Geride korkunç acılar bırakan büyük İzmit depreminin üzerinden 18 yıl geçti. 17 Ağustos 1999’da yaşanan Gölcük merkezli bu deprem, İzmit ve Yalova başta olmak üzere İstanbul’dan Düzce’ye kadar çok geniş bir alanda büyük bir yıkıma yol açmıştı. Devletin kayıp sayısını bilinçli bir şekilde düşük gösterdiği bu faciada on binlerce insan hayatını kaybetmiş, binlercesi yaralanmış ve sonrasında sakat kalmıştı.
Günlerce pek çok bölgeye hiçbir müdahalede bulunmayarak insanları ölüme terk eden devlet, sıra emekçilerin yardım ve dayanışma inisiyatiflerini boğmaya, özel iletişim vergisi gibi ek vergiler salarak halkı soymaya geldiğinde tüm azametiyle kendini göstermişti. Aynı şey yıllardır bu felâketin yıldönümlerinde de yaşanıyor. Bir yanda acılarını aynı canlılıkta yaşayan emekçiler; diğer yanda resmi anmalar, sahte gözyaşları eşliğindeki klişe sözler… Ama sadece bu değil. 2002’den bu yana devletin dümeninde olan AKP hükümeti, Marmara’da çok daha büyük bir yıkıma yol açacak yeni bir depremin gerçekleşeceği bilinmesine rağmen bunca zamandır gerekli önlemleri almamakla kalmayıp, depremi “kentsel dönüşüm” adı altındaki rantsal dönüşümü körüklemenin bahanesi olarak değerlendiren bir yaklaşım içindedir.
Depreme hazırlıktan deprem sigortası adı altında finans tekellerinin ceplerini doldurmayı, isyan bastırma örgütlenmesini ve ceset torbası stoklamayı anlayan hükümet ve belediyeler üzerlerine düşeni yapmayarak felâkete davetiye çıkarmaya devam ediyorlar. Marmara denizindeki fayın niteliğini tam olarak tespit edip depremin yıkım gücünü belirleyebilmek ve erken uyarı sinyallerini yakalayabilmek amacıyla deniz altında araştırmalar yapmak için maddi kaynağa ihtiyaç duyan jeologlar, şimdiye dek devletin bu araştırmalara tek kuruş ödemediğini, bütün desteği yurtdışından aldıklarını söylüyorlar. Başta İstanbul olmak üzere deprem riski yüksek kentlerde oluşturulan toplanma alanlarında çoktandır AVM’ler, rezidanslar boy gösteriyor. İlçe bazında oluşturulan afet koordinasyon merkezleri ise tümüyle işlevsiz hale getirilmiş durumda.
Bugün Türkiye’nin yapı stokunun yarısının sağlam olmadığını, İstanbul’daki 50 bin binanın ise deprem açısından yüksek risk barındırdığını ve bunun 250 bin konuta ve 1,2 milyon insana tekabül ettiğini bizzat Bakan Özhaseki söylüyor. Beklenen büyük depremde, milyonlarca konuttan sadece riskli denen bu 50 bini yıkılsa bile bunun en iyi ihtimalle on binlerce, kötü ihtimalle ise yüz binlerce ölü ve yaralı anlamına geleceği çok açık. Bu bilindiği halde, İstanbul gibi bir megapolde böylesi bir felâkete karşı hiçbir önlem alınmadığı gibi hiçbir hazırlık da yapılmamıştır. Gölcük depreminden bu yana geçen 18 yıl içinde can güvenliğine odaklanan bir yapısal dönüşüm gerçekleştirilmemiş, kentsel dönüşüm denen şey çok büyük ölçüde kentin rantı yüksek emekçi mahallelerindeki bina ve arazilerin gasp edilerek inşaat tekellerine peşkeş çekilmesinden ibaret kalmıştır. Deprem sonrası için hastaneler, yollar, arama-kurtarma ve itfaiye ekipleri, toplanma alanları, salgın hastalıkları engellemek üzere hijyenik barınma alanları vb. de organize edilmiş değildir.
İktidar temsilcilerinin giderek daha sık bir şekilde “deprem tehlikesi”ne işaret eder olmalarının yegâne nedeni, “kentsel dönüşüm” adı altındaki “rantsal dönüşüm”e duyulan büyük iştahtır. Milyarlarca dolarlık bir rantın söz konusu olduğu “kentsel dönüşüm” projeleri, inşaat tekellerinin, bankaların, belediyelerin ve elbette iktidar partisinin gözünü döndürmektedir. Ayrıca, derinleşen ekonomik krizin iktidarın ayağının atındaki zemini de kayganlaştırdığı bu dönemde, hükümet inşaata dayalı büyüme stratejisine her zamankinden daha büyük bir güçle sarılma ihtiyacı duymaktadır.
İçinde yaşadığımız kapitalist sömürü düzeninde burjuvazinin tahakkümündeki hükümetler için de, yerel yönetimler için de önemli olan insan değil daha fazla kârdır. Lenin, yaklaşık 100 yıl önce kaleme aldığı “Emperyalizm” adlı çalışmasında, kapitalizmin geldiği bu son aşamada banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşarak yarattığı mali sermayenin (finans kapital) nasıl her şeye hâkim olduğunu anlatırken, kentin banliyölerindeki arsalar üzerinde yürüyen spekülasyonun, rant avcılığının, bankaları, tekelleri, belediyeleri ve hükümetleri nasıl kâr temelli bir ilişki içine soktuğuna şöyle dikkat çekmekteydi:
“Büyük gelişme halindeki kentlerin çevresinde bulunan topraklar üzerine yapılan spekülasyonlar da mali-sermaye için son derece kazançlı bir işlem olmaktadır. Bankalar tekeli, burada, toprak rantı ve ulaştırma yolları tekelleri ile kaynaşır; çünkü fiyatların yüksekliği ve toprağın büyük kârlarla satılması olanağı vb. özellikle kentin merkeziyle rahat ve kolay bir ulaştırma düzenine bağlıdır; bu ulaştırma bağlantısı da, holding sistemi ve müdürler arasındaki mevki paylaşılması yoluyla sözkonusu bankalara bağlı şirketlerin elindedir.”
Lenin bu satırların hemen ardından, banliyö arsaları üzerine yapılan dizginsiz spekülasyonlardan, arkalarında büyük bankalar olan inşaat şirketlerinin milyonları cebe indirdikten sonra “iflas” etmelerinden, bu şirketlerden ücretlerini alamayan işçilerin ve küçük mülkiyet sahiplerinin yıkımından, belediyelerden imar ve inşaat ruhsatı almak için çevrilen dolaplardan söz eder.
“Bataklık” olarak nitelendirilen bu durumun, bugün çok daha büyük projeler, paralar, şirketler üzerinden devam etmesi, bizi bir kez daha çürüyen kapitalizm gerçekliğiyle karşı karşıya getirmektedir. Emperyalizm aşamasına sıçradığından bu yana yıkılmayı bekleyen bu sistem, ipi çekilmediği için, çok daha zehirleyici kokular yayan bir bataklık olarak insanlığı da doğayı da içine alıp yok etmektedir ne yazık ki.
Lenin’in satırları, inşaat kapitalizmiyle ünlenen AKP hükümetinin yol yapımına neden bu kadar önem verdiğine de açıklık getirmektedir. Kentlerin banliyölerinden yaylalara varıncaya dek dört bir yanın “duble yol”larla, tünellerle, köprülerle kuşatılması, daha önce kuş uçmaz kervan geçmez denen pek çok yerde arazi rantını alabildiğine yükseltmiş, bunu inşaat şirketlerinin bu bölgeleri hallaç pamuğu gibi atmaları izlemiştir. Fay hattının geçtiği yerlere bile imar izni verilirken, gökdelen ağlarıyla kuşatılan kentler korkunç bir beton istilasıyla karşı karşıyadır. Sonuç, kentlerin merkezinden dış mahallelere sürülen yoksul emekçiler, alabildiğine artan kiralar ve ev fiyatları, beton yığınına dönen kentler, yağmalanan doğa ve her türlü tabiat olayının büyük felâketlere yol açabilir hale gelmesidir.
Kapitalist sanayileşmenin ve kentleşmenin körüklediği küresel ısınma sonucu tüm iklim dengeleri altüst olurken, buna bir de ormanların, dağların, derelerin yağmalanması eklendiğinde, karşımıza sadece depremlerin değil şiddetli yağışların bile afete dönüşebildiği bir felâket tablosu çıkmaktadır. Tam da bu yüzdendir ki, bu yağmacı kapitalist zihniyetin neden olduğu yıkıcı sonuçlarla her gün yeniden ve yeniden karşılaşıyoruz. Geçtiğimiz haftalarda şiddetli fırtına ve aşırı yağış sonucunda İstanbul’un peş peşe afet tablolarıyla yüz yüze gelmesi de bunun çarpıcı örneklerinden biridir.
Halkın ihtiyacı olup olmadığına bakmaksızın gerçekleştirdikleri yüksek rantlı projelere milyarlarca dolar harcarken altyapı çalışmalarını alabildiğine ağırdan alan, betonla kapladıkları kentlerde suyu çekmek üzere toprak namına bir karış yer bırakmayan, inşa ettikleri devasa bina yığınlarıyla rüzgâr koridorlarını kapatan, ormanları talan eden kapitalist egemenler, bütün bunlardan sonra dönüp bir de ortaya çıkan tahribatın suçunu yağmurun, fırtınanın üstüne atarak kendilerini aklamaya çalışmaktadırlar. Oysa bu kadar büyük miktarda yağmurun böylesine kısa süre içerisinde boşalması, ancak tropik iklimlerde görülen hortumların, büyük fırtınaların Türkiye’de sıkça görülür hale gelmesi olağan olmadığı gibi doğal da değildir. Küresel ısınmanın yanı sıra yukarıda özetlediğimiz yağmacı anlayışın bileşke sonuçlarıdır yüz yüze olduğumuz.
Tüm bunların sorumlusu, “kömür çok” deyip termik santrallere abanarak küresel ısınmayı körükleyen; Ayder’i mahvettik deyip ardından oraya TOKİ’yi sokmayı planlayan; Cerattepe’yi, Kazdağları’nı maden uğruna katleden; köprüler, yollar uğruna ormanları yok eden; bir yandan “ben dikey mimariden değil yatay mimariden yanayım” derken öte yandan yandaş inşaat şirketleri ve belediyeler eliyle kentlerin ırzına geçen yağmacı zihniyet ve onu üreten kapitalizmdir. Eğer işçiler, emekçiler bu sistemi yok etmezlerse, doğa kendisine yapılanların intikamını büyük yıkımlarla alacaktır. Bu yıkımın altında kalmamak için, kapitalizmi yıkıp başımızdaki yağmacı sürüsünü def edelim!
link: Marksist Tutum, Gölcük Depreminden 18 Yıl Sonra, 17 Ağustos 2017, https://marksist.net/node/5807
Trump’ın Politikaları Irkçılığı Besliyor