Yakın zaman önce ziyaret ettiğim Ayvacık’taki Adatepe köyünde onlarca yıldır anlatılan bir hikâyeyi dinledim. Birinci Dünya Savaşı döneminde yaşamış olan Refika adındaki bir Rum kızının hikâyesi bu. Asırlar boyu kardeşçe yaşayan, duygudaş olan halkların, egemenlerin çıkarları uğruna birbirine kırdırılışının, savaşların kör şiddetinin halkların üzerine nasıl bir karabasan gibi çöktüğünün hikâyesi.
1900’lü yılların başında Adatepe köyünde Refika adıyla bir Rum güzeli yaşarmış. Köyün hem Rumları hem Türkleri arasında çok sevilen Refika hem çok güzel hem de çok neşeli bir kızmış. Düğünlerde şarkılar söyler, çok da güzel dans edermiş. Refika’nın güzelliği ve iyilikseverliği Adatepe köyünün yanı sıra çevre köylerde de dillere destan olmuş. Özellikle zeytin zamanı Refika’nın çalıştığı tarlalarda köylüler hem zeytin toplar hem de Refika’nın şarkılarını dinlermiş. Böylece zeytin toplama işi bir nebze hafifler, keyifli bir hal alırmış. Refika düğünlere mutlaka başmisafir olarak çağrılır ve kendisine şarkı söyletilip dans ettirilirmiş.
Birinci Dünya Savaşına kadar iki halk Adatepe köyünde barış içinde birlikte yaşamış. Ancak savaş, etki ettiği tüm coğrafyalara olduğu gibi Adatepe köyüne de felâketler getirmiş. Savaşla birlikte o zamana kadar kardeşçe yaşayan Rumlar ve Türkler arasında önce soğukluk daha sonra çatışmalar baş göstermiş. Tüm bu kargaşaya rağmen Refika yine de Türkler arasında sevilmeye devam etmiş. Ne var ki savaş sonunda Türk ve Yunan hükümetleri arasındaki anlaşma sonucunda Refika da diğer Rumlarla birlikte doğup büyüdüğü köyü, anılarını, sevdalarını terk edip Yunanistan’a yerleşmek zorunda kalmış. Sanki oralarda hiç yaşamamış gibi bir sabah vakti kıyıya yanaşan gemiye binerek kayboluvermiş. Savaşın yarattığı nefrete rağmen Refika’nın köyden ayrılışı Türkler arasında büyük üzüntüye yol açmış. O gittikten sonra onun adına türküler yakılmış ve her fırsatta, özellikle düğünlerde onun türküleri okunup onun adına danslar edilmiş.
Adatepeliler köyden ayrılışından sonra günlerce Refika’nın dönmesini beklemişler boş yere. Yolları gözlemişler. Sonunda içlerinde kalan en küçük umut kırıntısını da yitirip vazgeçmişler beklemekten. Kendi hayatlarına dönmüşler. Lakin yıllar sonra, yaşlıca yabancı bir kadın görünmüş köy yolunda. Yorulmuş, bitkin düşmüş kadıncağız arada durup tek tek bütün zeytin ağaçlarını süzüyormuş sanki hepsini tanıyor, biliyormuşçasına. Köy yollarını da iyi biliyormuş gibi doğruca yürüyüp köy meydanına varmış. Yaşlıca olsa da görenler hemencecik tanımışlar Refika’yı. Hemen kucaklaşmış, sarmaş dolaş olmuşlar. Oturup dertleşmişler. Kötü günlerden hiç bahsetmemişler. Hep eski mutlu, neşeli günlerden bahsetmişler. Refika yine türküler söylemiş. Sohbete doyamamışlar… Refika’nın hikâyesinde belki de en güzel kısım budur. Her şeye rağmen umudun ve iyimserliğin yeniden yeşerdiği anlardır…
Asırlar boyu bir arada, kardeşçe yaşayan halkların düşman kesilmeleri, savaşmaları, türlü acılara sürüklenmeleri nasıl mümkün olabilmektedir? Böyle bir dönüşüm sıradan, tesadüfî gelişmelerin bir sonucu olabilir mi? Elbette olamaz. Emekçi yığınlar yalanlarla aldatılarak, kışkırtılarak, zihinleri köreltilerek birbirine düşman ediliyor. Egemenler emekçileri aldatmak için her türlü yol ve yöntemi kullanıyor. Sermaye sınıfı istisnasız her savaşta, savaşın gerçek amacını savaş alanına sürdüğü insanlardan saklar. Kimi zaman “kutsal bir cihat”, kimi zaman “diktatör rejimleri yıkıp, demokrasi getirmek”, kimi zaman “tehlike altındaki vatanın bekası” olarak sunulan onca çıkar savaşına tanık ve dâhil oldu insanoğlu. Örgütsüz işçi ve emekçiler, yaşanan örneklerden doğru dersleri çıkaramayıp savaşlara karşı alması gereken sınıf tutumunu gösteremediğinde aynı kaderi yaşıyor. Savaşlar, yıkımlar bu sebeple devam edebiliyor. Lakin ne olursa olsun egemenler nifak tohumlarını sonsuza dek halklar arasında yeşertemeyecekler.
Birinci Dünya Savaşının üzerinden bir asırdan fazla zaman geçti. Geçen zaman içinde egemenler dünyayı yeniden paylaşmak için İkinci Dünya Savaşını ve şu anda içinden geçtiğimiz Üçüncü Dünya Savaşını çıkardılar. Kendi çıkarları uğruna insanlığa birçok bölgesel savaş felâketi yaşattılar. Her savaşta olduğu gibi egemenler, en başta silah ve petrol tekelleri olmak üzere tekeller, savaştan ve onun ekonomide yarattığı canlanmadan muazzam kârlar elde ettiler. Öte yandan savaşa sürülen milyonlarca can yok oldu, cephe gerisindeki emekçi yığınlar ise açlık, ölüm, salgın hastalıklar ve göç gibi felâketler yaşadılar. Refika’nın hikâyesinin insani boyutuna odaklandığımız vakit, savaşların halklara yaşattığı yıkımın ve travmanın büyüklüğünü anlayabiliyor ve yüreklerimizde hissedebiliyoruz.
Haksız savaşlara karşı doğru bir sınıfsal tutum alabilmek her dönem büyük bir önem arz etmiştir. Bunun için, egemenlerin bize anlattıklarına değil savaşın hangi amaca hizmet ettiğine bakmak zorundayız. Diğer bir deyişle, işçi sınıfının bakması gereken nokta, savaşın hangi sınıfın çıkar ve amaçları uğruna verildiği, yani patronlar sınıfının çıkarlarına mı yoksa işçi sınıfının çıkarlarına mı hizmet ettiği. Tarih, doğru bakabilen ve ders çıkarabilenlerin bilge öğretmenidir. Refika’nın hikâyesi ise doğru bakılmadığında her dönem güncelliğini koruyan bir kesit.
link: Gebze’den MT okuru bir işçi, Tarihten Güncel Bir Kesit: Adatepeli Refika’nın Hikâyesi, 21 Eylül 2020, https://marksist.net/node/7033
ABD’de İsyan Büyüyor, Tarihsel Kavga Devam Ediyor /4
Dün Mississippi, Bugün Dünya Yanıyor!