Avrupa Birliği’nin “yasama organı” konumundaki Avrupa Parlamentosu (AP) için yapılan seçimler tamamlandı. Seçimlere gidilirken Avrupa’nın siyasal gündemi esas olarak iki ana başlık etrafında dönen tartışmalarla belirleniyordu. Bu sorunlardan birincisi, Avrupa Birliği’nin geleceğinin ne olacağı ve ikincisi de “iklim krizi ve çevre sorunları” idi. Her iki sorun da, ulus ötesi boyutlara sahip ve bu durum seçmenlerin de tercihlerini etkilemiş görünüyor. Zira Avrupalı seçmenler bu seçimde ulusal düzlemdeki politik gelişmelere değil, Avrupa çapındaki gelişmelere göre oy kullanmış görünüyorlar.
Yılan hikâyesine dönen Brexit krizi, devam eden “mülteci krizi” ve aşırı sağ partilerin yükselttiği AB karşıtlığı, ilk sorun temelinde kitleleri kutuplaştırırken; çevre sorunları da son aylarda büyük gösterilere ve kampanyalara sahne olan Avrupa’da seçim sonuçlarına ciddi bir şekilde etki etmiştir. Çeşitli araştırmalar, Avrupalı kitlelerin yüzde 70’ine yakın kısmının, özellikle de gençlerin, AB’den ve entegrasyondan yana olduğunu; milliyetçi, yabancı düşmanı ve ırkçı temellerdeki AB karşıtlığına prim vermediğini gösteriyor. Bu seçimlerde AB’nin devam etmesi gerektiğini savunan Yeşillerle Liberallerin büyük bir oy patlaması gerçekleştirmesinin arkasındaki dinamiğin bu olduğu görülüyor. Bu konulardaki tartışmanın sertleşmesi, toplumu geleneksel partilerden uzaklaştırıp bir yanda aşırı sağa, diğer yanda da açıkça AB taraftarı olan partilere (Yeşiller ve Liberaller) doğru sürüklemiştir. Sözkonusu olguyu daha önce ulusal düzeydeki seçimler temelinde saptadığımız genel bir değerlendirmeyle birlikte düşünmemiz de gerekiyor: Özgün koşullara bağlı olarak ülkeden ülkeye değişse bile, sağlı sollu geleneksel burjuva merkez partiler eriyor; toplum daha uç siyasal eğilimlere doğru kayıyor ve alternatif arayışlar güçleniyor.
AP’de ortaya çıkan tablo bu tespiti bir kez daha doğrulamıştır. 40 yıldır çoğunlukta olan Hıristiyan Demokratlarla Sosyal Demokratlar ciddi güç kaybederek toplamda azınlık durumuna düşmüşler, Yeşiller, Liberaller ve aşırı sağcı bloklar güçlerini ciddi biçimde arttırmışlardır. Seçim öncesi tartışmalar, AB taraftarlığı-karşıtlığı ikilemine ve çevre sorunlarına odaklaştığından, sol sosyal-demokrat, sosyalist ve komünist gruplar güçlerini arttırmayı başaramamışlar ve kısmen zayıflamışlardır.[1] Geçerken, bu sonuçların Türkiye’nin AB’ye üyeliği meselesini hepten zora soktuğunu; yalnızca İslamofobik nedenlerle aşırı sağcıların değil, insan hakları, demokratik özgürlükler ve Kürt sorunu nedeniyle Sosyalistler, Yeşiller ve Liberallerin de TC’nin üyeliğine karşı çıktığını ve müzakerelerin kesilmesinden yana olduğunu hatırlatalım. Bir başka deyişle önümüzdeki dönemde TC gerek Kürt meselesi üzerinden gerekse de otoriterleşme üzerinden AB’den gelen daha büyük bir basınç altında kalabilir.
Siyasal parçalanma artıyor, merkez partileri eriyor
Tarihsel sistem krizi her alanda kendisini hissettiriyor. AB ülkelerinde, milenyum dönemecine kadar, merkez sağ ve sol olarak adlandırılan iki ya da üç parti siyaset sahnesini domine eder, iktidar bu partiler arasında gidip gelirdi. Farklı ülkelerde bu partilerin isimleri bile birbirine benziyordu; bir tarafta Muhafazakâr, Halk ve Cumhuriyet kavramlarından türetilmiş isimlerle sağcı Hıristiyan Demokratlar, diğer tarafta İşçi ve Sosyalist kavramlarından türetilmiş parti isimleriyle Sosyal-Demokratlar. Milenyum dönemeciyle birlikte, II. Dünya Savaşının ardından kurulan tüm dengeler gibi bu dengeler de bozulmaya başladı. Hem sağ hem de sol siyasi cenahtaki ana partiler bölünerek yeni ve alışılmadık ya da tuhaf isimli partiler ortaya çıkmaya başladı. Bu siyasal parçalanma, bir yandan kapitalizmin sistem krizini yansıtırken bir yandan da kitlelerin yaşadıkları hayal kırıklıklarının etkisiyle geleneksel düzen partilerinden uzaklaşmakta olduğunu ve bunlar dışında bir arayışa girdiğini göstermektedir. Epey süredir devam eden bu eğilim giderek güçleniyor. AP seçimlerine 550 civarında farklı listenin katılmış olması bu açıdan çarpıcı bir veridir.
Siyasi yelpazenin merkezindeki geleneksel düzen partileri ağır oy kayıpları yaşıyorlar. Avrupa’nın en büyük ekonomik ve siyasi güçleri olan Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya’da bu durum tüm çıplaklığıyla ortadadır. İtalya ve Fransa’da geleneksel merkez partilerinin çöküş süreci epey ilerlemişken, son yıllarda Almanya ve hatta İngiltere için de bu tablo belirginleşmeye başlamıştır.
AP seçimlerinin Almanya ayağında, sağcı Merkel’in Hıristiyan Demokratik Birlik Partisi (CDU), koalisyon ortağı sözde sol Sosyal Demokrat Partiyle (SPD) birlikte toplamda 20 puanlık bir oy kaybı yaşadı. Yani her ikisi için de oy kayıpları kesintisiz devam ediyor.[2]
İngiltere’deki durum daha da çarpıcı. İngiliz burjuva siyasetinin iki temel direği durumundaki Muhafazakâr Parti ile İşçi Partisi AP seçimlerinde büyük oy kaybettiler. Tabanını faşistlere kaptırmamak için AB’den ayrılık referandumunu kabul ederek oynadıkları kumarı kaybeden Muhafazakârlar, ardından gelen Brexit sürecini ellerine yüzlerine bulaştırarak büyük prestij kaybettiler ve iktidarda olmalarına rağmen yüzde 9’a düştüler. AB konusunda “evet mi hayır mı” ikilemini aşamayan Corbyn önderliğindeki İşçi Partisi de, rakipleri kadar olmasa bile önemli bir oy kaybı yaşayarak yüzde 14’e düştü. 1,5 asra yaklaşan ömürleriyle bu partiler güç kaybederken, dört ay önce kurulmuş faşizan Brexit Partisi yüzde 33 oy kazandı. Liberal Parti de büyük bir oy patlamasıyla yüzde 20’yi geçerek onun arkasından ikinci sıraya yerleşti. Yeşiller de aynı şekilde oylarını katlayarak yüzde 12’ye ulaştı ve dördüncü parti oldu. Bu sonuçlardan en azından AP seçimlerinde İşçi Partisinin geleneksel seçmenlerinin AB karşıtlarına, yeni biriktirdiği gençlik tabanının ise AB taraftarı Yeşiller ve Liberallere kaydığı tahmin edilebilir. Bu seçimlerde katılım oranı (yüzde 37) diğer AB ülkelerine nazaran düşük olsa da bir önceki seçimlere göre (yüzde 34) küçük bir artış sözkonusudur. Bu düşük oran, ulusal düzeyde yapılan genel seçimlerle bir kıyaslama yapılmasını sağlıksız kılıyor. Ancak yine de bir eğilimi göstermesi bakımından önemli veriler içeriyor.[3]
AB ülkelerinde daha önce ya marjinal durumda kalan ya da büyük sağ partilerin bir kanadını oluşturan aşırı sağ gruplar milenyum dönemecinden sonra bağımsız ve yeni isimli partiler olarak boy göstermeye ve hızla güç kazanmaya başlamışlardı. Siyaset sahnesinin aşırı sağ ucu ağırlık kazanmaya başlarken merkezdeki sağ partiler de yaşadıkları erimeyi telafi etme telaşıyla aşırı sağ söylemlere kaykılmaya başladılar.
SSCB’nin çöküşünden sonra ideolojik krize girip neoliberal paradigmaya teslim olan Sosyal Demokrasi de bir taraftan daha sağa kayarken bir taraftan da özellikle gençlik örgütlerindeki kopuşlarla sol sosyal-demokrat diyebileceğimiz yeni partileri içinden çıkardı. 2008 krizini takiben neoliberal mutabakatı reddeden, sistemi sorgular gözüken ve bu haliyle radikal olarak adlandırılan sol oluşumlar fazla uzun ömürlü olmasa bile hızla popülerleşebildiler. Ne var ki gerçek bir anti-kapitalist perspektiften ve devrimci anlayıştan uzak olan bu tip oluşumlar her defasında bir açmazla karşı karşıya kalıyorlar: Merkez soldan ne kadar uzaklaşırlarsa o kadar güç kazanıyorlar ama kazandıkları güç arttıkça ve hele de iktidardan pay aldıkça merkeze doğru o kadar büyük bir kuvvetle geri çekiliyorlar. Almanya’da Die Linke, Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos’un akıbeti bu açıdan çarpıcıdır. Hepsi de son seçimlerde zayıflamıştır; Syriza birinci parti olma vasfını kaybetmiş ve Çipras erken seçime gidileceğini açıklamak zorunda kalmıştır.
Bu AP seçimlerinde aşırı sağın alternatifi, sol uçtaki örgütlenmeler değil, Liberaller ve Yeşiller olmuştur. Son seçimlerde ortaya çıkan çarpıcı olgulardan biri de budur. Eski liberal partilerin yanı sıra hem merkez sağdan hem de merkez soldan gelen unsurlarla oluşturulan yeni liberal parti ve gruplar da güç kazandılar. En güçlü temsilcisini Fransa’daki Macron hükümetinde bulan bu eğilim, neoliberalizmin ve kapitalist AB’nin açıktan savunusunu yapıyor. Güçlenmesini de aslında AB taraftarlığından alıyor ki, bu, onun başarısının bu seçimlere özgü olduğunu ve arkasının gelmesinin pek mümkün olmadığını gösteriyor.
Faşist hareketlerin yükselişi sürüyor
Ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, faşizan ya da açıkça faşist olanları da kapsamak üzere genel olarak “aşırı sağ” partiler bu seçimlerden de güçlenerek çıktılar. Ne var ki seçimlerden önce Avrupa basınında çokça işlendiği üzere AB karşıtı aşırı sağ partiler “korkulduğu kadar” büyük bir oy patlaması sağlayamadılar. Bunda hiç kuşkusuz, geniş kitlelerin sözkonusu korkuyla, geçmiştekilere nazaran seçime daha fazla rağbet göstermesi başat bir rol oynamıştır. Zira seçime katılım oranı çeyrek yüzyıl önceki düzeye yaklaşarak yüzde 51 olmuştur. Faşist oluşumlara en büyük tepkinin olduğu Almanya’daki katılım oranı ise yüzde 62’yi bulmuştur.[4]
Almanya için Alternatif Partisi (AfD), oylarını 4 puan arttırarak yüzde 11’e ulaştı ve seçimden dördüncü parti olarak çıktı. Aşırı sağın güçlenmesi devam etmesine rağmen Alman faşizmi, kıtadaki diğer aşırı sağ partilerdeki yükselişten geride kalmıştır. Bunda, partinin isminin son dönemde çeşitli skandallara karışması (bağış skandalları, Avusturyalı faşistlerle olan ilişkisi nedeniyle orada yaşanan “İbiza skandalı” vb.), AfD’nin propagandasının merkezinde yer alan “mülteci tartışması”nın son dönemde kısmen geriye düşmesi gibi faktörlerin etkili olduğu söylenebilir. Ancak en güçlü faktör, Avrupa’nın geneli için de vurguladığımız gibi, bu faşist partiye duyulan tepki nedeniyle seçimlere katılım oranının artmasıdır. Ulaştığı oy düzeyinin “korkulanın” altında kalması, AB yanlısı liberallerin yüreğine su serpmiş görünüyor. Oysa tehdidin ivmesi geçici olarak düşse bile artışın devam ettiği gözden kaçırılmamalıdır. Bilakis, faşistler giderek Almanya’nın büyük kentlerinde de etkilerini arttırıyorlar.
Diğer taraftan başta Fransa ve İtalya olmak üzere diğer büyük AB ülkelerinde faşist hareketlerin yükselişi ivme kaybetmeden devam ediyor. İtalya’da Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı Matteo Salvini’nin liderliğindeki Lig Partisi, Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Toparlanış Partisi gibi partilerin[5] üye olduğu Avrupa Uluslar ve Özgürlük Grubu (ENF) milletvekili sayısını neredeyse üçte ikilik bir artışla 58’e çıkarırken, onlardan bir tık daha ılımlı olan aşırı sağcı partiler ittifakı Avrupa Özgürlük ve Doğrudan Demokrasi Grubu’nun (EFDD) sandalye sayısı üçte bir artarak 57’ye ulaştı. İspanya’da faşist Vox yüzde 7’ye yakın oy kazandı.
Daha önceki saptamalarımız geçerliliğini aynen koruyor: “Yoksullaşan ve geleceği giderek belirsizleşen emekçiler, «sistem partisi» olarak gördükleri partilerden uzaklaşıp, düzen partileri dışında arayışlara girişiyorlar. Devrimci alternatiflerin güçlü bir şekilde ortada olmamasından ötürü, maalesef bu arayışlar, çoğunluğu itibarıyla ilerici bir yönelime değil de, gerici bir içeriğe, geçmişin mutlu günleri nostaljisine ve faşist demagojiye can suyu oluyor. En deneyimsiz, en geri bilinçli işçilerden başlamak üzere emekçilerin giderek artan bir kısmı, mevcut düzene meydan okur pozları kesen faşist demagojinin illüzyonuna kendisini kaptırıyor. Zira sol adına konuşan çeşitli partiler, kurulu düzene açıktan ve kökten bir karşı çıkışı öne çıkarmadıkları (ve çoğunluğu itibarıyla da çıkaramayacakları) için, güya kapitalizme karşı çıkar gözüken faşist hareketler prim topluyorlar. (…) Hepsi de, emekçilerin kapitalizmin kriziyle yuvarlandıkları işsizlik, artan yoksulluk, güvencesizlik ve geleceksizlik duygusunu suiistimal ediyor. Tüm bu sorunların kapitalizmin kendisinden kaçınılmaz olarak türediği gerçeğinin üstünü örtmek için hepsi de hem ülke içinde hem de ülke dışında yapay öcüler ve yapay sorumlular yaratıp, günahı onların sırtına yüklüyorlar. Kuşkusuz ki, düşman olarak, göçmenler ve sığınmacılar öne çıkartılıyor. Emperyalist savaşın Avrupa ve ABD sokaklarına taşınmasının günahı da İslami terörizm öcüsü altında Müslümanların sırtına yükleniyor. Bu noktada hepsinin hemfikir oldukları bir husus da, mevcut krizden çıkış için AB’nin dağıtılması ya da en azından ondan çıkılmasıdır.”[6]
Liberal hayallere prim yok!
Gerek Avrupa’da gerekse de Türkiye’de demokrat burjuva yorumcular, seçimlerde faşistlerin oy patlaması yapamamasını, AB’den yana olan Yeşillerinse neredeyse tüm ülkelerde patlamalı bir oy artışı sağlamasını ve Liberallerin güçlenmesini büyük bir zafer olarak niteleyip sevinçle karşıladılar. Bunlar, piyasa mekanizmalarından ve Avrupa Birliği’nden yana olan Yeşiller ile Liberallerin aşırı sağa karşı ortaklaşa bir set oluşturduğundan dem vuruyorlar. Bir başka deyişle, pembe hayaller kurmaya devam ediyorlar!
Şurası açık ki, Avrupa’da geniş kitleler, aşırı sağa duydukları tepkiyi göstermiş, faşist yükselişi yavaşlatmış ve böylelikle ona karşı mücadele edebilmek için önemli bir zaman kazanılmasını sağlamış oldular. Ne var ki, bu zamanı boş hayallerle geçirip heba etmek, faşist tırmanışın zemininin güçlenmesine göz yummak anlamına gelecektir. Liberallerle Yeşillerin faşizmin önüne geçebileceğini düşünmek abesle iştigaldir. Kitlelerin acil iktisadi taleplerine verebilecek ciddi bir yanıtları olmayan bu siyasetlerin, aşırı sağa karşı bir söz düellosuna girişmekten başka yapabilecekleri pek bir şey bulunmuyor. Almanya’da yıllardır koalisyon ortağı olan Yeşillerin performansı da, Fransa’da Macron’un politikaları da bu açıdan yeterli kanıtı oluşturuyor. Bu burjuva siyasetler, demokratik hak ve özgürlükleri savundukları ölçüde, parlamenter düzlemde, faşist söylemin geriletilmesinde belirli bir siyasal rol oynarlar kuşkusuz. Ancak sivil faşizm parlamenter düzlemi kullanmasına rağmen asla bu düzeyle sınırlı bir hareket değildir. Onu hem tehlikeli hem de güçlü kılan özelliği, yıkıcı toplumsal krizlerin çıkmaza sürüklediği kitleleri örgütleyip seferber etmesi ve bunları demokratik hak ve özgürlüklere, demokrat-ilerici güçlere ve onların kurum ve eylemliliklerine karşı vurucu bir güç olarak kullanmasıdır. Tüm ön belirtilerine ve bu çizgide sayısı giderek artan örneklere rağmen Avrupa’da işler henüz bu noktaya gelmediyse, bunun nedeni faşist hareketlerin nitelik değiştirmesi değil, henüz büyük burjuvazinin ve onun aracı olan devlet kurumlarının faşist hareketlerin önünü tamamen açmaya ihtiyaç duymuyor oluşlarıdır. Kriz derinleştikçe burjuva devletlerin bu yönde harekete geçeceğinden şüphe duymamak gerekir. İşler o noktaya yaklaşırken, Liberallerin ya da Yeşillerin rahat parlamento koltuklarından kıçlarını kaldırarak kitleleri faşistleri sokaklarda püskürtmek için seferber edebileceklerini düşünmek hayalciliktir.
Unutulmaması gereken nokta faşizmin, birtakım çılgınların bozuk beyinlerinden çıkan bir siyasi akım olmayıp, köklerini derin toplumsal krizlerde bulan karşı-devrimci bir hareket olduğudur. Bugün yalnızca Avrupa’da değil, tüm dünyada faşizan rüzgârların estiği bir dönemden geçiyoruz. Bu bir tesadüf değildir. Tersine sözkonusu yükseliş, milenyum dönemecinden itibaren içine girilen kapitalizmin tarihsel krizi ve Üçüncü Dünya Savaşıyla doğrudan ilişkilidir, ondan beslenmektedir. Ekonominin daraldığı ya da en iyi durumda büyüme oranlarının yerlerde süründüğü, işsizliğin tırmanışta olduğu, ücretlerin düştüğü, enflasyonun arttığı, çalışma koşullarının ağırlaştığı, yaşam koşullarının kötüleştiği, sosyal hakların gasp edildiği, gerek bireylerin gerek şirketlerin gerekse de devletlerin boğazına kadar borca battığı bir dönemden geçiyoruz. Tıknefes haldeki kapitalizm tüm bunlara bir çözüm bulup yeniden parlak büyüme dönemlerine geri dönebilecek durumda değildir. Krizleri hafifletecek, büyük çöküşleri biraz daha öteleyebilecek tüm mekanizmaları büyük ölçüde aşınmış ve eskisi gibi iş göremez hale gelmiştir. Bu tarihsel sistem krizi, emperyalist rekabeti daha da kızıştırmakta ve paylaşım savaşını harlamaktadır. Savaşın ve iktisadi krizlerin alevleri çeşitli coğrafyaları giderek daha derinden yakıp kavururken, bu coğrafyaların on milyonlarca yoksul emekçisi de can havliyle bir parça ekmek ya da tepelerine bomba düşmeden yaşayabilecekleri bir mekân ümidiyle gelişmiş kapitalist ülkelere doğru akmaktadırlar. Bugün gerek Avrupa’da gerekse de dünyanın diğer bölgelerinde faşizmi besleyen de, yarattığı diğer sorunlarla birlikte işte bu kriz ve savaş zeminidir.
Burjuva düzenin has ideolojisi olarak liberalizmin bu zeminin yaratılmasında ciddi bir rol oynadığını inkâr etmek mümkün müdür? 80’lerden beri hayata geçirilen neoliberal politikalar, sermaye ve sermaye hareketleri üzerindeki her türlü sınırlamanın kaldırılmasına, emeğin örgütsüzleştirilmesine, kamu hizmetlerinin tasfiyesine ve özelleştirmelere, iş süreçlerinin parçalanıp taşeronlaştırılmasına, kuralsızlaştırılıp “esnetilmesine” dayanıyordu. Tüm ülkelerde şu ya da bu ölçüde hayata geçirilen bu politikalar, finans kapitali alabildiğine büyütürken emekçiler için giderek artan bir yoksullaşma ve sefaletin kıyısında yaşamak anlamına geliyordu. Zenginlik artan ölçüde toplumun küçücük bir azınlığının elinde toplanırken, yoksulluk derinleşip yaygınlaştı. İlelebet sürmesi imkânsız olan bu durum eninde sonunda içinden çıkılamayan çok boyutlu bir krize yol açacaktı ve açmıştır da.
İşini kaybeden ya da kaybetme korkusuyla her şeye razı gelmek zorunda bırakılan, çalışma ve yaşam koşulları kötüleşen, sosyal hakları gasp edilen yüz milyonlar bir çıkış yolu ararken, faşizm onlara tüm bunların sorumlusu olarak göçmenleri gösteriyor. Bugün “göçmen karşıtlığı” eksenine oturan faşist demagoji geniş bilinçsiz emekçi yığınlarda bir karşılık buluyorsa, büyük burjuvaziye hizmet eden diğer siyasal-ideolojik akımların da bunda sorumluluğu vardır. Liberaller, kişisel dünyalarında ne hayal ederlerse etsinler, savundukları dünya görüşü ve değerlerin insanlığı getirdiği nokta burasıdır. Faşizm, çelişkileri alabildiğine derinleşip keskinleşmiş bu somut dünyanın en hastalıklı, en gerici ürünüdür.
Çözüm Yeşilde değil Kızılda!
AP seçimlerine gidilirken birçok Avrupa ülkesinde “iklim krizi”ne dair geniş katılımlı mitingler yapılması, kitlelerin bu temelde seferber olması Yeşillerin patlamalı bir büyüme yaşamasının zeminini döşedi. Almanya’daki güçlü yükseliş, İngiltere ve Fransa’da yüzde 12-13’leri bulan beklenmedik büyüme, diğer ülkelerde de benzer bir manzaranın ortaya çıkışı dikkatlerin Yeşillere çevrilmesini beraberinde getirdi. AP’de en büyük dördüncü grup haline gelen Yeşiller, önümüzdeki dönemde AB politikaları üzerinde çok daha etkili olacaklar.
Almanya’da faşist AfD’nin eş başkanı Alexander Gauland’ın, Yeşillerin “Almanya’yı ve istihdamı yok edeceğini” öne sürerek onları “en önemli düşmanları” olarak nitelemesi ve “görevimiz Yeşillerle savaşmak olmalı ve öyle de olacak” şeklindeki beyanları, önümüzdeki dönemde aşırı sağla Yeşiller arasındaki söz düellosunun artacağına işaret ediyor. Tüm bu gelişmeler, faşist yükselişe karşı Yeşillerin nasıl bir rol oynayabileceğine dair tartışmaları da alevlendiriyor. Daha şimdiden demokrat aydınlar ve hatta kimi sosyalist çevreler, faşist yükselişe karşı Yeşil barikat hayallerini körüklemeye başladılar bile.
Yeşillerin demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden yana olması, militarizme karşı çıkması, ırkçılığa ve göçmen karşıtlığına karşı mücadele etmesi gibi tutumlar elbette ilerici tutumlardır. Bu açıdan, onların parlamenter düzlemde yürüttükleri mücadele kuşkusuz önemlidir. Bu mücadeleyi çeşitli eylemliliklerle kısmen sokaklara taşımaları da öyle. Ne var ki mesele yükseliş halindeki faşizmi ezmek için militan bir mücadele vermeye geldiğinde işin rengi değişiyor. Kimi demokrat aydınların yaptığı gibi, “tek çare solun ve bütün ilerici güçlerin Yeşillerin omurgasını oluşturacağı bir ittifaka yönelmesidir” şeklindeki formülasyonların kabul edilebilir bir tarafı bulunmuyor. Diğer tüm demokratik hareketler gibi Yeşillerin de faşizme karşı işçi sınıfı eksenli bir mücadelenin müttefiki olmalarına diyecek sözümüz olamaz kuşkusuz; ama bu mücadelenin omurgasını oluşturmaları ve işçi sınıfını kendilerine tabi kılmaları demek, tutarlı ve kararlı bir anti-faşist mücadeleyi baltalamak ve işçi sınıfı hareketini düzen sınırlarına hapsetmek anlamına gelecektir.
Çeşitli temsilcilerinin ağzından dillendirilen temel sloganlarının, “AB’ye evet, iklim değişikliğine hayır” olduğunu unutmayalım. Mevcut haliyle, yani bir emperyalistler bloku olarak Avrupa Birliği’ni savunan, piyasa mekanizmalarına bağlı kalınması gerektiğini vaaz eden ama çevre ve doğaya da kalpten bağlı Yeşiller, bu çizgileriyle Liberallerle çok rahatlıkla kol kola girebilirler ve girmişlerdir de. Almanya’da yıllarca koalisyon ortağı olarak rol üstlenip, bu süre zarfında emeğe karşı yürütülen tüm saldırılara ortak oldular. Alman silah tekellerinin sattığı silahlar yoksulların tepesinde patlarken Yeşiller arkası kesilmeyen soru önergeleri vermekten başka bir şey yapmadılar, ama koalisyondan ayrılmak akıllarından dahi geçmedi. Adeta günah çıkartılacak bir papaz oldular kapitalist sisteme.
Dünya muazzam bir krizle ve giderek yaygınlaşan bir savaşla boğuşurken, insanlığın çoğunluğunu oluşturan yoksul emekçi kitlelerin en büyük sorununun “iklim değişikliği” olduğunu ileri sürmek ciddi bir çarpıtmadır. Dünyanın geri kalanında olduğu gibi ileri kapitalist ülkelerde de sınıf mücadelesi keskinleşme belirtileri gösteriyor, sosyalist dinamikler potansiyel olarak güçleniyor. Böyle bir ortamda bir numaralı sorunun “iklim krizi” olduğunu iddia etmek, dikkatleri kapitalizme karşı proleter sınıf mücadelesinden başka alanlara kaydırmak anlamına geliyor. Yeşiller bunu ister bilinçli yapıyor olsunlar ister bilinçsiz, izledikleri politikanın oynadığı nesnel rol budur. Avrupa’da gençliğin siyasete ilgi duyan kesimlerinin önemli bir bölümünün[7] bugün Yeşilleri desteklediğini düşündüğümüzde, bir kısmı devrimci kanallara akabilecek bir potansiyelin düzen içine hapsedilip heba edildiğini görürüz.
Üstelik Yeşiller açısından bu rol yeni de değildir. SSCB’nin çöküşünden sonra başlayan ideolojik kargaşa ortamında, bir taraftan kapitalizmi eleştirerek sol görünürken diğer taraftan örgütlü sınıf mücadelesinin ideolojik ve pratik düzlemde tasfiyesi için yürütülen sinsi kampanyanın bir parçasıydılar. Sınıf kimliğinin, sınıfsal temelde mücadelenin ve sınıf örgütlerinin tasfiyesini hedefleyen bu propagandayla, tüm bunların yerine, “insanlığın ortak sorunları” için, farklı kimlikler, farklı yaşam tarzları ve azınlıklar üzerindeki baskılara karşı mücadeleyi koymanın gereği vaaz edildi. Bunlar liberal birey olma düşleri ve bireysel özgürlük söylemleriyle birleştirildi. Ekolojist söylem sosyalist hareketin geniş kesimlerinin de merkezine yerleşip onu da etkileyerek sınıftan kaçış eğilimini güçlendirmekte önemli bir rol oynadı. Özellikle Avrupa’da Yeşil hareket hem sosyalist hareketten hem de liberalizmden beslenirken liberal görüşlerin sola sızmasında da bir rol oynadı. Sol içinde sınıftan kaçma eğilimi güçlenip, dikkatler diğer kimliklere ve azınlıklara odaklanırken, yaşam koşulları alabildiğine kötüleşen emekçi yığınlar kendi kaderleriyle baş başa bırakıldılar. Bu koşullarda emekçi yığınlar Türkiye’de siyasal İslamın, Avrupa’da da faşist hareketlerin demagojisine alabildiğine açık hale geldiler.
Bugün Avrupa’da Yeşil hareketin ana gövdesi kentli küçük-burjuvalardan, aydınlardan, okumuşlardan, tuzukurulardan, hali vakti yerinde beyaz yakalı emekçilerden ve kuşkusuz bu ailelerin gençlerinden oluşuyor. Önemlice bir bölümü itibarıyla bu “narin”, “hassas”, “duyarlı ve bireysel özgürlüklerine düşkün” kişiliklerin faşizmle savaşmak için sandıklara atılacak oy pusulalarından başka bir silaha sahip oldukları pek söylenemez. Bu narin ve amorf kitlenin, faşist çetelerin “kaba yöntemleri” karşısında kararlı ve militan bir duruş sergileyebileceğini düşünmek hayalciliktir.
Avrupa’da yükselen faşizmin önünü kesmek tabii ki mümkündür. Ama bu işçi sınıfının saflarında ciddi bir toparlanışı ve sınıf eksenli bir mücadeleyi gerektiriyor. Bunun da önkoşulu devrimci güçlerin her türlü küçük-burjuva sol etkiden sıyrılıp faaliyetin temeline işçi sınıfını oturtmalarıdır. Emekçilerin gerçek sorunlarını bıkmadan usanmadan gündeme getirmek, gerçek düşmanın sermaye sınıfı olduğunu ve bu sorunların tek çözümünün de kapitalist sömürü sistemine son vermekte yattığını kitlelere mücadele içinde kavratmak kilit önemdedir. “Kapitalist sömürüye ve emperyalist savaşa karşı, işçi sınıfının safları içerisinde örgütlü bir temelde net ve cüretkâr bir duruş sergilendiğinde, faşistlerin ve düzen partilerinin dayattığı gündem reddedilip, işçi sınıfının yaşamsal sorunlarını merkeze alan bir kampanya yürütüldüğünde, işçi sınıfının ileriye çekilmesi ve devrimci alternatifin güçlendirilmesi bal gibi de mümkündür.”[8]
[1] 751 sandalyeli AP’de kesin olmayan sonuçlara göre, Hıristiyan Demokratlar 173, Sosyal Demokratlar 147, Liberaller 102, Yeşiller 71, “Muhafazakârlar” 58, “Avrupa Solu” 42 milletvekilliği kazandı. Son dönemde yükselişte olan ve AP’de iki ayrı grup olarak temsil edilen aşırı sağ partiler ise biri 58, diğeri 57 olmak üzere toplam 115 milletvekili çıkartmış bulunuyorlar. Bunlara bağımsız olan aşırı sağ partileri ve katı muhafazakârları da eklediğimizde karşımıza 170 civarında bir üye grubu çıkıyor.
[2] CDU’nun içinde yer aldığı Hıristiyan Birlik (CDU-CSU ittifakı) yüzde 28 civarında oyla birinci parti olurken, SPD yüzde 15’lerde kaldı ve ancak üçüncü parti olabildi.
[3] Zira 2014’deki AP seçimlerinde; faşist UKIP (Brexit Partisinin öncülü) yüzde 27, İşçi Partisi yüzde 25, Muhafazakârlar yüzde 24, Yeşiller yüzde 9, Liberaller de yüzde 7 oy almıştı.
[4] 1979’dan bu yana yapılan AP seçimlerinde katılım oranı her seçimde düşmüştür, ta ki son seçime kadar. 1979’da %61 olan bu oran, 2014’teki son seçimlerde %42 idi.
[5] Her ikisi de kendi ülkelerinde birinci parti konumuna yükselmiş durumdalar.
[6] Özgür Doğan, Almanya’da Genel Seçimler – Faşist Hareket Güçleniyor, Eylül 2017, http://marksist.net/ozgur-dogan/almanyada-genel-secimler-fasist-hareket-...
[7] Fransa’da 18-25 yaş arasındaki gençlerin yüzde 25’i Yeşiller için oy kullandı. Aynı aralıkta aşırı sağa oy verenler yüzde 15, Macron’un partisi için oy verenlerse yüzde 12’de kalıyor. Almanya’da da 18-29 yaş grubunun yüzde 33’ü, 30-44 yaş grubununsa %25’i Yeşilleri destekliyor.
[8] Özgür Doğan, agm
link: Oktay Baran, AP Seçimleri, Faşist Yükseliş ve Faşizme Karşı Mücadele, 1 Haziran 2019, https://marksist.net/node/6674
Görkemli İnsanlık Mirası Tarumar Ediliyor
Gençler Gerçekten Mutlu mu?