeyse tamamen ulaşılmaz oldu. Egemenler koronavirüsü nasıl ki işsizliğin, hak gasplarının gerekçesi olarak gösteriyorlarsa, sağlık hizmetlerinin aksamasında da “olağan, anlaşılabilir” bir durummuş algısı yaratmaya, sağlık sisteminin iflasını gizlemeye çalışıyorlar. Sürekli pompalanan topyekûn savaş tantanasıyla bu durum normalleştirilmeye çalışılıyor. Ancak emperyalist sermayenin sağlık politikalarının çıkar ve amaçları doğrultusunda hizmet veren Dünya Sağlık Örgütünün raporlarında bile sağlık hizmetlerinin nasıl da rayından çıktığına dair ciddi ipuçları yer alıyor.
Pandemi süresince temel sağlık hizmetlerinin devamlılığı hakkında yayınlanan raporda 10 ülkeden 9’unda temel sağlık hizmetlerinde önemli kesintiler yaşandığı kaydedildi. Raporda aile planlamasının %68, rutin aşılama hizmetlerinin %70, kanser tanı ve tedavisinin %55, HIV tedavisinin %32, sıtma tanı ve tedavisinin %46, tüberküloz tanı ve tedavisinin %42, bulaşıcı olmayan hastalıkların teşhis ve tedavisinin %69 oranında verilemediği yer alıyor.[1] Doğum öncesi bakım hizmetlerinde ise %56’lık bir aksaklık yaşandığı belirtiliyor. Bunun 5 yaşın altındaki çocuklarda aşırı ölümlere ve anne ile yenidoğan ölümlerinde ciddi artışlara yol açacağı belirtiliyor. Özellikle düşük ve orta gelirli ülkelerde bu oranların yükseldiği belirtilirken, çözüm olarak sürekli tekrarlanan tavsiye yine üç temel kural: Maske, mesafe, hijyen! Satır aralarında saklamaya çalıştıkları mali yetersizlik ise meselenin özünü barındırıyor. Sağlık hizmetlerine ayrılan bütçeleri kuşa çeviren devletlerin sorumluluklarının üstü örtülmek isteniyor.
DSÖ’nün Ekim ayında yayınladığı bir başka raporda ise COVID-19 gerekçesiyle ülkelerin %93’ünde ruh sağlığı hizmetlerinin aksatıldığı veya durdurulduğu, buna karşın hasta sayısının arttığı yer alıyor.[2] Panik ve korku, uzun süreli karantinalar, gelir kaybına bağlı olarak artan endişe ruh sağlığını olumsuz yönde etkiliyor. Tüm dünyada milyonlarca insan içine düştüğü çıkmazdan, korkunun körüklenmesinden, artan oranda alkol ve uyuşturucu kullanımına yöneliyor. Tüm bu belirsizlikler ruh sağlığını da bozuyor, kaygı bozuklukları ve depresyon giderek artıyor.
Bu sorunlar sadece geri ülkelerde yaşanmıyor. Örneğin gelişmiş kapitalist ülkelerden biri olan İngiltere’de Ulusal Sağlık Hizmetlerinin (NHS) açıkladığı verilere göre koronavirüs gerekçesiyle yaklaşık 4 milyon tedavi süreci ertelenmiş durumda. Covid-19 hastalarının tedavisi için devletin getirdiği çözüm, hastanelerin diğer sağlık hizmetlerinin teşhis ve tedavisinde kapasitelerini azaltması oldu. Bu durumun, tedavisi beklemeye alınan hasta sayısını yılsonuna kadar 10 milyona çıkartacağı bekleniyor. Koronavirüs nedeniyle getirilen kısıtlamalar pek çok yaşlı ya da ağır hastanın ameliyat olamamasıyla sonuçlanıyor. İnsanlar güya salgından korunmaya çalışılırken diğer hastalıkların pençesinde çaresizce bekletiliyor. Ayrıca hastalıkların tanı ve tedavisinde gerekli ekipmanların yetersizliğinin altını çizen sağlık çalışanları, özellikle kanser hastaları için durumun aciliyetinin altını çiziyor. Birleşik Krallık yardım kuruluşu Cancer Research’e göre, yaklaşık 2,4 milyon insan kanser tedavisi veya testleri için bekletiliyor. Ortalama 18 hafta süren bu bekleyişler koronavirüs gerekçesiyle daha da fazla uzuyor. Özel hastanelere yönlendirilen işçi ve emekçiler için artan işsizlik ve gelir kaybıyla birlikte bu da bir alternatif olmaktan çıkıyor.
ABD’de ise Şubat 2020’de sağlık güvencesinden yoksun insan sayısı 30 milyon iken Eylül ayında bu rakam 37 milyona ulaşmış durumda. Bu artışın büyük bölümünü 18-26 yaş aralığı oluşturuyor. 2020 için Amerikalı bir ailenin ortalama sağlık masrafları 28 bin 653 dolara yükselmişken, işsiz kalan milyonlarca işçi sağlık hizmetlerinin doğrudan dışına itilmiş durumda. Kapitalist akılla planlanan sağlık sisteminde bütçeler ise sağlık çalışanları ve kamusal sağlık kurumları yerine idari mekanizmalara ve sermayeye aktarılıyor. Örneğin ABD’de 2019 yılında sağlık hizmetleri için ayrılan 3,6 trilyon doların 1 trilyon dolarından fazlası federal danışmanlara, idari işlere ve bürokrasiye, yönergelere, kural ve düzenleme adı altında belirsiz kalemlere aktarılmış durumda. Mesela 50 bin hekimi olan Texas’ta federal düzenlemelere uyumu denetleyen Texas Sağlık ve İnsan Hizmetleri Komisyonu 62 bin bürokrat istihdam ediyor. İşçi ve emekçiler sorunların pençesinde kalırken, seçimlerin yaklaştığı ABD’de bu durum egemenlerin seçimlere yönelik siyaset aracına dönüşmüş vaziyette. Başkan olur olmaz Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezinin bütçesini kesen ve Ulusal Güvenlik Konseyindeki pandemi çalışma grubunu dağıtan Trump, bunu yapan kendisi değilmiş gibi Hasta Koruma ve Ekonomik Bakım Yasası ACA’nın yerine “müthiş”, “olağanüstü” gibi ifadeler eşliğinde yeni bir sağlık planı vaat ediyor. Oysa ortada boş vaatler dışında ne bir sağlık planı ne de emekçilerin derdine derman olacak bir program var.
Halk sağlığı yaklaşımı kapitalist kâr anlayışıyla bağdaşmaz
80’lerden itibaren tüm dünyada estirilen neoliberal politikalardan nasiplenen sağlık hizmetleri de çok büyük oranda özel sektörün kucağına itildi. Kamusal sağlık hizmetlerinin kapsamı daraltıldı, işçi ve emekçiler hasta olmaktan öte tam anlamıyla müşteri oldu. “Sağlık hizmetinin başta özel hastaneler ve ilaç tekelleri olmak üzere şirketlerin ticari faaliyetine indirgenerek metalaştırıldığı bu dönemde, hastalara da doğal olarak müşteri gözüyle bakılır oldu. Amaç müşteri devamlılığını sağlamak, ona en pahalı ürünü satmak ve sosyal güvenlik fonlarını da bu dolayımla soymak olunca, hastalıkların önlenmesi gibi bir hedef de ortadan kalktı. Nitekim neoliberal sağlık politikalarının en temel sonuçlarından biri, kapitalist kâr anlayışıyla bağdaşmayan halk sağlığı yaklaşımının yerini tedavi odaklı yaklaşımın almış olmasıdır.”[3]
Bir yandan salgına karşı geceli gündüzlü savaş halinde oldukları yalanını dillerinden düşürmeyen egemenler öte taraftan sağlık hizmetlerine ulaşmanın önündeki engelleri kaldırmıyorlar. Çünkü kapitalistler için işçi ve emekçilerin sağlığı üretimin aksamasına yol açmadıkça bir sorun teşkil etmiyor. Yıllardır sağlık çalışanlarının taleplerine kulak tıkayan, yoğun bakım üniteleri ve yatakları gibi temel ekipmanları bile temin etmeyen, sağlık işçilerinin kendisini bir yük olarak gören, sağlık hizmetlerini özelleştiren kapitalist egemenler bir de kalkmış şimdi tüm insanlığın çıkarları yalanıyla boy gösteriyorlar. Bu arada tüm yükü de sağlık işçilerinin üstüne yıkıyorlar. Birçok ülkede sağlık çalışanları grevlerle, çeşitli eylemlerle sağlık sisteminin çöktüğünü, bir an önce taleplerine kulak verilmesini istiyor. İşçi eksikliğinden bazı sağlık kuruluşlarının çalışamadığını, çalışma saatlerinin akıl almaz bir şekilde uzadığını, gerekli koruyucu malzemelerin yeterli miktarda temin edilmediğini belirten sağlık işçileri grev yaptıklarında adeta hain ilan ediliyorlar. Böylece sağlık hizmeti alamayan insanların tüm tepkileri sağlık çalışanlarına yöneltilmek isteniyor. Öyle ki işçiler Güney Kore’de grevleri yasaklanıp hapis cezasıyla korkutulurken, Fransa örneğinde polis şiddetiyle karşı karşıya kalıyorlar.
Tüm bu yaşananlar eşliğinde kitleleri salgından koruma bahanesiyle derhal baskıcı yöntemlere başvuran kapitalistler, hızla yeni hastaneler kurmak, sağlık ekipmanları üretecek tesisler açmak, sağlık çalışanlarının sayısını arttırmak gibi uygulamaların adını bile ağızlarına almıyorlar. Emperyalist ülkelerin hegemonya krizine dönüşen “aşı savaşları” süredururken, hali hazırda kolera, sıtma gibi tedavisi bulunan basit hastalıklardan dahi her yıl yüz binlerce insan yaşamını yitiyor. Ama bu durum kapitalizm altında hiç de şaşırtıcı değil. Hem mental hem fiziksel hastalıkları arttıran, bu zemini döşeyip sürekli besleyen kapitalizmdir. İnsanlığı hasta edip, ölümün ağzına iten bu düzenin kendisidir. O halde ne salgınlara ne de insanlığın yararına herhangi bir konuda kapitalizm çare olabilir. Tarihsel miadını tamamlayan bu düzen ancak tüm çürümüşlüğüyle ortadan kaldırıldığında insanlık temiz bir nefes alabilecek. Bunu yapacak kudrete sahip olan tek güç de örgütlü işçi sınıfıdır. Sağlık bir temel haktır ve salgın konusu bir sınıf mücadelesi konusudur. Dünyanın pek çok ülkesinde işçi ve emekçiler artan baskılara, yasaklamalara ve korkutmalara rağmen mücadele etmekten geri durmuyor. Bugün değersiz görülen, hastalıkların pençesinde süründürülen, kanı emilen, aşağılanıp horlanan işçilerin devrimci başkaldırısı başladığında insanlığın hak ettiği dünyanın ufukları da o zaman belirecektir.
[3] İlkay Meriç, Sağlıkta Kapitalizm Virüsü, marksist.com
link: Pınar Şafak, Salgın Sağlık Sisteminin İflasını da Ortaya Seriyor, 5 Kasım 2020, https://marksist.net/node/7066
Covid-19 Bahanesiyle Gasp Edilen Özgürlükler
Ekim’den Bugüne, Geçmişten Geleceğe