Türkiye, ekonomik krizin sonuçlarının emekçilere giderek çok daha ağır bir şekilde yansıdığı bir süreçten geçiyor. Hükümet, yerel seçimlere kadar fiyatları baskılamaya, iflasları ötelemeye, kısa çalışma ödeneği gibi uygulamalarla ve çeşitli teşviklerle işten çıkarmaları mümkün olduğunca ertelemeye çalışmaktadır. Fakat tüm bu müdahalelere rağmen enflasyonun başta gıda olmak üzere temel tüketim maddelerinde %40’ı aşmasının ve işsiz sayısının 7 milyona dayanmasının önüne geçememiştir. Seçim sonrasına ertelenen ağır saldırı paketlerinin yanı sıra enflasyonun ve işsizliğin sıçramalı bir şekilde artacak olması gerçeği işçi sınıfını çok daha zorlu koşulların beklediğini göstermektedir.
Ekonomik krizin emekçi kadınlara bindirdiği yük ise bir kat daha fazla olmaktadır. Bunun en çarpıcı göstergelerinden biri de kadın, özellikle de genç kadın işsizliğindeki artıştır. DİSK-AR’ın TÜİK ve İŞKUR verilerine dayanarak Şubat ayında yayınladığı işsizlik ve istihdam raporları[1] bu konuda önemli veriler sunuyor. Ekonomik krizin üretimdeki etkilerinin daha yeni yeni görülmeye başladığı Ekim ayına ilişkin resmi işsizlik verilerine göre tarım dışı kadın işsizliği oranı %18,8 olurken, tarım dışı genç kadın işsizliği %33’e tırmanmıştır. Üstelik bu oranlar yalnızca “bir ay içinde iş arama kanallarını kullanan” kadınlar dikkate alınarak hesaplanmıştır. Aylardır hatta yıllardır iş aradığı halde bulamayan ya da iş bulacağını bilse çalışmaya hazır durumda olan milyonlarca kadın, devlet tarafından işsiz kategorisine sokulmamaktadır.
TÜİK’in 2018 Kasım rakamları, Türkiye’de 15 yaş ve üstündeki 30,8 milyon kadının 10,5 milyonunun, yani %34’ünün “işgücüne katıldığını” gösteriyor. 11,2 milyon kadın ise kayıtlarda “ev işleriyle meşgul” olarak görünüyor. Oysa emeklileri, öğrencileri ve çalışamaz haldekileri çıkardığımızda geriye kalan yaklaşık 13 milyon kadının pasif haldeki işgücünün ya da bir başka deyişle gizli işsizler ordusunun en büyük parçasını oluşturduğunu görüyoruz.
Bununla birlikte, çalışan kadınların sayısının son yıllarda hızlı bir şekilde arttığını da biliyoruz. Kadınların eğitim oranının artması, kentleşmeyle beraber yaşam koşullarının daha da ağırlaşması ve tek bir maaşla ev ekonomisini döndürmenin olanaksız hale gelmesi, çalışan ya da çalışmak isteyen kadınların oranını yükseltiyor. Ekonomik kriz dönemleri ise bu doğrultuda ekstra bir itki yaratıyor. İçinden geçtiğimiz kriz döneminde de, eşleri işsiz kalmaya başlayan, enflasyon ve düşük ücretler nedeniyle iyice geçinemez hale gelen yüz binlerce kadın, iş bulma umuduyla İŞKUR’a akın etmektedir. Hatta önceki yıllardan farklı olarak İŞKUR’a kayıtlı kadın işsizlerin sayısı katlanarak artmış ve erkek işsizleri geçmiştir. Ocak 2019 İŞKUR kayıtlarına göre kadın işsiz sayısı 1 milyon 932 bine yükselirken, erkek işsiz sayısı 1 milyon 843 bin olmuştur. Son aylarda, daha muhafazakâr olarak bilinen doğu illeri de dâhil olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanındaki İŞKUR’ların önünde şimdiye dek pek tanık olmadığımız manzaraların yaşanması da bu olguyu somutluyor. “Toplum yararına çalışma” adı altında kamu kurumlarına altı aylık geçici işçi alımları gerçekleştiren İŞKUR’un birkaç yüz kişilik işçi alımı duyurularına binlerce insan başvuruyor ve bunların önemli bir bölümünü kadınlar oluşturuyor.
Ekonomik kriz altında kadınlar erkeklere göre daha zor iş bulurken, kadın işçilerin çalışma koşullarının ağırlaşması ve karşı karşıya kaldıkları eşitsizliğin çeşitli boyutlardan artması krizin diğer önemli sonuçları arasında yer almaktadır. Daha düşük ücretleri kabul etmeye mecbur kalan kadınlar, patronlar için sigortasız, geçici, part-time işlerin vazgeçilmez parçasını oluşturmaktadır.
Kadın işçiler işe alım sürecinden başlayarak çalışma yaşamının her alanında ayrımcılığa uğruyorlar. Erkeklerden daha düşük ücret alıyorlar, fiziksel tacize uğruyorlar, ağır iş yükleriyle karşı karşıya bırakılıyorlar. Her dört kadından biri güvencesiz bir işte çalışıyor. %86’sının işyerinde çocuk bakım desteği yok. Buna rağmen devletin tepesindekiler 4-5 çocuk siparişlerinde bulunmaktan geri durmuyor, yani kadını eve hapsolmaya çağırıyorlar.
Türkiye’de emekçi kadınların büyük bir bölümü hizmet sektöründe (%60) ve tarımda (%24) çalışırken, sanayide çalışanların oranı %15’te kalıyor. İstihdam edilen kadınların %67’si ücretli veya yevmiyeli iken, %22’sini ücretsiz aile işçileri oluşturuyor. Dahası, kadınların %41’i kayıt dışı çalışıyor.
Bu toplumsal koşullarda kadınların kıdem süreleri de erkeklere göre çok daha kısa ve kesintili oluyor doğal olarak. 16 yıl ve üzeri kıdem süresine sahip kadınların oranı %13 iken, erkeklerin oranı %24 civarındadır.[2] Bu tablo, kadınların emeklilik haklarının daha baştan gasp edilmesi ve ekonomik açıdan erkeğe bağımlı hale gelmesine yol açmaktadır.
Kadınların bu koşullarda çalışmalarının başlıca nedeni örgütsüz olmalardır kuşkusuz. Zira kadın işçiler sendikalaşma söz konusu olduğunda bile erkeklere göre eşitsiz koşullarla yüz yüzedirler. Erkeklerde sendikalaşma oranı %15’e yakınken, kadınlarda bu oran %8’de kalmaktadır. Siyasi örgütlenme söz konusu olduğunda ise açı daha da büyümektedir.
Kapitalist krizler elbette kadınların yalnızca ekonomik yıkımını şiddetlendirmekle kalmamaktadır. Yetersiz beslenme, sağlığa ayrılan paranın kısılmak zorunda kalınması nedeniyle sağlık kontrollerinden geçememe, tedavi olamama gibi sebeplerle kadınlar ve çocuklar erkeklerden daha fazla sağlık sorunları yaşamaktadırlar. Evin tüm yükünün alabildiğine kısılan bir bütçeyle kadına yıkılması, yoksulluğun yarattığı gerginliğin arttırdığı kavga ve şiddet, işyerlerinde artan baskılar ve işsizlik, kadınları fiziksel ve psikolojik olarak da yıkıma uğratmaktadır. İşsizliğin ve yoksulluğun artacağı önümüzdeki dönemde kadın emekçilerin bu sorunları daha da ağır bir şekilde yaşayacakları açıktır.
İktidar kadın-erkek eşitsizliğini körüklüyor
Kapitalizmin yarattığı sömürü ve körüklediği cinsiyet ayrımcılığı kadın işçileri çifte ezilmişliğe maruz bırakıyor. Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu baskı ve gericilik koşulları ise bu tabloyu daha da ağırlaştırıyor. Siyasi iktidarın izlediği politikalar ve kullandığı dil, kadınların maruz bırakıldığı eşitsizliğin en ağır biçimlerde yaşanmasına hizmet ediyor. Nitekim 2018’de Türkiye, “toplumsal cinsiyet eşitliği” sıralamasında 2006’dan bu yana 25 basamak gerileyerek, 149 ülke içinde 130’unculuğa düşmüştür. Dünya Ekonomik Forumunun hazırladığı Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporunda ülkeler “ekonomik katılım ve fırsatlar, siyasal güçlenme, eğitime erişim, sağlık ve hayatta kalabilme” olarak belirlenmiş dört temel kritere göre değerlendirilmektedir. Türkiye’nin söz konusu sıralamada son basamaklarda yer almasını belirleyen ise esas olarak ilk iki kriterde, yani kadınların iş yaşamında maruz kaldığı eşitsizliğin yanı sıra politik katılımdaki eşitsizlikler alanında sergilediği kötü performanstır. Bu noktalarda iktidarın takındığı tutumsa durumu iyileştirmeye değil adeta daha da kötü hale getirmeye odaklanmıştır.
Bu raporun açıklandığı dönemde YÖK başkanının, “Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi”nin (ETCEP) sona erdirildiğini ve “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramının YÖK’ün “Tutum Belgesi”nden çıkarıldığını açıklaması da bunun manidar bir örneği olmuştur. Birkaç aydır çeşitli İslamcı yayın organlarında bu “proje”ye yönelik saldırıların bariz bir şekilde artmasının, Hayrettin Karaman ve Yusuf Kaplan gibi İslamcı akıl hocalarının yanı sıra bu gibilerin pek itibar ettikleri sözde akademisyenlerin bu konuda ardı ardına yazılar kaleme almalarının tesadüf olmadığı görülüyor. İktidarın ideolojisinin kadınlara taşınması misyonuyla hareket eden KADEM’in[3] benzer açıklamalarının da bu bilinçli kampanyanın bir parçası olduğu anlaşılıyor. “Toplumsal cinsiyet eşitliği” fikrinin iktidar tarafından hiçbir zaman benimsenmemiş olmasına ve söz konusu projenin daha baştan itibaren göstermelik oluşuna rağmen böylesi bir hazımsızlıkla karşılanması da, YÖK başkanının açıklamaları da, doğrusu iktidarın mantalitesini yeterince açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Konunun evvelini kısaca hatırlatalım. Kadın cinayetlerinde belirgin bir artış yaşanmasıyla doğan toplumsal basıncın ve AB müktesebatına uyum çabalarının bir sonucu olarak Milli Eğitim Bakanlığının 2014’te uygulamaya koyduğu, YÖK’ün ise 2015’te yükseköğrenime adapte ettiği “ETCEP”, o günlerde büyük şovlarla ilan edilmişti. O şovların birinde MEB Müsteşarı, “Böylesine önem arz eden bir konu için de en iyi başlangıç yeri şüphesiz ki eğitimdir. Zira toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı olarak yetişen nesiller uzun vadede eşitlikçi toplumu da inşa edecektir” şeklinde ışıltılı laflar etmekten de geri durmamıştı. Sözde bu doğrultuda ders kitapları elden geçirilmiş, öğretmenler eğitilmiş, seminerler, konferanslar düzenlenerek farkındalık arttırılmaya çalışılmıştı! 2016’da tamamlandığı söylenen bu projeye MEB tarafından bu yılın başında son noktası koyuldu. Geçtiğimiz günlerde ise YÖK başkanı Saraç, projenin yükseköğrenim ayağını da iptal ederek, toplumumuzu, değerlerimizi ve kadınlarımızı büyük bir tehlikeden kurtardı! Saraç’ın açıklaması şöyleydi:
“Projenin, toplumsal değerlerimiz ve kabullerimizle mütenasip olmadığı ve toplumca kabul görmediği hususunun göz önünde bulundurulması gereği ortaya çıkmıştır. … Bugün itibarıyla Tutum Belgesi’nde, «toplumsal cinsiyet eşitliği» kavramı çıkarılarak güncelleme yapılmasına ilişkin çalışmalar son aşamasına gelmiş olup yakında üniversitelerimize duyurulacaktır. Kadın çalışmalarına yönelik derslerin müfredatını «Toplumsal Cinsiyet Eşitliği» değil «Adalet Temelli Kadın Çalışmaları» anlayışı içerisinde belirlemeye ve verilmekte olan ders, konferans ve seminerlerde Türk toplumunun aile kavramı başta olmak üzere sahip olduğu üstün değerlerin öne çıkarılmasına özen göstermesi gerekmektedir.”
Aslında bu ve benzeri ifadeler, rejimin kadına bakış açısının yanı sıra genel karakterini de aşikâr biçimde ortaya koymaktadır. Kadın-erkek eşitliği talebini reddetme bahanesi olarak cinsler arasındaki fizyolojik ve biyolojik farkları öne çıkaran gerici yaklaşımın rejime tepeden başlayarak hâkim olduğunu bilinmektedir. Oysa “toplumsal cinsiyet” kavramı tam da bu çarpıtmanın önüne geçecek şekilde, sorunun toplumsal boyutlarına işaret etmektedir. Aynı şekilde “toplumsal cinsiyet eşitliği” talebi de, erkek egemen anlayış temelinde inşa edilip dayatılan cinsel kimlikler, roller ve davranışlar aracılığıyla yaratılan cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kaldırılmasına odaklanmaktadır.
Ne var ki, Saraç’ın ve çeşitli İslamcı akademisyen ve yazarların ifadelerine de yansıdığı üzere, iktidar güçleri bunu kendi gerici tahayyüllerine ve bu doğrultuda şekillendirmeye çalıştıkları toplum yapısına saldırı addetmektedirler. Şu ifadeler bu anlayışın ve topluma salınmak istenen korkunun tipik bir örneğidir: “Toplumsal cinsiyet eşitliği denilen şey; çocuklarımızın, değerlerimizin, varlığımızın, geleceğimizin çalınması anlamına geliyor. … Açık söylüyorum: ETCEP projesi başarıya ulaştığı gün çocuklarınızı tanıyamayacaksınız.”[4]
İktidar sözcüleri eşitlik fikrinin karşısına, kapsamı erkek egemenlerce belirlenecek muğlâk bir “adalet” anlayışını koymaktadırlar. Üstelik bunu da “yaratılış amacına uygunluk” gibi çok daha geri bir kriterle alabildiğine sınırlandırmayı ihmal etmemektedirler.[5] Zira kadınların kabuklarını kırmasından, erkek egemen değer yargılarına ve daha da önemlisi onları boğan mevcut düzene baş kaldırmasından derin bir endişe duymaktadırlar. Bu endişe onları, kadınların içinde bulundukları cendereyi alabildiğine sıkıştırmaya yöneltmektedir.
Sonuçta emekçi kadınlar kapitalist düzenin gerek ekonomik gerekse toplumsal cenderesi altında dört bir koldan ezilmektedirler. Kapitalizm, emekçiler için yoksulluğu baki kılarken, eşitsizliği ve her türden gericiliği de yeniden ve yeniden üretmektedir. Sömürü çarkları ancak bu sayede dönebilmektedir. Emekçi kadınların bu girdaptan kurtulup her alanda eşitlikçi bir dünyaya kavuşmaları ancak bu sistemin yıkılmasıyla mümkün olabilir. Sorun sınıfsal bir sorundur ve mücadele de sınıfsal zeminde ve devrimci hedeflerle yürütülmek zorundadır. O yüzden diyoruz ki, kapitalizm yıkılmadan emekçi kadınlar kurtulamaz, emekçi kadınlar mücadeleye atılmadıkça kapitalizm yıkılamaz!
[1] “Krizde Emeğin Durumu” ve “İşsizlik ve İstihdam Raporu” (Şubat 2019)
[2] DİSK-AR, “Türkiye’de Kadın İşçi Gerçeği” (Mart 2018)
[3] “Projenin benimsediği cinsiyetler arasındaki farklılıkları tamamen yok sayan anlayışın, kadın ve erkek cinslerinin kendilerine özgü niteliklerini anlamsız kıldığı, dolayısıyla bu anlayışın cinsiyetsizlik algısını pekiştirdiğini düşünüyoruz. Ayrıca proje kılavuzunun «Veliler arasında dil, din, ırk, kültür, cinsiyet, cinsel yönelim vb. hiçbir ayrım yapılmaz» maddesinde geçen «cinsel yönelim» ifadesinin insan tabiatından doğan niteliklerle birlikte anılmasını, farklı cinsel tercihleri meşrulaştırmaya yönelik bir davranış olarak görüyor ve kesinlikle kabul etmiyoruz… Avrupa tarihinde yaşanan deneyimlerin bir sonucu olarak farklı kültürlere sirayet eden toplumsal cinsiyet eşitliği terkibinin, bizim toplumumuzun kadın erkek ilişkilerinin düzenlenmesinde belirleyici bir rol üstlenebileceği düşüncesini taşımıyoruz. …KADEM olarak biz, kadın erkek rollerine ilişkin toplumsal düzenlemelerde cinsiyet adaleti ilkesini benimsiyor ve bu alanda ortaya koyduğumuz bütün çalışmaları bu ilkeden hareketle gerçekleştiriyoruz.”
[5] “Her bakımdan eşitlik değil, yaratılış amacına uygun farklılık içinde adalet/denge kuralı…” https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/cinsel-esitlik-konus...
link: Zeynep Güneş, Ekonomik Kriz, Emekçi Kadınlar ve Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği, 3 Mart 2019, https://marksist.net/node/6617
Gerçeğe Ulaşmanın Yolu Sormak, Anlamak ve Değişmektir!
8 Mart ve Emekçi Kadınların Mücadelesi