Kısa aralıklarla farklı coğrafyalarda emekçilerin isyanlarına şahit olduğumuz bir dönemden geçiyoruz. İç içe geçmiş halkalar gibi birinin bittiği yerde diğeri başlıyor. İsyan bayrağı, Ortadoğu’da, Asya’da, Afrika’da, Avrupa’da, Latin Amerika’da elden ele aktarılıyor.
Latin Amerika’nın en gelişmiş ülkelerinden biri olan Arjantin’de ağırlaşan ekonomik kriz nedeniyle işçi-emekçi yığınlar tekrar hareketlenmişken, Puerto Rico, Honduras, Haiti ve ardından da Ekvador’da halk isyanları yaşanmış, bayrak son olarak da Şilili emekçilere teslim edilmiştir. Milenyum dönemecindeki devrimci yükseliş reformist önderliklerce sönümlendirildikten sonra Latin Amerika’da emekçi kitleler bir kez daha ayağa kalkmışlardır.
Şilili emekçiler kapitalist saldırılara karşı ayağa kalkmış durumdalar. Elektrik fiyatlarının yanı sıra metro ücretlerine yapılan %4’lük zam emekçiler tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı. İlkin, bu zammı protesto etmek için turnikelerin üzerinden atlayarak metroya binme şeklindeki “pasif eylemler” yapıldı. Ancak bu eylemlere katılanların polis şiddetine maruz kalması, tepkilerin büyük bir hızla yaygınlaşmasına ve radikalize olmasına yol açtı. Metro zamlarına tepkiyle başlayan dalga yaygınlaştıkça halkın yoksulluktan kaynaklı öfkesi türlü yöntemlerle açığa çıkmaya başladı. Yoksulluk içindeki kitleler günlük ihtiyaçlarını büyük alışveriş mağazalarından “kendi bildikleri yöntemle gidermeye” giriştiler. Mülk sahibi egemenler bunu “yağma” olarak adlandırıyor kuşkusuz. Dünyanın en büyük perakende satış zincirlerinden Walmart, isyan dalgasının ilk günlerinde 60 civarında şubesinin yağmalandığını açıkladı.
Bu “yağma” dalgası yayılmaya başlayınca hükümet birçok kentte olağanüstü hal ilan etti. Bu da yeterli olmayınca, ülkenin başkenti Santiago dâhil üç büyük kentte akşam 22:00’dan sonra sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Devlet başkanının çağrısıyla ordu da sokağa inmiş durumda ve bu faşist Pinochet döneminden sonra ilk kez yaşanıyor. Ne var ki öfkeli kalabalıklar, yükselttikleri taleplere kulak asmayanların ilan ettiği yasakları dinlemiyorlar. Halkın tepkisinin şiddeti, kuşkusuz bölgeden bölgeye değişiyor. Kimi bölgelerde halen daha pasif tepkiler ağır basarken, kimi bölgelerde tepkiler, devleti, yerel yönetimleri, büyük kapitalist şirketleri sembolize ettiği düşünülen mekânlara, araçlara vb. yönelik saldırılar şekline bürünebiliyor. Bu saldırılar sonucunda yakılan ya da tahrip edilen binaların ya da araçların egemenler tarafından abartılı şekilde yansıtıldığını, medyanın protestocuları “vandallar” olarak resmettiğini görüyoruz. Batılı burjuva medya da yaşananları “şiddet olayları” olarak adlandırıp, bu eksende yansıtıyor. Egemenlerin tüm dünyada uyguladıkları, bizim de hiç yabancısı olmadığımız bir kara propaganda!
Sokaklardan çekilmeyen kitlelere karşı polis ve asker şiddeti her gün artıyor; daha şimdiden hayatını kaybedenlerin sayısı 15’i bulmuş, yüzlerce kişi yaralanmış ve 5 binden fazlası gözaltına alınmış durumda. Halkın tepkisinin sertliği karşısında devlet başkanı Piñera, bir adım geri atarak metro zammı kararının askıya alındığını açıklamak zorunda kaldı. Ancak bunun bir yatıştırma çabasından başka bir şey olmadığı açıktı. Bu gerçekliğin farkında olan emekçiler, daha ileri adımlar atılmadıkça ve ordu sokaktan çekilip OHAL kaldırılmadıkça eylemlere son vermeyeceklerini açıkladılar. Emek örgütleri ve işçi sendikaları da “bıktık, birleşiyoruz” diyerek 23-24 Ekim için genel grev çağrısı yaptılar. Bu meydan okuma Piñera’yı “özür dileyip” daha kapsamlı bir reform paketi açıklamak zorunda bıraktı. Ancak bu sınırlı geri adım da genel grevin gerçekleştirilmesinin önüne geçemedi.
Şili işçi sınıfı yıllara yayılan güçlü bir mücadele geleneğine sahiptir. Araya giren yirmi yıllık faşist dönemde nice acılar yaşanmasına rağmen bu gelenek kökten kazınıp atılamamıştır. Milenyum dönemecinde tüm kıtayı sarsan sol dalga Şili’de de etkili olduğu gibi, bu dalganın geri çekilişinden sonra da, özellikle gençlik hareketi gücünden bir şey kaybetmemiş ve burjuva iktidarların gençliği ve eğitim alanını hedef alan saldırılarına karşı militan bir duruş sergilemişti. Son isyan dalgasının “turnikeden atlama” eylemleriyle kıvılcımını çakanlar da yine gençler oldu.
Gençliğin etkin bir şekilde yer aldığı ve emekçilerin taleplerinin damgasını bastığı bir başka isyan da Lübnan’da patlak verdi. Bu isyan Ortadoğu ve Afrika’da son dönemde yükselen dalganın son halkasını oluşturuyor. Cezayir’de Buteflika’nın devrilmesiyle ilk hedefine ulaşıp dinlenme dönemine giren isyan dalgası, orayla sınırlı kalmamış, siyasal olarak çok daha ileri bir düzeye ulaşarak Sudan’a sıçramıştı. Sudan’da katil El Beşir’i deviren ve bir devrimci duruma dönüşen dalga hemen ardından İran, Mısır ve Irak’ta hem baskıcı yönetimlere ve yolsuzluklara karşı demokratik talepler hem de yaşam koşullarının iyileştirilmesine dönük iktisadi taleplerle bezeli olarak gelişmişti. Irak’ta yaşanan yükseliş, çok açık bir şekilde sınıfsal taleplerle şekillenerek bir adım daha öne çıkmıştı. Şimdi bu seriye Lübnan da katıldı.
Lübnan iç savaşının sona ermesinden sonra devlet kurumları mezhepsel temelde yeniden oluşturulmuş, burjuva siyaset de adı açıkça konan bu bölünmüşlük üzerine bina edilmişti. Milenyum dönemecine kadar farklı kökenlerden burjuva kesimler bu bölünmüşlük sayesinde emekçiler üzerindeki egemenliklerini rahatlıkla sürdürüyorlardı. Ancak en zengin ailelerin ve onların başında bulunduğu sözümona siyasi partilerin tekelinde parçalı bir işleyiş sergileyen bu yapının doğurduğu sorunlar kapitalist saldırı programlarıyla da birleşerek emekçi kitlelerin hayatını giderek çekilmez kılıyordu. Bu rejimin işleyişindeki köklü sorunların bir sonucu olarak doğan “çöp krizi” 2015 yılında da büyük bir halk hareketinin kıvılcımını çakmıştı.
Her yerde olduğu gibi Lübnan’da da burjuva iktidar, emekçiler üzerindeki yükü arttırarak bütçe açıklarını kapatmaya çalışıyor. Ancak Lübnan hükümetinin, cep telefonlarındaki WhatsApp ve FaceTime gibi uygulamalar üzerinden iletişime de vergi koyan bir karar açıklaması, Lübnanlı emekçiler için bardağı taşıran son damla oldu. Dahası emekçi kitleler bu kez bir ilke daha imza attılar: Etnik ve mezhepsel ayrımları bir tarafa bırakarak 17 Ekimde Lübnan kent meydanlarında milyonlar halinde birleştiler. Vergilerin geri çekilmesi hedefiyle başlayan protestolar, hükümetin istifa etmesi talebine büyüdü. Yalnızca başkent Beyrut’la sınırlı kalmayıp tüm kentleri saran hareket içersinde tüm mezhepler, dinler ya da etnik kökenden burjuva siyasi liderler hedefe konulmuş durumda ki, bu oldukça önemlidir. Bunun anlamı, halkın mezhepsel temeldeki bölünmüşlüğünün ortak talepler temelinde kısmen aşılabilmiş olmasıdır. Irak’taki son protesto dalgasında da aynı olguya şahit olmuştuk. Sömürülenlerin bu ortak duruşu, egemenleri de geri adım atmaya zorluyor. Hariri hükümeti iletişime konulan ek verginin kaldırılacağını ve bütçe açığının bankalardan yapılacak kesintilerle karşılanacağını açıklasa bile, protesto gösterileri bu satırlar yazıldığında halen devam ediyordu. Dikkat çeken bir diğer husus da gerek Şili gerekse de diğer ülkelerdeki gibi Lübnan’da da gençlerin çok aktif şekilde mücadelenin içinde yer almasıdır.
Özellikle Arap halklarının isyan dalgasından sonra Ortadoğu’da her gelişen kitlesel harekette “devrim” sloganları dillerden düşmüyor. Kimin devrimden ne anladığından bağımsız olarak, devrim fikrinin bu denli popülerleşmesinin kendisi başlı başına önemli bir veridir ve kitlelerin ruh halindeki dönüşümü yansıtmaktadır. Yozlaşmış, çürümüş burjuva yönetimlerin artık kendilerine bir şey veremeyeceği düşüncesi giderek kuvvetlenmekte, kitleler eskisi gibi yönetilmek (Arap isyanlarından itibaren meydanlarda çınlayan ve bugün Irak’ın ardından Lübnan’dan da yükselen “halk rejimin devrilmesini istiyor” sloganının anlamı budur) ve kötü yaşam koşullarına mahkûm olmak istememektedirler. Bu duygu, hareketin hızla kitleselleşmesinde başat rol oynuyor. Devlet baskısını arttırıp kitle hareketini geri iteceğini düşünen burjuva yönetimler çoğunlukla baltayı taşa vurmuş oluyorlar. Devlet terörü, birçok durumda kitle hareketini geriletmek şöyle dursun onu daha da militanlaştırıyor.
Halk hareketleri ve isyanlar listesi uzadıkça uzuyor. Farklı ülkelerde bu isyanları doğuran somut nedenler kimi farklılıklar gösterse bile aslında hepsinin temelinde emekçilerin kötüleşen yaşam ve çalışma koşulları yatıyor. Kimi yerlerde temel ihtiyaçlara gelen doğrudan zamlar, kimi yerlerde aslında aynı etkiyi yaratan vergi artışları, kesintilerdeki artışlar ya da desteklemelerin azaltılması başat rol oynuyor. Bu ülkelerde gelişen kitle hareketlerinin sınıfsal tabiatı doğrudan emekçilerin iktisadi taleplerini yansıtmasıyla kendisini ortaya koyuyor. Bir de farklı bir düzlemde, siyasal sorunlar temelinde gelişen hareketlilikler sözkonusu. Hong Kong’da yüz binler baskıcı rejime karşı demokratik taleplerle ayağa kalkıp düzenin kolluk güçlerine kafa tutarken, Katalonya’da milyonlarca insan siyasal haklarının gasp edilmesi ve siyasal temsilcilerinin tutuklanmasına karşı ayağa kalkıyor, Barcelona gibi büyük bir şehri şoven İspanyol hükümetine dar ediyorlar. Bunlara, son dönemde yükselişte olan ve ağırlığını gençlerin oluşturduğu çevre hareketini de ekleyelim. Bu sonuncu örneklerde, mevcut durumlarından hoşnutsuz olan kitleler, bir çıkış bulma ve mevcut durumda kendilerince köklü bir değişikliğe ulaşma umuduyla kimi burjuva kesimlerin tuzaklarına düşebiliyor, onların yönlendirmelerine maruz kalabiliyorlar. Ama unutmamalı ki ateş olmayan yerden duman çıkmaz; biz çıkan dumanın rengine bakarak bir yorum yapmak yerine, o dumanı yaratan ortak ateşin gürül gürül yanmakta oluşuna dikkat kesilelim.
Birbirinden farklı taleplerle ortaya çıksalar bile tüm bu hareketler aslında çok daha derinlerde fokurdamakta olan bir dinamiğin farklı koşullardaki dışavurumlarıdırlar. En derinde yatan bu dinamik kapitalizmin tarihsel krizidir. Kapitalist sistem krizi ve derinleştirdiği çelişkiler, her yerde kitleleri harekete geçmeye zorluyor.
link: Oktay Baran, İsyan Dalgası Yeniden Yükselişte, 23 Ekim 2019, https://marksist.net/node/6773
Bitmedi Sürüyor O Kavga!
Gökçeada’da İmroz’u Görmek