Covid-19 salgını bahanesiyle tüm dünyada özgürlükler çok büyük ölçüde sınırlandırılmış, birçoğu tümüyle ortadan kaldırılmış durumda. Sokağa çıkma yasakları, seyahat yasakları, kentlerin toptan karantina altına alınması, toplantı ve gösterilerin yasaklanması, insanların sürekli gözetim ve denetim altında tutulması… Birçok kısıtlayıcı uygulama, “sağlığın mı, özgürlüğün mü?” gibi ikilemler topluma dayatılarak uygulamaya konuldu. Bu süreç distopik romanlarda yansıtılanlara benzer bir durumun yaşanmakta olduğu hissini uyandırıyor.
Burjuva iktidarların, özellikle de otoriter rejimlerin her zaman toplumu gözetleme ve kontrol altında tutma isteği olmuştur. Bu isteklerini genelde güvenlik gerekçesiyle ilişkilendirmişler ve toplumda korku yayarak gözetleme konusunda belli oranlarda başarılı olmuşlardır. Günümüzde egemenlerin elinde, kişilerin vücut ısılarından temasta bulundukları kişilere, konumlarından yaptıkları alışverişlere kadar uzanan geniş bir veri toplama olanağı vardır. Özel hayatın gizliliği hakkı, şeffaflık ve bilgi edinme hakkı gibi temel hak ve özgürlüklerin güvenlik bahanesi ile kısıtlanmasının otoriter rejimleri güçlendirebilecek en temel taktikler olduğunu biliyoruz. “Sağlık mı, özgürlük mü?” ikilemi cevabı ne olursa olsun büyük sorunlar barındırıyor. 2001 yılında da Amerika Birleşik Devletlerinde yaşanan 11 Eylül saldırılarının ardından aynı ikilem “güvenlik mi, özgürlük mü?” sorusuyla karşımıza çıkarılmıştı. O dönem hayati olduğu iddiasıyla başlatılan “güvenlik” politikalarının kısa sürede nasıl olağanüstü önlemler kategorisinden çıkarak norm haline geldiğini ve geçici denilen uygulamaların nasıl kalıcı olduğunu görebiliyoruz. Terörizme karşı mücadele adı altında devlet terörünün ve emperyalist saldırganlığın yaygınlaşmasını, kişisel verilerin düzenli toplanmaya başlanmasını, kentlerin kameralarla donatılmasını, ülke değiştirirken verilen parmak izi uygulamalarını örnek olarak verebiliriz.
Bugün yaratılan salgın korkusunun tüm dünyada iktidarların işini daha da kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Çünkü Covid-19 salgınıyla beraber topluma öylesine büyük bir korku yayıldı ki, bireyler mevcut şartlar altında virüse yakalanma korkusuyla gözetlenmeye ve denetlenmeye rıza gösterdiler, hatta istekli oldular. Ne kadar kontrol altında olurlarsa o kadar güvende olacakları düşüncesiyle hükümetlerin istedikleri online uygulamaları indirip, gözetlenmeyi ve denetlenmeyi sağlıklarını korumanın garantisi olarak görmeye başladılar.
Mart ayı ortalarında, Birleşmiş Milletler’e bağlı bir grup uzman, koronavirüs yüzünden alınan acil durum önlemlerinin hükümetler tarafından siyasi amaçlar için kullanılmaması gerektiğine dair bir uyarı yayınlasa da; Amerika, Avrupa, Ortadoğu ülkeleri dâhil birçok ülkede “önlem” adı altında yapılanlar distopik filmlerle/romanlarla benzeşen bir ortamın oluşturulduğunu gösterdi. Bunun en somut örneklerini Çin’in pandemi uygulamalarında görmek mümkün. İnsanların gözetlenmesini en üst düzeyde ve yaygın ölçüde hayata geçirmekte Çin’in egemenleri pek bir zorlukla karşılaşmıyorlar. Despotik bir rejim olmanın avantajıyla birleştiğinde geliştirdikleri teknoloji onlara sınırsız olanaklar sunuyor. Salgın başladığı günden bu zamana yüz tarama sistemleri ve şehrin her yanına yerleştirilen kameraların yanı sıra, alışveriş yapma imkânı da tanıyan uygulamalarla düzenli olarak sağlık kontrollerinin yapıldığı ve bu sayede bireylerin güvenliğinin sağlandığı propagandası yapıldı. 200 milyondan fazla kamera sokak ve caddeleri günün 24 saati gözetim altında tutuyor. Kamera sistemine entegre edilmiş yapay zekâlı yüz tanıma programları çok hızlı bir şekilde insanları, içinde bulundukları ruh halini ve kimlerle temas içinde olduklarını saptayabiliyor. Cep telefonlarına belirli takip uygulamalarının yüklenmesi zorunlu tutulabiliyor, kimi durumlarda akıllı bileklikler ya da takip çipleri zorunlu hale getiriliyor. Bileklikler, çipler ve yapay zekâ sayesinde, insanların vücut sıcaklığı, nabzı gibi kimi tıbbi verilerinin yanı sıra duygu durumlarının da kesintisiz biçimde gözlem altında tutulabileceği söyleniyor. Alabildiğine yaygınlaştırdıkları barkod uygulamaları sayesinde nakit para kullanımı da minimuma inmiş durumda ve insanlar “kolaylık” olduğu düşüncesiyle gönüllü olarak bu tür uygulamalara meyledebiliyorlar. Bu da günlük yaşam ve tüketim alışkanlıklarınızın gözetim altında olduğu anlamına geliyor. Kısacası, hangi mekânlarda olduğunuzu, oralarda kimlerle buluştuğunuzu, ne yiyip içtiğinizi, ne izlediğinizi ya da dinlediğinizi ve tüm bunları yaparken hangi duygu durumunda olduğunuzu takip etmek teknolojik olarak mümkün. Yaşanan durumun örneğin Orwell’ın 1984 romanında anlatılanlardan tek farkı ülkenin tüm sokaklarına “Büyük Birader seni izliyor” afişlerinin asılmamış olmasıdır.
Macaristan’da Başbakan Victor Orban’ın, meclisi fiili olarak işlevsiz hale getirerek yasama organının yetkilerini kullanmasını engellemesi ve böylece demokrasiyi askıya alması uç bir örnek olarak sayılabilir. Ancak, dünyanın birçok yerinde egemenlerin pandemiyi bir fırsat olarak görmesiyle kısıtlanan özgürlükler, demokrasinin durumu ve kurmak istedikleri toplum konusunda somut göstergeler sunuyor. Farklı ülkelerdeki liderlerin hemen hepsinin Covid-19 sürecini “sağlık savaşı” olarak nitelendirmeleri bir tesadüf değil. Aynı söylemin devamı olarak kullandıkları sınırları kapatmak, kendimizi evlerimizde izole etmek gibi terimlerle kendilerini “düşman” virüsü yenmek için savaşan liderler olarak konumlandırmaları da yine aynı “kurtarıcı lider” imajının parçalarıdır. Kaotik dönemlerde halkın güçlü liderlere artan yönelişlerinden de beslenen zorbalar, “Büyük Birader” imajını yansıtmaya başladılar.
Amerika Birleşik Devletleri’nde göçmen düşmanı Trump yönetimi, koronavirüsü uzun zamandır uygulamak istediği sınır kontrollerini güçlendirmek için kullanıyor. İsrail ve Singapur’da hükümetler, cep telefonlarından halkın hareketlerini takip etmek için yine Covid-19 krizini bahane ediyor. Ülke içinde ve dışında herkes izleniyor, gözetleniyor. Avrupa ülkelerinin kimisinde OHAL’ler ilan ediliyor.
Hindistan’da, Narendra Modi’nin Hindu milliyetçisi iktidar partisi, koronavirüs salgınını, Aralık ortasında tartışma yaratan yeni vatandaşlık yasasına karşı oturma eylemi düzenleyen, çoğunluğu Müslüman barışçıl protestocuları kötü göstermek için kullandı. Partinin öne çıkan yerel yetkilisi Kapil Mishra, protestocuların dağılmayı reddettikleri anda “intihar görevi üstlenmiş teröristler” haline geldiğini ve “milyonlarca Delhi vatandaşının hayatına doğrudan tehdit oluşturduğunu” söyledi.
Ortadoğu’da İran, Mısır ve başka ülkeler, medya üzerindeki denetimlerini sıkılaştırdı. Resmi rakamları sorgulayanlara karşı sert uyarılar yayınladı ve yanlış bilgi yayma gerekçesiyle akreditasyonlarını iptal etmekle tehdit etti. Mısır, devletin Mart ayında koronavirüs vakalarıyla ilgili verdiği rakamları sorgulayan araştırması sebebiyle The Guardian’ın Kahire muhabirinin basın kartını iptal etti. Ürdün’deki yönetim, koronavirüsü neden göstererek tüm basılı haber kaynaklarının kapatılmasını emretti. Orduyu şehirlerin girişine yerleştirerek sokağa çıkma yasağı ilan etti. Verilen mesaj oldukça net: “Barış Bakanlığı işbaşında ve eğer «şüpheli» bir durum oluştuğu tespit edilirse Düşünce Polisi bunun icabına bakar!”
Türkiye’de uygulanmaya başlanan Hayat Eve Sığar (HES) uygulaması tanıtım sayfasında, “uçak, tren, otobüs vb. seyahatinize başlamadan önce HES kodunuzu paylaşacaksınız. Paylaşılan HES kodları üzerinden tüm yolcuların COVID-19 riski taşıyıp taşımadığı sorgulanabilecek ve riskli kişilerin seyahati engellenecektir. Böylece sağlık durumunuzu koruyabileceksiniz” ibaresi yer almasına rağmen, toplanan bu verilerin nerede saklandığına, kimlerin erişimine açık olduğuna dair hiçbir bilgilendirmede bulunulmuyor. Bunun yanı sıra TV ekranlarından, okunan her ezan sonrası cami minarelerinden ve sokaktaki polis ve zabıta araçlarından sürekli olarak “sosyal mesafe kuralına uyulması ve maske takılması”na dair anonslar geçilmektedir. Kurala uymayanlar, kabahatler kanununa muhalefetten, kimi zaman da halk sağlığını tehlikeye atmaktan cezalara çarptırılmaktadır. Sokak aralarında polis, zabıta ve bekçiler, sürekli kontrollerle toplumu yoğun baskı ve denetim altına almış durumda. Salgına dair resmi kanallardan kesinliği ve doğruluğu teyide muhtaç bilgiler veriliyor. Resmi kurumlardan farklı veriler sunup yorum ve açıklamada bulunan kişiler ya da kurumlar, iktidar ya da ortakları tarafından hainlikle suçlanıyor. Yargılanmakla, kapatılmakla tehdit ediliyor. Rejim, Covid-19 salgınını kullanarak içeride ve dışarıda yaşanan sıkışmışlığın üstünü kapatmaya çalışıyor. Şurası çok açık ki, Türkiye’de de Büyük Birader’in gözü üstünüzde! Düşünce suçu işlerseniz düşünce polisi sizin de icabınıza bakar havası oluşturulmaya çalışılıyor.
Günümüzde COVID-19 pandemisini siyasal süreçler açısından bir dönüm noktası olarak görmek mümkün. Özellikle faşist liderlerin bu dönemi bir fırsat olarak kullandığını söylemek yanlış olmaz. Hükümetlerin yaygın test yapmak yerine temas belirlenmesi bahanesiyle kişisel takip uygulamalarına öncelik vermesi uzun vadede uygulamayı tercih ettikleri sistemler hakkında bir ipucu veriyor. “Sağlık” ile temel hak ve özgürlükler arasında bir tercih yapmak zorunda kalmak pandemi sürecinin getirdiği “yeni normal” olarak topluma kabul ettirilmek isteniyor. Ancak yaşananların söylendiği kadar normal olmadığı, ütopik romanlara konu olabilecek türde bir baskı, gözetleme ve denetim toplumunun yaratılmaya çalışıldığı ortadadır. Fakat alınan hiçbir tedbir, uygulanan hiçbir yöntem, toplumun büyük çoğunluğu olan işçi ve emekçileri ilânihaye kontrol altında tutmaya, büyük biraderleri sonsuza kadar iktidarda bırakmaya yetmeyecektir. İşçi sınıfı her koşul ve şartta kurtuluşuna giden yolu bulup ilerleyecektir.
link: Kocaeli’den bir işçi, Covid-19 Bahanesiyle Gasp Edilen Özgürlükler, 5 Kasım 2020, https://marksist.net/node/7065
Emperyalizm, Alt-emperyalizm, Türkiye /2
Salgın Sağlık Sisteminin İflasını da Ortaya Seriyor