Katalonya’da referandum kararının alınması ve bunun Madrid hükümeti tarafından yasadışı ilan edilmesiyle tırmanan gerilim, 1 Ekimde tüm engelleme girişimlerine ve baskılara rağmen referandumun gerçekleştirilmesiyle bir siyasi krize dönüşmüş durumda. Bir yanda şımarık zengin milliyetçiliği temelinde kitleleri aldatıp peşine takan Katalan burjuvazisi, diğer yanda “bölünmez bütünlük” vurgusuyla şoven milliyetçiliği köpürten İspanyol burjuvazisi el birliğiyle krizi tırmandırıyorlar.
Katalan burjuvazisi kitleleri milliyetçilikle aldatıp ayağa kaldırmayı başarsa da, onun bu “başarısı”nda referandum karşısında Rajoy liderliğindeki Madrid hükümetinin baskıcı ve yasakçı tutumları başrolü oynuyor. Rajoy’un sağcı partisinin marifetlerinin evveli de var. 2006’da hem Katalan Meclisinde hem de İspanyol Meclisinde kabul edilen ve özerkliğin alanını genişleten yasal düzenlemeleri, iktidara geldikten sonra yaptığı başvuruyla Anayasa Mahkemesine iptal ettirten Rajoy hükümeti, o tarihten bu yana Katalanların taleplerine kulaklarını tıkayarak, Katalonya’da ayrılıkçılığın tepkisel olarak yükselmesine hizmet etti. 2014’teki sembolik referandumun düşük bir katılım ama yüksek bir evet oyuyla sonuçlanması, ama bu sonuçların Madrid tarafından gayri meşru ilan edilmesi gerilimi daha da tırmandırdı. Bunu fırsata çeviren Katalan burjuvazisinin sağ partileri, 18 ay içinde referandum sözü vererek 2015’teki bölge parlamentosu seçimlerinden birinci parti olarak çıkmayı başardılar ve milliyetçi solun da desteğiyle bölge hükümetini kurarak, bugünkü referandumun önünü açtılar.
İzlediği politikaların Katalan ayrılıkçılığını körüklediğini görmesine rağmen, Rajoy hükümeti aynı çizgide devam ederek son referandumun hemen öncesinde baskıyı daha da arttırdı. Referandumu yaptırmamak için, Katalan hükümetinin binaları, matbaalar, okullar basıldı. Oy sandıklarına, seçmen listelerine, mühürlere, pusulalara el konuldu. Belediye başkanları ve referanduma destek açıklayan hükümet yetkilileri hakkında soruşturma başlatıldı, gözaltılar yaşandı. Daha da ileri gidilerek, Katalonya’nın mali özerkliği askıya alındı, bütçesine el konuldu ve memur maaşlarının merkezi hükümet tarafından ödeneceği açıklandı. Ama esas tüy diken gelişme, Madrid hükümetine bağlı 10 binden fazla polis ve jandarmanın referandumun hemen öncesinde bölgeye intikali oldu. Binlerce sandığa polisin el koyması ve oy kullanılacak merkezlerin birçoğunun polis ablukasına alınmasına tepki olarak üniversiteler gençlik tarafından, seçim merkezleri de koruma amacıyla her yaştan Katalanlar tarafından işgal edildi, sokaklar günler boyunca yüz binleri aşan göstericilerin eylemlerine şahitlik etti.
Referandum günü, İspanyol polisi içindeki oylarla birlikte (700 binden fazla oyun bu şekilde sayıma dahil edilemediği açıklandı) birçok sandığa el koydu. Dahası yaşanan polis saldırısı sonucunda 900 civarında insan yaralandı. Yerlerde sürüklenen yaşlı insanlar, coplanan kadınlar, plastik mermiyle yaralananlar… Bu tablo büyük bir tepki yaratarak sandık başına gidebilen Katalanları evet oyu vermeye sevk etti. Büyük bir kitle bu baskılar sonucunda oy verme şansını bulamazken, hayır oyu vermeyi düşünenlerin çoğunluğu da aynı baskılar karşısında referandumdan uzak durdu. %43’lük katılımın beklenenden düşük oluşunu açıklayan ana faktör budur. Aynı faktör, polisin ablukaya almayı başaramadığı seçim merkezlerindeki sandıklardan %90 oranında evet çıkmasını da açıklıyor. Bir Katalan’ın verdiği mülakat durumu yeterince özetliyor: “Kendimi Katalan olarak görüyorum fakat bağımsızlık yanlısı değilim. Ancak bu son olaylar bizi gerçekten kızdırdı ve bağımsızlıktan yana tavır almaya zorladı.”
Ayrılıkçı dalga büyüyor
Yaşanan baskı ve polis şiddetine karşı 3 Ekimde genel grev çağrısında bulunulmuştu. Bu çağrıya İspanyol sendikaları önce destek vereceklerini açıklasalar da sonrasında Katalan lideri Puigdemont’un “tek yol olarak bağımsızlığı gösterdiği” gerekçesiyle desteklerini geri çektiklerini duyurdular. Yine de gerek genel grev gerekse de kitle gösterilerine Katalan şehirlerinde yoğun bir katılım oldu.
Katalan halkı bağımsızlık konusunda ortadan ikiye bölünmüş durumda. Hükümetin baskıları ise ayrılıkçılığı güçlendirdiği gibi, referandumun hemen öncesinden başlayan devlet şiddeti Katalan milliyetçiliğini uluslararası kamuoyunda da daha meşru hale getiriyor. Öyle ki, Katalonya’nın bağımsızlığına açıkça karşı çıkmaya devam etse de AB kurumları ve AB’nin önde gelen ülkelerinin medyası bile, sergilenen şiddet görüntüsü karşısında Rajoy hükümetini “amatörlükle”, “akılsızlıkla” vb. eleştirmek zorunda kaldı.
İspanya kralının televizyonlarda boy göstererek yaptığı açıklamalar, Katalanların tepkisini daha da arttırmış görünüyor. Siyasal olaylar karşısında genelde sessiz kalan (zira kendisinden bu bekleniyor) sembolik bir kral durumundaki Felipe, yaptığı açıklamada, Barcelona’da İspanyol polisinin estirdiği şiddet dalgasından “rahatsızlığını” dile getirmediği gibi, yaşananların sorumluluğunu tek taraflı olarak “sorumsuz” ve “itaatsiz” olarak adlandırdığı Katalan hükümetinin sırtına yükledi. Kendisinden “diyalog çağrısında bulunmasını” bekleyenleri hayal kırıklığına uğratan bu açıklamayı takiben, Katalan hükümet başkanı Puigdemont’dan “birkaç gün içinde bağımsızlık ilan edileceği” açıklaması geldi. Bunun üzerine konunun bölge parlamentosunda tartışılmasını engellemek üzere Anayasa Mahkemesi parlamento oturumlarını da geçici olarak askıya alarak yasakladı. Puigdemont’un tutuklanabileceği ve yerine kayyum atanabileceği konuşuluyor. Bir başka deyişle, Katalonya’nın mali özerkliğinden sonra şimdi de siyasal-idari özerkliğine darbe vurulmuş durumda. İspanyol iç işleri bakanı, Anayasanın 155. maddesine dayanarak, özerkliği tümüyle askıya almaya yetkileri olduğunu açıkladı.
Bu restleşmenin nereye varacağı belirsiz. Ancak bir gerçek ortada duruyor: AB’nin Madrid hükümetine yönelik tüm eleştirilerine rağmen diyalog çağrısında bulunup, bağımsızlık yolunu kapatması, Katalan burjuvazisinin bağımsızlık ilan etmesinin önündeki en büyük siyasi engeldir. Bağımsızlık ilan edip AB’nin bir parçası olma hayalindeki zengin milliyetçiliği, ancak Madrid’in baskısı ona başka çıkar yol bırakmazsa bu yola girebilir, aksi taktirde dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmayı göze alamayacaktır. Madrid hükümeti de bunu hesaba katıp geri adım atmayarak baskıyı ve anti-demokratik uygulamaları arttırıyor. Ne var ki, kitlelerin sokaklarda olması, hem Katalan burjuvazisinin hem de İspanyol burjuvazisinin hesaplarını altüst etme potansiyeli de taşıyor.
Gerek Katalan burjuvazisinin zengin milliyetçiliği, gerekse de İspanyol burjuvazisinin baskıcı tutumları büyük bir belirsizliği doğurduğu gibi, her iki tarafta da milliyetçiliği körüklemekte ve işçi sınıfını bölmektedir. Gösterilere katılanlarla yapılan röportajlarda bir emekçinin dile getirdiği şu duygu çok şey anlatıyor: “Ben bağımsızlık yanlısı değilim, sadece Katalanım ve toplumsal kutuplaşma beni perişan etti. Katalan ve İspanyol hükümetlerinin marifeti bu. Şu anda belirsizlik had safhada.”
Burjuvazi “memnun”!
Bugün gelinen noktanın hem Katalan hem de İspanyol hükümetinin marifeti olduğu çok açık! 2008 krizini en ağır şekilde yaşayan ülkelerin başında gelen İspanya, krizle ve muazzam boyutlara varan işsizlikle boğuşmaya devam ediyor. Ülke o tarihten bu yana muazzam işçi eylemleriyle, öğrenci gençliğin isyan dalgasıyla sarsıldı. Genel grevler ve alanların emekçi ve öğrenciler tarafından işgal edilmesi birbirini takip etti. Yaşanan iktisadi kriz siyasal alanda da etkisini göstermiş, Rajoy’un partisi oy kaybetmiş, seçimler yenilenmiş ve Rajoy ancak bir azınlık hükümeti kurabilmişti. Bu arada sol yelpazede Podemos hızla yükselerek İspanyol siyasetinin önde gelen güçlerinden biri olmuştu. Fakat bugün, her iki ulusun burjuvazisinin marifetiyle, sınıf hareketi ve gençlik hareketinin ülke gündemine damgasını vurması olgusu bertaraf edilmiş durumda. Aylardır giderek artan oranda gerek Madrid gerekse de Barcelona sokaklarında konuşulan şey, işçi ve emekçilerin yakıcı sorunları değil, yapay bir bağımsızlık tartışmasıdır.
Bu durum sınıf kimliğinin geri plana itilerek, işçi sınıfının bölünmesi anlamına gelmekle de kalmıyor. Her iki tarafta da sağ hükümetlerin körüklemesiyle milliyetçilik azdırılıyor, öyle ki İspanya’da aşırı sağ hareketler bu vesileyle tekrar sokağa çıkma cesareti gösteriyorlar. Milliyetçi adımlarla devletin bekası için savaşır pozları kesen Rajoy’un sağcı azınlık hükümeti ve partisi, sağ seçmenin artan desteğine mazhar oluyor. Katalonya’da ise gerek düzen içi solun gerekse de sosyalist solun bir kısmı, milliyetçiliği ve ayrılıkçılığı kızıl renklerle süsleme derdine düşmüş durumda. Derin ve sarsıcı krizin gündem edilmekten çıkarak, birbirini karşılıklı azdıran bir milliyetçiliğin gündemin başköşesine oturması, her iki ulusun burjuvazisini de pek sevindiriyor olsa gerek. Zira her ikisi de bu krizden nasılsa bir uzlaşıyla çıkacaklarını düşünüyorlar.
Katalan burjuvazisi, yaşanan iktisadi sorunların kaynağında “Madrid’deki merkezi yönetime aşırı mali kaynak ayırmak zorunda kalmalarının” yattığından bahsederek ve bunun “kendi gençlerinin geleceğini kararttığını” iddia ederek, hem kapitalist sömürünün üstünü örtüyor hem de yarıya yakını işsiz olan gençlere sorumlu olarak Katalan hükümetini ve kapitalizmi değil de Madrid hükümetini görmeleri gerektiğini vaaz ediyor. Benzer şekilde, gündem İspanya’nın parçalanması olunca, Madrid hükümeti de “iktisadi sorunları bir kenara bırakın, ülke elden gidiyor” söylemiyle, İspanyol emekçilerini kapitalist düzenin arkasında saf tutmaya davet ediyor.
Sol, küçük-burjuva milliyetçiliğine teslim olmamalı!
İçlerinde Komünist Parti, Birleşik Sol, Podemos, Bask solu da olmak üzere 20’den fazla sol parti ve örgütü barındıran geniş bir platform Zaragoza kentinde bir araya gelerek bir deklarasyon yayınladı. “Özgürlük, kardeşlik ve birlikte yaşam için manifesto” başlığını taşıyan bu bildirgenin, abartılı demokratizm söylemi gibi sorunlu yanları bir tarafa bırakılırsa, İspanyol devletinin baskılarını kınaması, şovenizme prim vermemesi, Katalanların haklarına saygı duyulması ve sorunun diyalogla çözülmesi gerektiğine vurgu yaparak eşitlik temelinde bir federasyon hedefini göstermesi önem taşıyor.
Diğer taraftan, sosyalist solun önemli bir kısmının “bağımsız sosyalist Katalonya” diyerek ayrılıkçılık değirmenine su taşımaları, tam bir akıl tutulmasına ve kitle kuyrukçuluğuna işaret ediyor. Devrimci sosyalist hareketin alabildiğine gerilediği günümüz koşullarında, sınıf kimliği ve sınıf mücadelesi kavramları giderek unutuluyor. Bunlar ya tümüyle bir tarafa bırakılıyor ya da süs kabilinden duvara asılıp, yerine her türlü eşitsizlik ve ezilme ilişkisine karşı mücadele fikri geçiriliyor. Etnik, dinsel, mezhepsel, ulusal ya da cinsel kimlikler ve bunlar etrafında şekillenen sorunlar sosyalistlerin faaliyetinin ve propagandasının merkezine oturtuluyor. Kuşkusuz ki, Marksistler her türlü baskıya ve her türlü ezme-ezilme ilişkisine karşıdırlar ve tüm ezilenlerin sözcüsü olmak durumundadırlar. Ama Marksistlerin görevi “insan hakları”nın ya da “ezilen kimliklerin savunuculuğuna” indirgenemez. Hele İskoçya ya da Katalonya gibi, ulusal sorunun aslında çözüldüğü ve işçi-emekçiler cephesinde gerçek bir yansıması olmadığı ülkelerde, burjuvazilerin çekişmesinin ifadesi olan bu anlaşmazlıkların, sınıf sorununun ve kapitalizme karşı mücadelenin önüne geçirilmesine asla prim verilmemesi gerekir. Burjuvazinin mevcut gerilimden tam da bu doğrultuda yararlanmayı amaçladığını unutmanın vahim sonuçları olacaktır!
Katalonya sorununun geçmişte çözülmesiyle birlikte, bundan kaynaklanan sorunlar işçi-emekçilerin gündelik yaşantısının temel bir belirleyeni olmaktan ve diğer uluslardan işçilerle ortak mücadelenin önünde bir engel oluşturmaktan tümüyle çıkmıştı (ki İspanya özelinde böylesi bir engelden zaten ancak kısmen söz edilebilirdi). Bugün kaşınan Katalan kimliği ve körüklenen ayrılıkçı milliyetçilik, Katalan işçi sınıfını burjuvazinin peşinde hizaya girmeye sevk ediyor.
Öte yandan kitlelerin sokağa sevk edilmesi burjuvazi açısından belli bir risk de taşıyor. Bir noktadan sonra kitle gösterilerinin, Katalan burjuvazisinin elinde bir pazarlık kozu olmaktan çıkarak, bizzat kendisi üzerinde bir basınca dönüşme ihtimali de mevcut. Ama bu olasılığa bel bağlayarak, burjuvazinin sağlı sollu partilerle hareket üzerindeki hegemonyasını ve manevra kabiliyetini küçümsemek, milliyetçi kitle hareketine “devrimci potansiyel” atfetmek doğru değildir. Zira emekçileri sokağa çağıran Katalan egemenlerinin de bu riski hesaplayacak kadar tecrübeli olduğunu biliyoruz.
Katalan milliyetçiliği işçi sınıfına hiçbir şey sunmuyor ve sunamaz da. Onda savunulabilecek hiçbir ilerici öge mevcut değildir. Katalan işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşulları, siyasal-demokratik hakları bağımsızlık durumunda bir milim bile ileri gitmeyecektir. Ama kapitalizme karşı İspanyol işçileriyle birlikte yürütmeleri gereken mücadele büyük bir zarar görecektir. Bugün burjuvazi Katalonya’da da İspanya’nın geri kalanında da işçi sınıfını milliyetçilikle zehirleyip felç etmekte bayağı bir mesafe kaydetmiş durumda. Kitleler bu temelde hareketlendiler diye, günübirlik küçük hesaplarla milliyetçiliğin peşine takılmak değil, onlara ısrarla gerçek çıkarlarının ayrılıktan değil, birlikte mücadele ederek kapitalizmi tasfiye etmekten geçtiğini anlatmakta ısrarcı olunmalıdır. Kitleler bugün burjuvazinin milliyetçi dalgasına kapılmış olsalar da, yarın yaşayacakları felâketler sonucunda, enternasyonalistlerin haklı olduğunu teslim edeceklerdir. Çözüm ne bugünkü durumun devamındadır, ne de bağımsız Katalonya’da. Tek ilerici çözüm, kapitalizmin tasfiye edilmesinden ve tüm uluslardan işçi ve emekçilerin, eşit, özgür, gönüllü birlik esasına dayanarak inşa edecekleri bir işçi devletinden geçmektedir.
link: Oktay Baran, Katalonya Krizi Büyüyor, 7 Ekim 2017, https://marksist.net/node/5936
ILO Toplantısına Büyük Boykot
10 Ekim Katliamı: Unutmadık, Unutturmayacağız!