Ekonomik kriz derinleşirken işçi sınıfına çıkarılan fatura ağırlaşıyor. Sadece 2018 yılının başından bu yana dolardaki artış, tüketim maddelerine gelen zamlar ve işsiz sayısındaki yükseliş ortadadır. Resmi rakamlara göre Ocak ayında yüzde 10,3 olan enflasyon oranı Ekim ayında yüzde 25,2 seviyesine çıktı. Yine resmi rakamlara göre temel tüketim maddelerine gelen zamlar yüzde 30’un üzerindedir (gıdada yüzde 29, ev eşyasında yüzde 38, ulaşımda yüzde 32). Yalnızca İŞ-KUR’a kayıtlı işsiz sayısında Ocak ayından Ekim ayına kadar geçen sürede 750 binden fazla artış yaşandı. İşten çıkarmaların yanı sıra pek çok işyerinde ücretsiz izin dayatması, ücretlerin ödenmemesi söz konusudur ve bu durum giderek artmaktadır. Üstelik faturanın ödetilmesi konusunda henüz yolun başında olduğumuzu düşünürsek önümüzdeki aylarda işçi sınıfının çok daha ağır bedeller ödemek zorunda bırakılacağını söyleyebiliriz.
Ekonomik krizin ilk sonuçlarından biri işçilerin alım gücünün daha da düşmesidir. Yükselen enflasyon karşısında eriyen ücretlerin yerine konmaması, reel ücretlerin düşmesi sonucunu doğurur. Türkiye’de 2001 ve 2008 krizlerinde de işçilerin reel ücretleri düşmüştü. Alım gücü düşen işçilerin eriyen ücretleri yerine konmadığı gibi işten çıkarmalar yaşanmış, ücretsiz izinler ve esnek çalışma dayatılmıştı işçilere. Kriz gerekçesiyle çoğu işyerinde zam yapılmamış hatta bazı yerlerde ücretler aşağı çekilmişti. Bunun anlamı işçinin aldığı ücretle geçinememesi, bu nedenle fazla mesailere “gönüllü” kalması, ek iş yapması, kredi kartına yüklenmesi ya da evde birden fazla kişinin çalışmasıyla ay sonunu getirmeye uğraşmasıydı. Nitekim o yıllardan bu yana işçi sınıfının büyük kesimi kıt kanaat geçinebileceği ücreti ancak fazla mesailerle alabiliyor. Yani çalışma süresi fiili olarak 12 saate çıkmış bulunuyor. Bugünkü kriz işte bu tablonun üzerine gelen bir krizdir ve bu sefer işten çıkarılmasa dahi “işlerin azalması” gerekçesiyle fazla mesai yapamayacak, hatta esnek çalışma dayatılacak olan işçiler, ücretlerin de enflasyon karşısında erimesi nedeniyle çok daha büyük bir ekonomik sıkıntıyla karşı karşıya gelecekler, geliyorlar. Her ne kadar iktidar cephesinden “en kötüyü geride baktık”, “zamlar spekülatif” vb. açıklamalar yapılsa da, esas gerçek, işçilerin yaşamın her alanında krizin etkilerini görmeye başladıkları ve “en kötünün” henüz gelmediğidir.
İnkâr etmekle gerçekler ortadan kalkmıyor. AKP iktidarının manipülasyon olduğunu söyleyerek krizi inkâr etmesi sadece kitleleri manipüle etme amaçlıdır. Yoksa iktidar cephesinde atılan bütün adımlar kriz karşısında kendisini ve sermayeyi korumaya dönük önlemleri içermektedir. Nitekim ilk önlem, 2019’da yapılması gereken genel seçimlerin olabilecek en erken tarih olarak 24 Haziran 2018’e çekilmesiydi. Açıklanan eylem planları, ekonomik programlar da kriz karşısında sermayeyi korumaya dönüktür. Sermayeyi korumaya yönelik atılan her adım hangi isimle adlandırılsa adlandırılsın gerçekte işçi sınıfının iş ve yaşam koşullarını daha da ağırlaştıran, işçi sınıfına yönelik hak gasplarını içeren bir öze sahiptir.
Meselâ büyük şaşaayla açıklanan YEP (Yeni Ekonomi Programı) tam da krizin faturasını işçiye çıkarmaya yönelik bir programdır.[*] Programda yer alan maddeler süslenerek saldırı boyutu (gören gözler için çok net olmakla birlikte) gözlerden saklanmaya çalışılmıştır. İktidarın nicedir kıdem tazminatı hakkını gasp etmeye dönük girişimleri olduğu, ancak gelen tepkiler nedeniyle uygun zamanı beklemek üzere geri çekildiği biliniyor. İşte şimdi krizi fırsata çevirerek yeni bir girişimde bulunmak isteyen iktidar, kıdem tazminatının gasp edilmesi hedefini YEP üzerinden tekrar gündeme getirmiş bulunuyor. “Sosyal tarafların mutabakatıyla” ibaresiyle süsleme yapmayı da ihmal etmeyerek… Aynı şekilde kamu çalışanlarına saldırı anlamına gelen esnek çalışma uygulaması hedefi de “çalışanların iş yaşam dengesini kurarak, aile ve sosyal yaşamlarına, kurs ve eğitim programlarına daha fazla vakit ayırabilmeleri sağlanacaktır” denilerek süsleniyor.
Hatırlanacak olursa emeklilik sisteminin özelleştirilmesi ve başta sigorta şirketleri olmak üzere sermayenin ihya edilmesi hedefiyle başlatılan BES (Bireysel Emeklilik Sigortası) 2013 yılında devlet teşviki verilerek özendirilmeye çalışılmış, yine de yeterli katılım olmayınca emekçiler kademeli olarak sisteme zorunlu dâhil edilmiş ancak sistemden çıkmak serbest bırakılmıştı. Şu ana kadar sisteme dâhil edilen işçilerin büyük bir kısmı çıkmış durumda. Ekonomik krizle birlikte kaynak ihtiyacı daha yakıcı hale gelen sermaye, dışarıdan kredi almakta zorlanıyor. BES fonunda biriken paranın miktarının artması sermayenin elini güçlendirecek. Bu nedenle sigorta şirketleri sisteme katılımın tamamen ya da en az üç yıl süreyle zorunlu hale getirilmesini talep ediyorlar. Ve iktidar her zamanki gibi sermayenin talebini karşılamak üzere harekete geçerek YEP’te “BES’e otomatik olarak katılım uygulaması yeniden yapılandırılarak daha sürdürülebilir hale getirilecektir” diyor.
YEP’te yer alan bir başka hedef ise “istihdam teşviklerinin ihtiyaçlara göre yeniden tasarlanması”dır. Burada da amaç bellidir: İstihdam teşviki adı altında İşsizlik Fonu gibi kaynakları sermayeye peşkeş çekmek. Bu zaten yıllardır yapılıyor iktidar tarafından. Ama kriz koşullarında sermaye daha fazlasını talep etmektedir. Geçtiğimiz günlerde bununla ilgili bir adım atıldı bile. Geçen yıl İşsizlik Fonunun yüzde 30’u işsizlik maaşı dışında kullanılabiliyorken, önümüzdeki iki yıl için bu oran yüzde 50’ye yükseltildi. Ama bu arada işsizlik her geçen gün artarken işsizlik sigortasından yararlanma koşullarının hafifletilmesini ve daha uzun süreyle işsizlik maaşı alınabilmesini talep eden işçiler dikkate alınmadı bile. Benzer şekilde işverenlere teşvik adı altında vergi indirimleri yapılırken, sigorta primleri ödenirken, sendikaların yıllardır dile getirdiği asgari ücretin vergi dışı bırakılması talebi de dikkate alınmıyor. İçinden geçtiğimiz dönemde çok daha yakıcı hale gelen bu talebin görüşülmesine ilişkin önerge geçtiğimiz günlerde muhalefet partileri tarafından meclise sunuldu, ancak AKP’li milletvekilleri tarafından reddedildi.
6 Aralıkta toplanacak olan Asgari Ücret Tespit Komisyonu asgari ücreti belirleyecek. Türkiye’de işçilerin yarıya yakını asgari ücretle çalışıyor, geri kalanların önemli bir bölümü asgari ücretin biraz yukarısında bir ücret alıyor. Asgari ücretteki artış ise genel olarak tüm ücretleri belirliyor. 2018 yılının başında ortalama 425 dolara karşılık gelen asgari ücret Kasım ayı itibariyle ortalama 300 dolara gerilemiş durumda. Kayıp miktar TL cinsinden yaklaşık olarak 700 liraya tekabül ediyor. Olması gereken, önce bu kaybın yerine konması ve ardından asgari ücret zammının görüşülmesidir. Ancak bırakalım bu farkın yerine konmasını, sendikaların asgari ücretin 2000 liraya yükseltildikten sonra görüşmelerin başlaması talebi de “hukuken olmaz” denilerek kabul edilmemiştir. Bu koşullarda asgari ücrete resmi enflasyon oranında bir zam yapılsa dahi kayıplar yerine konmadığı için reel ücretler düşmüş olacak.
İktidarın bugüne kadar asgari ücrete yaptığı en yüksek zam oranı yüzde 30’la 2016 yılında oldu. 2015 genel seçimlerinde muhalefetin vaatlerinin arasında asgari ücret zammının olması nedeniyle sıkışan AKP, Kasım ayında yinelenen seçim öncesinde yüzde 30’luk zammı vaat etmek zorunda kalmış, daha sonra kıvırmak istemesine rağmen bu mümkün olmayınca yılda iki kere yapılan zam tek sefere indirilerek asgari ücret 1300 lira olmuştu. Sonrasında gelen iki yıl boyunca ise zam oranları düşük tutulmuştu zaten. Bu örnek gösteriyor ki, işçi sınıfı ancak mücadele ederek hak kazanabilir ve en küçük bir kazanım dahi mücadeleyle elde edilmemişse, hele ki iktidarın seçim propagandasına alet edilmişse gelmesiyle gitmesi bir olur. Bu gerçek bugünkü kriz koşullarında çok daha fazla geçerlidir. Çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi işçi sınıfı yeni kazanımlar elde etmek bir yana, var olan haklarının gaspıyla karşı karşıyadır. Bu noktada işçi sınıfının örgütlerine, sendikalarına çok büyük iş düşüyor. İşçi sınıfının örgütlerinin ileri sürdüğü talepler ve bu taleplerin elde edilebilmesi için önüne koyacağı mücadele programıyla işçi sınıfının artmakta olan hoşnutsuzluğu örgütlenebilirse saldırıların önüne geçilebilir ancak.
Sendikaların kriz karşısındaki tutumu
Bu konuda sendikaların durumunun pek de iyi olduğu söylenemez. Bunda iktidarın sendikal alana yönelik yürüttüğü saldırı politikaları sonucu sendikal örgütlülüğün zayıflamasının payı olduğu gibi, sendikal bürokrasinin uğursuz rolünün de çok önemli bir payı var. İktidar özellikle son birkaç yıldır sendikaları devlet denetiminde korporatif örgütler haline getirmeye uğraşıyor. Bu amaçla Hak-İş’in ve Memur-Sen’in önü açıldı. Mücadeleci sendikalar baskı gördü, sendikacılar tutuklandı. Son olarak geçtiğimiz günlerde KESK’e bağlı sendikaların yöneticileri gözaltına alındı. Temmuz ayında ise Cumhurbaşkanına bağlanan Devlet Denetleme Kuruluna “sendika, meslek örgütü, vakıf ve derneklerde her türlü idari soruşturma, inceleme, araştırma ve denetlemenin yanı sıra her kademe ve rütbedeki görevli için görevden uzaklaştırma yetkisinin” tanındığı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi yürürlüğe girdi. Yakın zamanda 3. Havalimanı işçilerinin ve sendikacıların polis şiddetine maruz kalmasına, tutuklanmalarına tanık olduk. Keza sendikalaştıkları için direnişe çıkan işçiler gözaltına alınıyor ya da direniş yerinde ateş yakmak, ses aracı kullanmak, çadır kurmak vb. yasaklanarak işçilere gözdağı veriliyor. Yani iktidar bir taraftan ekonomik kriz koşullarında oluşan tepkileri zor yoluyla bastırmaya çalışırken, diğer taraftan kendi denetimindeki sendikaların da desteğiyle öfkeyi yanlış hedeflere yönlendirerek kitle desteğinin azalmasının önüne geçmeye çalışıyor.
Bu konuda başta Hak-İş konfederasyonu olmak üzere kimi sendikaların iktidarın dümen suyuna giden tutumları ibretliktir. Mesela Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan işçilerin kriz nedeniyle işten atılmasına (mecburen) karşı çıkarken bile işçi temsilcisi gibi değil, sermaye temsilcisi gibi konuştuğu bir açıklamasında şöyle demişti: “Bunun yerine işletmelerin rahatlatılacağı, işletmelerin krizlerin zorluklarını giderebileceği, çözümlerin üretilip, çalışanların işini kaybetmeden işyerlerinde istihdamda kalmalarını hedefliyoruz ve istiyoruz. Bu konudaki yapılacak olan düzenlemelere Hak-İş olarak sıcak bakıyoruz. İşletmelerin vergi yükünün azaltılması, borçlarının bankalar tarafından ödenebilecek noktaya taşınması, var olan yasal bir kısım eksikliklerin giderilmesini desteklemeye devam edeceğiz.” Bir başka konuşmasında ise “Dövizle yaptığımız bütün harcamaları kısabileceğimiz yeni bir modele ihtiyaç var. Bunun yolu da yerli üretime, yerli sanayiye ve yerli hammaddeye destek olmaktan geçiyor” diyen Arslan, sıra krizin faturasının işçilere ödetilmesine karşı çıkmaya, işçilerin sorunlarını ve taleplerini dile getirmeye geldiğinde ise adeta sağır dilsizi oynuyor.
Türk-İş yönetimi ise bir yandan zevahiri kurtarmak amacıyla işçiden yana, hükümeti eleştiren açıklamalarla ya da Asgari Ücret Tespit Komisyonuna asgari ücretli bir işçiyi vermek gibi şovlarla işçilerde oluşan tepkiyi yönetmeye çalışırken, diğer yandan da pratikte işçilerin tepkisini örgütleyecek hiçbir şey yapmamaktadır. Türk-İş’e bağlı Türk Metal sendikası ise işçi sınıfına ihanetin sınırlarının olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Erdoğan’ın “yerli üretim” kampanyası çağrısına “yerli tüketim” ile destek vereceklerini açıklayan Türk Metal, 4 Kasımda “Emeğine Sahip Çık, Kendi Ürettiğini Tüket” sloganıyla bir kampanya başlattığını duyurdu (Türk Metal’e üye işçilerin önemli bir bölümü yabancı sermayeye ait fabrikalarda çalışıyorlar, yani “kendi ürettikleri”nin yerli üretimle bir ilgisi bulunmuyor ama ne gam!). Kampanyanın tanıtım toplantısına Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın yanı sıra patronlar da katıldı. Toplantının açılış konuşmasını yapan Türk Metal Genel Başkanı Pevrul Kavlak krizin sorumlularını gözlerden gizleyen, işçilerin sorunlarına zerrece değinmeyen kof milliyetçi ajitasyonla dolu konuşmasında “Devletimiz, bu bilinçle hepimize bir görev verdi. İstikrar mücadelesini, yerli üretim sloganı ile başlattı. Şimdi sıra bizde. Biz Türk Metal Sendikası olarak, devletimizin yerli üretim kampanyasına yerli tüketim kampanyası ile destek oluyoruz” sözleriyle adeta milli seferberlik havası yaratarak bir kez daha uğursuz rolünü oynadı.
Metal sektöründeki en büyük fabrikalarda “örgütlü” olan Türk Metal’in 200 binin üzerinde üyesi bulunuyor. Türk Metal bunu kendi başarısı sayıp övünse de gerçekte bu “başarının” arkasında mafyavari manevralar, patron-sendika işbirliği ve işçi sınıfına ihanet vardır. İşçiler “Metal Fırtına” sürecinde Türk Metal’in yaptıklarını unutmamalıdır. Türk Metal “yerli tüketim” kampanyasıyla “ekonomik kriz yok, ekonomik savaş var” diyerek krizin sorumluluğunu dış mihraklara, fırsatçılara ya da stokçulara yükleyen iktidarın manipülasyonlarına “işçi cephesinden” destek vererek bir kez daha işçilere ihanet ediyor. Sermayeyi ve iktidarı krizin müsebbibi olmaktan çıkaran, sorunu “yabancı” malları tüketmek olarak ortaya koyan bu anlayışa göre, işçiler “yerli” malı tüketince kriz sona erecek! Bu arada alım gücü düşen, işten atılan, ücretsiz izne çıkarılan, İşsizlik Fonu yağmalanan, kıdem tazminatı gasp edilmek istenen işçiler, nasıl olacaksa, bütün bu sorunları görmezden gelecek ve “patron-işçi el ele”, “yerli malı yurdun malı” diyerek ekonomik krizle mücadele edecekler! Bunun adı da “emeğine sahip çıkmak” olacak! Bu arada patronlar sınıfı işçilerin ürettiği mallara el koyarak kâr elde etmeye, kârı düşmesin diye krizin bedelini işçiye ödetmeye devam edecek. Bu ne işçinin emeğine sahip çıkmasıdır, ne de krizin çözümüdür. Zaten kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz sonucu olan ekonomik krizin bir “çözümü” de yoktur. Burada asıl sorun faturayı kimin ödeyeceğidir. Bu noktada işçilerin şiarı “Krizin Faturası Sermayeye/Kapitalistlere” olmalıdır.
Bu arada sendikal bürokrasinin özünde kuzu postuna bürünmüş kurt olduğunu göstermesi açısından aynı toplantıda konuşan Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın sözlerine de değinmeden geçmeyelim. Atalay Türk-Metal’in bu hedef saptıran girişimini “sosyal sorumluluk” olarak gördüğünü ve destek verdiklerini, Türk-İş’in “temsil ettiği işçilerin çıkarlarından önce ülkenin çıkarlarını öne koyan bir kurum” olduğunu söylemekte bir beis görmemiştir. Ama aynı konuşmasında kriz, kıdem tazminatı, asgari ücret, iş kazaları, kadro sorunu gibi işçiler için yakıcı olan meselelere değinmeyi, hükümeti ve patronları “eleştiren” sözler etmeyi de ihmal etmemiştir. Ne şiş yansın, ne kebap! Nasılsa, ettiği sözlerin işçilerin gazını almak dışında pratikte hiçbir karşılığı yoktur.
Kuşkusuz rejimin denetim altına alamadığı sendikalar da henüz varlıklarını sürdürebilmektedirler. Ne var ki baskılar nedeniyle güçleri son derece zayıflamış olarak. Türk Metal gibi işbirlikçi sendikalar işçilerin bilincini bulandıran bir ihanet çizgisi izlerken, DİSK ve KESK’e bağlı sendikalar krizin bedelini ödememek için çeşitli eylemler, mitingler, basın açıklamaları yapıyorlar. Yürütülen çalışmaların yeterli olup olmadığı bir yana, ileri sürülen talepler her kesimden işçilerin sahipleneceği ve örgütlenerek mücadeleye sevk edilebileceği doğru ve anlamlı taleplerdir. Eriyen ücretlerin yerine konması ve bunun üzerinden zam yapılması, toplu işten çıkarmaların yasaklanması, İşsizlik Fonunun işsizler için kullanılması, asgari ücretin vergi dışı bırakılması ve yükseltilmesi, işçilerin kredi borçlarının ve faizlerinin silinmesi, kamusal mal ve hizmetlere yapılan zamların geri alınması, kıdem tazminatına dokunulmaması gibi temel talepler etrafında yürütülecek bir mücadele, doğru adımlar atılırsa tüm baskı ve yasaklara rağmen işçi sınıfı için bir kaldıraç noktası olabilir. Sınıf devrimcilerine düşen görev bu talepler etrafında yürütülen mücadeleleri desteklemek ve daha ileriye taşınabilmesi için çaba sarf etmektir.
[*] YEP hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Levent Toprak, Krizde Sermayenin Yönelimleri, marksist.com
link: Demet Yalçın, Kriz, İşçi Sınıfı ve Sendikalar, 4 Aralık 2018, https://marksist.net/node/6544
Biz mi Bedavacıyız?
Kriz ve Sağlık