Morales hükümetinin bir yıl önce faşist bir darbeyle iktidardan uzaklaştırıldığı Bolivya’da 18 Ekimde sandığa gidildi. 10 Kasım 2019’da bir darbeyle iktidarı gasp eden ABD destekli faşist burjuva klik, devlet başkanı Evo Morales’i seçimlerde hile yaptığı gerekçesiyle istifaya zorlamış ve anayasanın öngördüğü 90 gün içinde seçimlere gidileceğini söyleyerek bu darbeye demokratiklik süsü vermeye çalışmıştı. Ne var ki Jeanine Añez başkanlığındaki darbe hükümeti seçimleri sürekli ertelemişti. Son olarak geçtiğimiz Temmuz ayında seçimlerin Covid-19 salgını bahanesiyle ertelendiğinin açıklanmasının ardından Bolivya Merkezi İşçi Sendikasının (COB) başını çektiği sendikalar ve yerli örgütleri 3 Ağustosta genel greve gitmiş, işçiler ve köylüler çok sayıda kentte üretimi durdurup yollara barikatlar kurarak hayatı felç etmişti. Hareketin kontrolden çıkacağından korkan faşist hükümet bunun üzerine cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin 18 Ekimde yapılacağını açıklamak zorunda kalmıştı.
Geçtiğimiz Pazar günü yapılan seçimlerin resmi sonuçları açıklanmamakla birlikte, sandık çıkış anketlerine göre Sosyalizme Doğru Hareket partisinin (MAS) başkan adayı Luis Arce’nin %52,4 oy alırken, darbeci güçlerin adayı Carlos Mesa %31,5 almış görünüyor. Buna göre Arce başkanlığı ilk turda açık ara farkla kazanmış bulunuyor.[1] Nitekim düşman burjuva kampın belli başlı tüm odakları Arce’nin seçimi kazandığını kabul ve ilan etmek zorunda kalmışlardır. Arce, Morales yönetimi sırasında Maliye Bakanı idi. Mesa’nın bu seçimlerde geçen sefer aldığı oya bile ulaşamaması, emekçi kitlelerin darbeci güçlere duyduğu öfkenin açık bir ifadesidir. Üstelik bu seçim hezimeti, darbeci hükümetin kırsal bölgelerdeki yerli halkın oy kullanmasını zorlaştırmak için elinden geleni yapmasına ve yurtdışındakiler de dâhil olmak üzere 200 bine yakın insanın oy kullanma hakkını gasp etmesine rağmen yaşanmıştır.
18 Ekim tarihinin, on yedi yıl önce emekçilerin “Gringo Goni” adını taktığı devlet başkanı Lozada’nın ülkeden kaçıp ABD’ye sığındığı güne denk gelmesi de ilginç bir tesadüftür. Tekelci sermayenin temsilcisi olarak iktidara gelen Lozada, halk yoksulluktan kıvranırken milyarlarca dolarlık petrol ve doğalgazı uluslararası petrol tekellerine peşkeş çeken bir anlaşmayı imzalamasının ardından emekçilerin hedef tahtasına oturmuştu. Bolivyalı işçiler, 2003 Eylülünde, neoliberal talanla kendilerini çok daha derin bir yoksulluğa, işsizliğe ve açlığa mahkûm eden burjuva yönetime karşı ayağa kalkmıştı.[2] İki hafta süren bu isyan sonucunda ABD destekli devlet başkanı Lozada 18 Ekimde helikopterle ABD’ye kaçmış fakat reformist siyasal ve sendikal önderliklerin uzlaşmacı tutumu nedeniyle iktidar işçilerin eline geçememişti. O dönemde en büyük muhalefet partisi olan MAS’ın lideri Evo Morales, Lozada’nın yerine başkan yardımcısı Carlos Mesa’nın geçmesini kabul edeceklerini açıklamıştı.
Oysa Lozada’nın kaçtığı gün toplanan COB Genişletilmiş Ulusal Toplantısında pek çok tartışma yaşanmış, çok sayıda işçi, yüze yakın emekçinin katledildiği bu isyanı bir burjuva hükümetin yerine bir diğerinin geçmesi için yapmadıklarını ifade etmişti. Madenci liderlerinden birisi “bu yüzden anayasal meclis sloganını yükseltemeyiz, anayasa egemen sınıfa ait. Hedef, iktidarın köylü kardeşlerimizle birlikte işçi sınıfı tarafından alınması olmalıdır” diyordu. Morales’in o gün, “düzen kurabilmesi ve halka verdiği sözleri yerine getirmesi için biraz soluklanma zamanı vereceğiz” diyerek iktidarı bahşettiği Carlos Mesa’yı işçiler bir buçuk yıl sonra bir kez daha ayağa kalkarak koltuğundan indirip Morales ve MAS’ı iktidara getirmişlerdi. Ne var ki o Carlos Mesa, on dört yıllık MAS iktidarının karşısına bugün emekçi kitlelerin iradesini ayaklar altına alan faşist yönetimin başkan adayı olarak dikilmiştir. Geçtiğimiz yıl yaşanan faşist darbenin ardından yaptığımız değerlendirmede şöyle demiştik:
“Bolivya’da yaşanan bu durum, Latin Amerika’da 2000’li yıllardan bu yana sıkça yaşanan devrim-karşı-devrim ikileminin çarpıcı bir dışa vurumudur. Devrimle oyun oynamaya kalkıldığında ne tür acı sonuçlarla karşı karşıya kalınacağını da ortaya koymaktadır. Latin Amerika’nın yoksul işçi-emekçileri ve yerli halkları, bir yandan ağır neo-liberal saldırıların diğer yandan siyasi baskıların cenderesinde ezilmeye karşı pek çok ülkede ayağa kalkmış ve bunun sonucunda devrimci durumlar yaşanmış, ancak sonuçta iktidara gelen reformist partiler aslında devrimci durumların heba olmasına yol açmıştı. Kitlelerin estirdiği devrimci rüzgârlarla başa gelen bu burjuva sol iktidarlar, aradan geçen yıllar boyunca tekelci burjuvaziye ve onun hizmetindeki devlete, en başta da orduya dokunmadıklarından, sadece kısmi iyileştirmelerle yetindiklerinden, nihayetinde emperyalist güçlerin de desteklediği tekelci burjuvazi sol iktidarları ya devirmiş ya da Venezuela örneğinde olduğu gibi, deviremese de ülkeyi felçleştirmiştir. Burjuva sol hükümetlerle karşı-devrimci güçler ve sağ iktidarlar arasında sıkışıp kalan işçi-emekçi sınıflar çeşitli ülkelerde birbiri ardına ayağa kalkmalarına rağmen, ortada kitle hareketinin başına geçebilecek gerçek manada devrimci önderlikler olmadığından kalıcı kazanımlar elde edilememekte, bilakis karşı-devrimci ve faşist terör daha da azarak acı deneyler yaşanmasına sebep olmaktadır. Arjantin gibi örneklerde burjuva sol partiler tekrar başa geçse de genel tablo değişmemiş, karşı-devrimci güçler kalıcı olarak yenilgiye uğratılamamıştır.”
Yine aynı yazıda, Morales iktidarının emekçi kitlelerin durumunda belirgin bir iyileşmeye yol açan reformlar gerçekleştirdiğini fakat sermaye düzenine dokunmadığı için bu kazanımları burjuvazinin saldırılarına açık kıldığını belirtmiştik:
“Devrim tehlikesine yani her şeyi kaybetme tehdidine karşı reformist bir hükümete geçici olarak göz yuman, halkın durumunda kimi iyileştirmeler yapılmasına ses çıkarmayan burjuvazi, nihayetinde ABD’nin de el atmasıyla bu duruma son vermeye girişmiştir. Morales liderliğindeki reformist hükümet, doğalgaz ve petrol üretim işletmelerinden 20 kadarını devletleştirmiş, ekonomik durumu nispeten düzeltmiş, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerine yönelik bütçe paylarını arttırmış, yoksul kesime yönelik mali yardımları düzenlemiş, yerli halkın siyasal haklarını tanımıştır. Yoksul halk kesimleri, onyıllardır ülkeyi talan eden ve kendilerini acımasızca sömüren emperyalistlere ve tekelci burjuvaziye karşı Morales’i desteklemişlerdir. Ancak unutmamak gerekir ki, devrimci bir işçi iktidarı kurulmadığı sürece burjuvazi eninde sonunda iktidarı ve bu tür kazanımları geri almaya girişir. Bugün Venezuela ve Bolivya’da olan da budur.”
“Morales iktidarı elinde tuttuğu ve işçi-emekçi halkın kendisini desteklediği 14 yıl boyunca burjuva düzenin dışına çıkan, onu aşmaya çalışan bir politik hat izlememiştir. Chavez ve Morales gibilerin yaptıklarını «21. yüzyıl sosyalizmi» diyerek öven yaklaşımlar, aslında sosyalizmi de «halka bir şeyler dağıtma»ya indirgemiş olmaktadırlar. Morales, yukarıda saydığımız ve halkın özellikle ekonomik koşullarında iyileşmeler sağlayan politikaların dışında ne burjuva devlet aygıtına ne de burjuva mülkiyete dokunabilmiştir. Aksine yıllar geçtikçe burjuva düzenin çarkları arasında daha da uzlaşmacı bir karakter kazanmış, doğalgaz yönetimini orduya bağlayarak onun kendisine karşı harekete geçmesini engellemeye çalışmış, kendisine 27 katlı ve camdan bir başkanlık sarayı inşa ettirmekte beis görmemiş, nihayetinde de uzlaştığı ve yozlaşarak farklı türden ilişkilere girmeye başladığı burjuva güçler tarafından bir darbeyle devrilmiştir.” (Kerem Dağlı, Bolivya’da Darbe, 20 Kasım 2019, marksist.com)
Daha önce de vurguladığımız gibi, Bolivya’da yaşanan darbe ABD emperyalizminin Latin Amerika’ya yönelik planlarının doğrudan parçası olarak gerçekleşmiştir. Brezilya’da İşçi Partisi hükümetini devirmek için elinden geleni yapan ve faşist Bolsonaro’nun iktidara gelmesinin önünün açan ABD, Venezuela’da da açık bir darbe girişimiyle Maduro’yu devirmeye kalkışmış ama bunu becerememiştir. Bolivya’daki darbe de bu saldırı silsilesinin parçası olarak yaşanmıştır. ABD arka bahçesi olarak gördüğü bu coğrafyada kendi çıkarlarına ters düşen iktidarlar istememektedir. Emekçi kitleler için bu durum, tekelci sermaye hükümetlerinin yağma ve talan politikalarının yanı sıra acımasız bir sömürü ve baskı rejimi anlamına gelmektedir. 2000’lerin başlarına kadar onyıllar boyunca kesintisiz devam eden bu politikaların canından bezdirdiği emekçi kitleler bu yüzden Latin Amerika’nın dört bir yanında isyan ateşini yakmıştı ve nihayetinde pek çok ülkede sol reformist hükümetler işbaşına gelmişti. Ancak bu durum ABD’yi ve emperyalist tekelleri fazlasıyla rahatsız etmişti.
Söz konusu ülkelerde özellikle zengin maden ve hidrokarbon kaynaklarının devletleştirilmesi ve solcu yönetimlerin idaresine geçmesi, onlar için asla kabul edilemeyecek bir şey olarak görülüyor. Bunun için darbe de dâhil her türlü karşı-devrimci faaliyetin yürütüldüğü bir sır değildir. Nitekim ABD’nin Bolivya’ya olan ilgisinin bir nedeni de hidrokarbon kaynaklarının yanı sıra lityumdur. Bolivya dünya lityum rezervlerinin %60’ına sahiptir ve cep telefonlarının, notebookların, dronların, elektrikli otomobillerin vb. pillerinde kullanılan bu madenin önemi giderek daha da artmaktadır. Elektrikli otomobil markası Tesla’nın sahibi olan Elon Musk’ın attığı bir tweet de bu açıdan hâlâ akıllardadır. ABD’de korona paketlerinin tartışıldığı günlerde Musk ile bir Twitter kullanıcısı arasında şöyle bir diyalog geçmişti:
Musk: “Başka bir teşvik paketi çıkarılması halkın çıkarına değil”
Kullanıcı: “Halkın çıkarına olmayan neydi biliyor musun? ABD yönetiminin senin lityum alabilmen için Bolivya’da Evo Morales’e darbeyi organize etmesi.”
Musk: “Kime istiyorsak darbe yaparız. Aş bunları.”
Darbe öncesinde Morales Çin’le lityum alanında 2,3 milyar dolarlık bir imtiyaz anlaşmasına imza atmış, Tesla’nın da lityum tedarik ettiği bir Alman tekeliyle yapılan anlaşmayı ise durdurmuştu. Nitekim darbenin ardından, Tesla da dâhil olmak üzere büyük miktarlarda lityum kullanan pek çok otomobil tekelinin hisseleri bir anda fırlarken, Çinli şirketlerinki düşmüştü. Şimdiyse seçimlerin ardından Tesla’nın hisse senetlerinin değerinde belirgin bir düşüş yaşandığı görülüyor.
Kuşkusuz bu gerçekleri Latin Amerikalı işçiler, emekçiler de biliyor. Venezuela’daki darbe girişiminin ve Bolivya’daki darbenin emperyalist ve yerli büyük sermaye güçlerinin istedikleri sonucu vermemesinin en önemli nedeni de zaten bu ülkelerdeki emekçilerin son onyıllarda güçlü devrimci mücadele deneyimlerinden geçmiş olmalarıdır. Yoksulluğa, açlığa, işsizliğe ve baskıya maruz kalan bu halklar, elde ettikleri kazanımlar sınırlı olsa da bunları kaybetmenin ne anlama geldiğini gayet iyi bilmekte ve buna izin vermemek için direnmektedirler. Her iki ülkede de çok daha radikal hareketler gelişebilecekken bunun önüne geçense yine söz konusu reformist önderlikler olmaktadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz yazımızda, darbeci güçler zafer sarhoşluğu içinde olsalar da, Bolivya’nın devrimci geleneklere sahip işçi ve emekçi sınıflarının, devrimci ve sosyalist güçlerinin sahneyi bu kadar kolay terk edeceklerini düşünmemek gerektiğini, gerici burjuva güçlerin işinin hiç de kolay olmayacağını belirtmiştik. Nitekim emekçi kitleler bu süre zarfında tepkilerini göstermekten geri durmamışlar, fakat MAS’ın, COB’un ve yerli örgütlerinin “seçimleri bekleyin” çağrılarıyla dizginlenmişlerdir.
Darbe hükümetinin işbaşında olduğu süre boyunca yaptığı saldırılar Bolivyalı emekçilere geçmişi bir kez daha hatırlatmış ve öfkeyi tırmandırmıştır. Tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda atılan adımların başında, 2006’da Morales’in iktidara gelmesinin ardından devletleştirilen işletmelerin yeniden özelleştirilmesi girişimi gelmiştir. Ülkenin en büyük gelir kaynağı durumundaki doğalgaz ve petrol şirketinin özelleştirilmeye çalışılması, Bolivya’da ekonomik krizin etkilerinin çok daha katmerli bir şekilde yaşanmasını beraberinde getirmiştir. İşsizliğin katlanarak arttığı, nüfusun %30’undan fazlasının tıpkı MAS iktidarı öncesinde olduğu gibi açlık sınırına itildiği Bolivya’da, son dönemde Covid-19 nedeniyle binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Faşist saldırılar da alabildiğine tırmanmıştır. MAS liderleri, aktivistleri bu süre zarfında faşist güçlerin silahlı saldırılarına uğramış, işçiler, gençler, yerliler faşist terörle yıldırılmaya çalışılmıştır. Darbe yönetimi MAS ve Arce’nin seçimlere katılmasının önünü kesmek için de türlü dümen çevirmiş fakat yükselen örgütlü direniş üzerine bunu hayata geçirememiştir. Emekçi kitleleri yalanlarla aldatmaya çalışırken, açık tehditten de çekinmemiştir. Morales’i “narko-terörist” olarak nitelendirerek kriminalize eden faşist hükümetin bakanları ve Añez bizzat polise ve orduya seslenip, “diktatörlüğün geri dönmemesi”, “uzun ve korkunç popülist otoriterlik döneminin son bulması”, “pedofilinin geri dönmemesi” için uyanık olma ve Mesa’ya verilen oylara sahip çıkma çağrısında bulunmuşlardır. Seçimlerden önceki hafta Che Guevara’nın Bolivya ordusu ve CIA tarafından katledilmesinin yıldönümünü kutlayan Añez, Che’nin ölümünün “Bolivya’da komünist diktatörlüğe yer olmadığını” gösterdiğini, “Küba’dan, Venezuela’dan ya da Arjantin’den Bolivya’ya “sorun çıkarmak” için gelen yabancıların “onun akıbetiyle karşılaşacağını” söyleyerek tehditler savurmuştur.
Elindeki medya gücüyle her türlü manipülasyonu yapan darbe hükümeti seçimlerden önce, oy kullanma işleminin bitmesini takip eden 48 saat boyunca gösteri yapılmasını da yasaklamıştır. Seçim gününün sabahında sokakların asker ve polis ablukasına alınması ve resmi sonuçların açıklanmasının gecikmesi, doğrusu bu yasağı daha da anlamlı kılmaktadır. Darbecilerin kapalı kapılar ardında ne gibi planlar yaptığı belli değildir. Luis Arce ve MAS’a yönelik yeni darbe teşebbüslerinin devamının gelme ihtimali son derece yüksektir. Buna karşılık MAS liderliğinin ne yapacağı, darbecilerin aracına dönüşen ordu ve polis aygıtına müdahalede bulunup bulunmayacağı henüz belirsizdir. Emekçi kitlelerin karşı-devrimci girişimleri geri püskürtüp kazanımlarını ilerletme ve kalıcı hale getirmelerinin yolu, işçi sınıfının ve yoksul emekçilerin iktidarı kendi ellerine alarak sermaye düzenini yıkmalarından geçmektedir. Bunun dışındaki ara adımlar ne yazık ki emekçileri her seferinde düzen güçlerinin daha yıkıcı saldırılarıyla yüz yüze bırakacaktır.
[1] Bolivya anayasasına göre devlet başkanlığı seçimlerinde oyların çoğunluğunu alan adayın ilk turda seçimleri kazanabilmesi için %40’ı aşıp en yakın rakibiyle arasında en az 10 puanlık bir fark oluşması gerekiyor. Darbeciler bir önceki seçimlerde Morales’le Mesa arasındaki oy farkının gerçekte 10 puanın altında olduğunu, açıklanan sonuçların doğru olmadığını (Morales’in %47, Mesa’nın %36,5 oy aldığı açıklanmıştı) iddia ederek Morales’i istifa edip seçimleri yenilemeye zorlamışlardı.
[2] Bu sürece dair daha ayrıntılı bilgi için bkz. Zeynep Güneş, Bolivya: Yarım Kalan Devrim (Ekim 2003) ve Bolivya Yine Çalkalanıyor (Haziran 2005), marksist.com
link: İlkay Meriç, Bolivya’da Darbeciler Seçim Hezimetine Uğradı, 21 Ekim 2020, https://marksist.net/node/7054
Burjuvazinin “Yeni” Safsatası: Z Kuşağı
Yine Torba Yasa, Yine Hak Gaspları