AKP’li belediye başkanlarının istifaları ile ilgili haberler günlerdir medyada dolaşıp duruyor. İstanbul belediye başkanı Kadir Topbaş başta olmak üzere bazı illerin AKP’li belediye başkanlarının istifa etmesinin ardından medyada kimine göre 10, kimine göre 20, kimine göre de referandumda “hayır” çıkan illerin AKP’li belediye başkanlarının hepsinin istifa edeceği haberleri çıktı. Ancak Bursa, Balıkesir ve özellikle de Ankara belediye başkanı Melih Gökçek’in istifaya direnmesi meseleyi başka bir boyuta taşıdı. Nihayetinde Erdoğan dahi açıklama yapmak zorunda kaldı ve “paşa paşa istifa etsinler yoksa kötü olur” demeye getirdi. İstifaya direnen belediye başkanlarıyla AKP’liler arasındaki sürtüşmeler de bu sürece eşlik etti. En sonu AKP’liler Melih Gökçek’e “mezarlıklar vazgeçilmezlerle dolu” deyip bu işi fazla uzatmamasını “tavsiye” ettiler. Henüz bu üç belediye başkanının ne yapacağı netleşmiş değil, büyük ihtimalle nihayetinde istifa edecekler, ama meselenin bizi ilgilendiren, daha doğrusu ilgilendirmesi gereken kısımları başkadır.
“Seçimle gelen seçimle gider” mi veya nasıl bir seçim?
Meselenin arka planında AKP’nin gittikçe yıpranan imajını düzeltme gayretinin olduğu herkesin malûmudur. Yaklaşan yerel seçimler öncesinde sürekli anketlerle oy tabanını yoklayan AKP’nin durumdan hiç memnun olmadığı da malûmdur. Söylenenlere göre şu anda AKP’nin oyları %35-40 aralığında seyretmektedir. Kısa süre önce yapılan AKP kongresinde ve sonrasındaki parti toplantılarında, “metal yorgunluğu” kavramı üzerinden parti kadrolarında ve yöneticilerinde çeşitli değişiklikler yapılacağı zaten söyleniyordu. Ancak parti kadrolarında değişikliğe ya da yenilenmeye gitmek başka şeydir, seçilmiş belediye başkanlarını istifaya zorlamak başka şey…
Bizzat cumhurbaşkanının seçilmiş belediye başkanlarını istifaya zorlaması, istifa etmek istemeyenleri üstü kapalı biçimde de olsa tehdit etmesi ve hatta “istifa etmezlerse bedeli ağır olur” demesi, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu ve rejimin karakterini ortaya koyması bakımından önemli ve açık bir göstergedir. Belediye başkanlarının tehdit ve şantajla istifaya zorlanmaları, bunun için o belediye başkanlarının şimdiye kadar yaptığı yolsuzluk ve usulsüzlüklerle dolu dosyaların hazırlatılması, İçişleri Bakanına talimat verilmesi ve o bakanın da “talimat verin, iki günde hallederiz” demesi siyasi çürümüşlüğün göstergesi değilse nedir acaba? Kuşkusuz buna karşılık Gökçek’in de elinde Erdoğan’la ilgili dosyalar bulunduğunun basına sızdırılması veya Balıkesir belediye başkanının da kendisine teklif edilen paralar hakkında konuşmaktan bahsetmesi, tablonun vahametini daha da arttırmaktadır. Açıktır ki rejim her şeyiyle çürümüş ve hatta kokuşmuş durumdadır, pervasızlık, keyfilik, ben ne istersem o olur tavırları diz boyudur.
İşine geldiğinde “seçimle gelen seçimle gider” diyenler, işlerine gelmediğinde seçimle gelmişlere “istifa edin yoksa kötü olur” diyebilmekteler. Son belediye başkanlığı seçiminde ancak şaibeli bir sonuçla o koltuğa oturabilmeyi başaran Melih Gökçek gibileri demokrasi adına savunmanın demokratların işi olmadığı açıktır, ancak tüm bu olanların “tek adam” rejiminin geldiği noktayı göstermesi bakımından ibretlik bir durum arz ettiği de ortadadır.
Hatırlanacak olursa 30’lu yılların tek parti döneminde valiler ve belediye başkanları, iktidar partisinin il ve ilçe yöneticilerinden belirleniyordu. Hem partinin hem de devletin başı olan İsmet İnönü, istediği il ve ilçe başkanını dolayısıyla da valiyi yahut belediye başkanını değiştirebiliyordu. Yani ortada seçim filan yoktu. Bugün Erdoğan’ın yaptıkları, bir zamanlar demokratlık pozları kesip eleştirmekten pek hoşlandığı bu tek parti rejiminin icraatlarını aratmamaktadır. Bu tür keyfi uygulamalar, ne anayasaya ne de kanunlara uyulması, ülkenin isteğe göre çıkartılan KHK’larla yönetilmesi, totaliter rejimlerin tipik özelliklerindendir.
Balıkesir belediye başkanı, istifasının istenmesinden sonra yaptığı bir konuşmada “irade-i külliye”den bahsederek “bir de irade-i külliye var, bütün kâinatı kontrol altında tutan. En son irade-i külliye ne derse o olur” demişti. Bununla, kendisinin istifasını isteyen reisin iradesinin üstünde bir de külli irade olduğunu, yani reisin dediğinin değil Allahın istediğinin olacağını söyleyerek istifaya niyetli olmadığını ima etmişti.
Eskiden Osmanlı’da da sınırsız yetkilere sahip oldukları için padişahlara hitaben “mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” denilir, elindeki güce dayanarak fazla kibre, gurura kapılmaması gerektiği hatırlatılırdı. Balıkesir belediye başkanının sözü de bunu çağrıştırmaktadır. Bugün de iktidar adeta tek adamın elinde olduğundan, herkes onun iki dudağı arasından çıkacak bir söze baktığından, Balıkesir belediye başkanı son çare olarak Allaha sığınmış görünmektedir. Açıktır ki, ortada, bir zamanlar kimilerinin ağzından hiç düşmeyen “irade-i milliye”den yani milli iradeden veya halkın iradesinden eser yoktur. Milli iradenin yerini reisin iradesi almıştır. Tıpkı tüm totaliter rejimlerde olduğu gibi…
Sürecin bir diğer boyutu da HDP’li ve CHP’li belediyelerle ilgilidir. Unutmamak gerekir ki, AKP’nin seçilmiş belediye başkanlarına yönelik bu tavrı yeni değildir. HDP’li onlarca belediye başkanı ve belediye meclisi üyesinin görevden alınmasının, tutuklanmasının ve yerlerine kayyum atanmasının üzerinden fazla zaman geçmemiştir. Şu anda AKP’li belediye başkanlarının istifaya zorlanması gündemi işgal etmektedir ama bir yandan da CHP’li belediyelere müfettişler gönderildiği ve sıkı denetimlerin yapıldığı bilgisi de ortalıkta dolaşmaktadır.
Açıktır ki AKP iktidarı yerel seçimlere yönelik olarak “farklı hazırlıklar” içindedir. İşin bir boyutunu yıpranmış ve partinin imajını zedelediği düşünülen belediye başkanlarının tasfiyesi oluştururken, diğer boyutunda da CHP’li belediyelerin üzerine gidilerek medyada CHP’li belediyelere dönük bir karalama kampanyasının oluşturulması ve bu belediyeler üzerinde baskı kurulması planları yer almaktadır. Seçimleri normal yollarla kazanamayacağını anlayan AKP’nin bu tür çabalara girişmesi kuşkusuz sürpriz değildir.
Tek adam-tek parti rejiminin üzerini sahte ve uyduruk bir demokrasi söylemiyle örtmek isteyen iktidarın seçimlerden bahsetmesi kimseyi yanıltmamalıdır. 7 Haziran 2015’ten bu yana, hele ki son referandum da hesaba katıldığında, yapılan seçimlerin hangi koşullar altında gerçekleştiği ve ne mene seçimler olduğu ortadadır. Yaklaşan yerel seçimlerin akıbetinin ne olacağını bunlara bakarak tahmin etmek zor değildir. Dolayısıyla da iktidarın seçimlere yönelik benzer çabalarının artarak devam edeceğini hesaba katmak gereklidir.
“Koltuğundan kalkmak istemeyen altını kirletmiş demektir”
“Bir Hint atasözü der ki, eğer birileri oturduğu koltuktan kalkmakta sıkıntı yaşıyorsa, kesinlikle altını kirletmiştir.” Bülent Arınç bunu, istifa etmek istemeyen Melih Gökçek için söylemişti. İstifa ettirmek isteyenlerle istifa etmek istemeyenler arasındaki dosya savaşları bir kez daha bu sözün ne kadar doğru olduğunu gözler önüne sermiş oldu. Tarafların birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya dökmeye başlamaları sayesinde, belediyelerde dönen yolsuzlukların boyutu hakkında daha fazla fikir sahibi olmuş bulunduk.
Medyada yer alan çeşitli rapor ve yazılar, özellikle İstanbul, Ankara, Bursa gibi AKP’li büyük şehir belediyelerinin nasıl da muazzam bütçelere sahip olduğunu ve yapılan yolsuzluk ve usulsüzlüklerle ne kadar büyük miktarda paraların iç edildiğini veya yandaşlara aktarıldığını ortaya koyuyor.
Örneğin, İBB başkanı Kadir Topbaş istifa ederken “belediyeyi borçsuz devrediyorum” dese de Sayıştay raporları farklı bir tablo ortaya koyuyor. Sayıştay’a göre, konsolide (destekli, takviyeli) bütçesi 42 milyar lira gibi devasa bir rakamı bulan İBB’nin 2016 bilançosuna göre toplamda 3,5 milyar liraya yakın “ödenemeyen” borcu olduğu ortaya çıktı. Üstelik İBB aldığı bu borçlara karşılık yine 2016 yılı içinde 100 milyon liraya yakın da faiz ödemiş bulunuyor. Ankara BB’nin yani Gökçek’in durumu da farklı değil. 2017 bütçesi 6 milyar lira olan ABB’nin de 2016 yılından kalan 3,2 milyar liralık borcu bulunuyor. Gökçek de bu borçlar için 2016 yılında 174 milyon lira faiz ödemiş.
Aldıkları borçları ödeyememe sebebi olarak nakit ve gelir sıkıntısını öne süren aynı belediyeler, iktidara yakınlığıyla bilinen çeşitli cemaat ve tarikat vakıflarına ya da kurumlarına milyonları hibe etmekte ise hiçbir sakınca görmüyorlar: “Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesi son üç yılda Ensar Vakfına 9 taşınmaz vermiş bulunuyor. İBB’nin ENSAR’a son kıyağı ise Yenikapı Miting Alanının yakınında bulunan 18 dönümlük ve 371 milyon lira değerindeki bir arsayı tahsis etmek oldu. İBB’nin ihya ettiği tek vakıf Ensar değil. Son üç yılda TÜRGEV’e 3,5 milyon lira değerinde 3 taşınmaz, İlim Yayma Cemiyetine 66 milyon lira değerinde 3 taşınmaz, Türkiye Gençlik Vakfına (TÜGVA) 4,7 milyon lira değerinde 3 taşınmaz, Hüdayi Vakfına 32 milyon lira değerinde 6 taşınmaz verilmiş. Cömertlikte sınır tanımayan İBB, bununla da yetinmeyerek kirasını belediyenin kasasından ödediği binaları da bu vakıfların kullanımına vermiş bulunuyor. Bu binaların yıllık kira bedeli 10 milyon lira. Sadece bu da değil. Bu binaların bakım-onarımını ve aidat ödemelerini de İBB yapıyor. Bir başka “hayırsever” belediye ise Güngören Belediyesi. Ensar ve TÜRGEV vakfının kullanımına üç adet yurt binası veren Güngören Belediyesi, ayrıca bu yurtlar için 900 bin lira tutarında demirbaş hibe etmiş. Yıllık kira bedeli ve demirbaşla birlikte belediyenin bu vakıflara aktardığı miktar 1,5 milyon lirayı geçiyor.”[*]
Buna yandaş şirketlere verilen usulsüz ihaleleri, fazladan aktarılan kaynakları ve bedelleri, çeşitli arsa ve taşınmazların hibe edilmesini, partililerin usulsüz biçimde belediyelere ait şirket yönetim kurullarına alınmasını, belediyelerin kendilerine bağlı şirketlerden hakkı olan kâr paylarını almayarak şirkete bırakmasını, çeşitli projeler için tahsis edilen paraların belediyenin genel hesaplarına aktarılmasını ve benzeri yolsuzlukları da eklemek lazımdır. Yani her biri birer kapitalist işletmeye dönüşmüş ve ortada muazzam rantın döndüğü belediyelerde yolsuzluk, usulsüzlük, çürüme ve kokuşma diz boyudur.
Hal böyle olunca da iktidar mahfillerinde belediyeler üzerinden dönen kapışma da büyük ve zorlu olmaktadır. İstifa kapışmasının bir boyutunu da bunlar oluşturmaktadır. Gidenin yerine kimin geleceği, ortadaki büyük pastanın nasıl bölüşüleceğini de belirleyeceğinden, AKP içindeki farklı kesimlerin arasında yaşanan kapışmaya da tanık olmaktayız aynı zamanda.
Bu arada işçi-emekçi halk yüksek kiralardan bunalmakta, trafikte ve ağzına kadar dolu toplu ulaşım araçlarında boğulmakta, şantiyeye dönen kentlerde tozdan dumandan zehirlenmekte, kamu hizmetlerini en kalitesiz biçimde almakta ve bir parça yeşilliğe hasret kalmaktadır ama ne gam! Önemli olan reisin iradesinin tecelli etmesidir, milli irade ise sadece seçim meydanlarında sarf edilen bir laftır… Lakin biz yine de hatırlatalım, “mezarlıklar vazgeçilmezlerle doludur”. Bugün kendini vazgeçilmez zannedenler, yarın işçi ve emekçiler uyanmaya ve örgütlenmeye başladıkça asıl iradenin kime ait olduğunu anlayacaklardır.
[*] Demet Yalçın, Totaliter Rejimin Payandası Tarikat ve Cemaatler İhya Ediliyor, www.marksist.com
link: Kerem Dağlı, AKP Demokrasisi: Reis Getirir, Reis Götürür!, 22 Ekim 2017, https://marksist.net/node/5983
Önce Güvensizliği Yarat, Sonra Huzur Getir!
Tüm Mesele Hayatın Olağan Akışına Ters Aksiliklerde!