Küçücük bir azınlığın büyük refahına, devasa bir çoğunluğun yaygın ve derinleşen yoksulluğunun eşlik ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Aslında buna eşlik etmek dememeli, gerçek, o büyük refahın kaynağında tam da milyarların yoksulluğunun yattığıdır. Hâlbuki bugün insanlığın tümüne yeterli beslenmeyi, tıbbi bakımı ve sağlıklı barınma imkânlarını sağlayacak araç ve olanaklara tamamıyla sahibiz. Buna rağmen, insanlığın beşte birinden fazlası günde sadece bir dolarla yaşam mücadelesi veriyor. Her yıl bir milyondan fazla çocuk ishalden ölüyor. Dakikada bir kadın gebelik ve doğum sırasında hayatını kaybediyor. Daha nice kahredici veriden bahsetmek mümkün, ama bunlar bile, nihai zaferi ilan edilen kapitalizmin insanlığa sunduğu yaşamın ne mene bir şey olduğunu ortaya koymak için yeterli olsa gerek.
Kapitalizm insanlığa cehennemi yaşatıyor. “Öteki dünyada” cehennemî bir yaşamdan çekinmeye gerek yok, bu dünyada ona fazlasıyla alıştırıldık. Cennete çevirmek bal gibi de mümkünken neoliberal kapitalist saldırı politikalarının artan ölçüde emekçilerin canını aldığı bir dünya bu.
Kapitalist cehennem
Son dönemde İngiltere ve Portekiz’deki yangın faciasının ardından ortaya çıkanlar bu gerçeği çırılçıplak açığa çıkartıyor. İngiltere’de göçmenlerin ve yoksulların yaşadığı binadaki yangın tam bir katliama dönüşürken, burjuva medyada bile olay sınıf farklılıkları üzerinden ele alındı. Ucuz olsun diye yangına dayanıksız malzemelerin kullanılmasıyla binayı işleten taşeron şirket 5000 sterlin tasarruf etmiş. Yüze yakın insanın hayatının bedeli bu kadarcık! Bunlar yetmezmiş gibi, yangın önlemleri pahalı olduğu için bir kenara itilmiş ve devre dışı bırakılmış. Ama asıl sorunlardan biri özelleştirme ve taşeronlaştırma politikasının ta kendisidir. İtfaiye kurumu yeterli bütçeden mahrum edilmiş, binden fazla vasıflı ve deneyimli işçi işten atılmış, kurum küçültülüp teçhizatlarının bakım ve yenilenmesi sınırlandırılmış, taşeron ve vasıfsız itfaiye erleriyle doldurulmuştur. Kesinti politikaları İngiltere ve Portekiz’deki son iki yangında iki yüze yakın insanın yanarak ölmesinin baş müsebbibidir. Yangınlar sonucu hayatta kalmayı başaran ama artık bir evi olmayan insanların boş duran dairelere yerleştirilmesi talebi ise burjuva gazeteler tarafından “mülkiyet hakkına saldırı” olarak lanse ediliyor.
Özelleştirme ve taşeronlaştırma politikalarının insan hayatını nasıl doğrudan tehdit ettiğinin bir diğer örneğini ise, son yıllarda demiryolları ve havayollarındaki kazalardaki artışta görüyoruz. Özelleştirmeyle birlikte, seferlerin sıklaştırılması, gerekli bakım çalışmalarının yapılmaması, çalışanların sayısının ve niteliğinin düşürülerek iş yükünün arttırılması gibi faktörler sonucunda 90’lardan bu yana her iki ulaşım alanında da büyük kazaların sayısı giderek artmıştır. Daha az sayıda çalışana daha fazla iş yaptırmak, daha yüksek ücretli vasıflı işçilerin yerine daha düşük ücretli ve daha vasıfsız işçileri geçirmek, sağlanan hizmetin kalitesini düşürdüğü gibi, güvenliğini de büyük ölçüde ortadan kaldırmaktadır. Devletin denetlediği ve gerekli durumlarda sübvanse ettiği kamu hizmeti statüsündeki alanların özel sermayeye açılması, insanların can güvenliğinin tek kaygısı daha fazla kâr etmek olan kapitalistlerin insafına terk edilmesi anlamına geliyor.
Aynı gerçekliği çok daha çıplak bir şekilde iş kazalarında görmekteyiz. Son yirmi yıldır tüm kapitalist ülkelerde iş cinayetlerindeki artış dikkat çekicidir. Hele gözünü emperyalist hiyerarşide yukarılara dikmiş Türkiye gibi ülkelerde her yıl 1500 civarında insan katliamlara dönüşen iş cinayetlerinde hayatını kaybediyor. Çok daha fazlası yaralanıyor, sakatlanıyor ve çalışamaz hale gelerek sefalete sürükleniyor. Üstelik bunlar resmi rakamlar ve iş kazası sayılan olaylar. Kayıtlara hiç girmeyen, iş kazası sayılmayan olaylarda hayatını kaybeden ya da yaralananları, meslek hastalıkları nedeniyle yavaş bir ölüme mahkûm olanları da bu sayılara eklemek gerekir. İş kazaları açısından özelleştirilmiş madenler, inşaatlar ve tersaneler başı çekiyor ki, hepsinde sendikasızlık ve taşeronlaştırma almış başını yürümüş durumda.
Neoliberal kapitalist politikaların, en başta da özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamasının, insan sağlığını nasıl hiçe saydığının son dönemki çarpıcı örneklerini kışlalarda ve okullarda genç insanların ve çocukların yemekten zehirlenmesi vakasında da görmekteyiz. Kalitesiz ve hatta bozuk malzemelerden, gıda mühendislerinin ciddi denetimi dışında hazırlanan yemekler binlerce insanın zehirlenmesine ve hatta ölümlere yol açıyor. Bu hizmetleri sözkonusu kurumların kendi bünyelerindeki sendikalı, örgütlü ve kadrolu işçilerin değil, taşeron şirketlerin “üretmesi” sorunun gerçek nedenidir. Devlet, bu hizmetleri taşerona devrederek masrafları kısma derdindeyken, ihaleyi kapan şirketler de üstlendikleri işi tam bir vurguna çevirmek için her fırsattan yararlanıyorlar. Emeğin dizginsizce sömürüsü yetmezmiş gibi insanların hayatları açgözlü kapitalistlerin umurunda olmuyor. Kurum yöneticileri ve bürokratlar ise yaşananlara gözlerini kapatarak bu şirketlerin avukatlığına soyunuyorlar.
Neoliberal kapitalist politikalar mevcut tarihsel krizi aşmak için işçi sınıfının haklarına daha da saldırmayı savunuyor. Milyarlar alım gücünden yoksunken ve bu durum artık kredi mekanizmasıyla da telafi edilemediğinden aşırı üretim bunalımı derinleşirken, kapitalist hükümetler işçilerin ellerinde kalan her şeye göz dikiyorlar. Örneğin emeklilik yaşının daha da yükseltilmesi tüm kapitalist hükümetlerin gündeminde. Emeklilere yaşam hakkı tanınmıyor, sosyal fonlar kapitalistlere akıtılıyor. Bir yandan insanlar ölene kadar çalışmaya zorlanırken diğer yandan genç işsizlerin sayısı tüm dünyada hızla artıyor. Şanslı olup da iş bulanlar ise geçmişe göre çok daha kötü koşullarda çalışmak zorunda kalıyorlar. ILO verilerine göre her üç genç çalışandan birisi mutlak yoksulluk sınırının altında bir gelir elde edebiliyor.
Emeğin dizginsiz ve sınırsızca yağmalanması bu boyutlardayken, doğanın talan edilmeyebileceğini düşünmek abes olurdu. Sinekten yağ çıkarma derdindeki kapitalistler, daha fazla kâr elde etmek için gözlerini karartmış durumdalar. Her bir dereye bir HES kondurtmak, ormanları yok etmekten çekinmeyerek oraları maden ve taşocaklarına çevirmek, zeytinlikleri ortadan kaldırmak, nükleer santraller inşa etmek, kentleri bir inşaat şantiyesine çevirip kule ve plaza çöplüğüne dönüştürmek, su yataklarını kirletip kurutmak, güzelim koylara ve yaylalara beton yığınları dikmek gibi saymakla bitmeyecek nice yağmalama eylemi topluma kalkınma ve gelişme diye yutturuluyor. Tüm bunlar yalnızca doğanın muazzam bir tahribatı anlamına gelen ve etkileri uzun vadede ortaya çıkacak adımlar değildir. Bu uygulamalar, küresel ısınmaya bağlı olarak bir tarafta selleri diğer tarafta ise kuraklığı doğuruyor. Bunlara devasa toprak kaymalarını da eklediğimizde her yıl binlerce insanın hayatını kaybettiğini görüyoruz. Ama kapitalizmin ürünü olan tüm bu katliamlar, doğal afet adı altında geçiştiriliyor.
Kapitalizmin insanlığa yaşattığı cehennem bunlarla da sınırlı değil. Emek ve doğanın bu denli tahrip edilmesi ve yağmalanması kaçınılmaz olarak insanların ruhsal sağlıklarını da bozmaktadır. İnsanlığın büyük bir bölümü yoksulluk içinde yaşarken, dizginsizce pompalanan tüketim kültürü tüm toplumu cenderesi altına alıyor. Bir taraftan ihtiyaçlarını gidermek için daha ağır koşullarda daha uzun süreler çalışan işçi sınıfı, diğer taraftan muazzam bir borç batağına saplanmış durumda. Giderilmesi daha da güçleşen temel ihtiyaçlar, ödenemeyen borçlar, geleceğin bankalara kredi borçlarını ödemekle geçeceği düşüncesi, güvenli bir gelecek duygusundan yoksunluk, pompalanan yapay ihtiyaçlar ve bunların karşılanamamasından kaynaklanan tatminsizlik duygusu, heba edilen ve boşa geçen yaşamlar, yaşamın kendisinin anlamsızlaşması… Sonuç: Gündelik hayatta bireysel şiddet eğiliminin artması, intihar vakalarındaki patlama, cinnetin yaygınlaşması, kadına şiddetin artması, kadın-erkek ilişkilerinin daha da bozulması, uyuşturucu kullanımının ve alkolizmin patlamalı büyümesi.
Kısacası neresinden bakarsak bakalım geniş ölçekli ve derin bir toplumsal dağılma ve çürümeyle karşı karşıyayız. Kapitalizmin bu çürümeye son verebilecek tek bir çaresi bile yoktur. Tüm bu acınası insanlık tablosuna karşı emekçi yığınların giderek artan bir tepki biriktirdiği ise çırılçıplak ortada. Ne var ki, burjuvazi bu tepkileri ya içerideki ya da dışarıdaki hayali düşmanlara yöneltiyor. İşçi ve emekçi sınıflar içinde göçmen karşıtlığının, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın ve faşist zihniyetin yayılmasının zemini budur.
Günümüzün siyasal gericiliği, demokrasi ile gelişkin kapitalizm ya da liberalizm arasında kurulan otomatik ilişkinin çarpıcı bir iflası anlamına geliyor. “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” vaat eden, devleti küçülteceğini söyleyen liberalizm, insanlığa en iyi durumda bir “yatırımcılar demokrasisi”nden fazlasını sunamadığını kanıtlamıştır.
“Devletin küçültülmesi”: Küçülen sosyal harcamalar, büyüyen baskı aygıtı
Özellikle 80’lerle birlikte tırmandırılan kapitalist saldırı politikaları neoliberalizm olarak adlandırılıyor. Neoliberalizm, liberalizmin “kısıtlanmayan küresel ticaret” mottosunu sahipleniyor; “yoksullara yardımda bulunmanın en kesin yolu piyasaları dışarıya açmaktır” iddiasında. Liberallere göre kendi haline bırakılsa, piyasalar her sorunu çözer; müdahaleler ortaya çıkan krizlerin ana sebebidir; bu müdahaleleri yapanlar da işçi sendikalarıdır, devlettir. O halde sendikaların müdahale gücü ortadan kaldırılmalı, esnek ve güvencesiz çalışma yaygınlaştırılmalı, devlet işletmeleri özelleştirilmelidir. Onlara göre, acı reçeteler ve şok tedaviler uygulanmaksızın “vaat edilen refaha” ulaşılamaz. Zaten ekonomi sosyal bir mesele değil, teknik bir meseledir, işin erbabına bırakılmalıdır, devlet ekonomiye hiçbir şekilde müdahale etmemeli ve küçültülmelidir!
Liberaller devletin küçültülmesi gerektiğini söyleyip dururlar da, yaşanan nedir? Otuz yıldır kapitalist devlet küçülüyor mu, yoksa baskı aygıtları tahkim edilip militarizm mi körükleniyor? Onların devletin küçültülmesi sloganı altında topluma yutturmaya çalıştıkları şey kârlı alanlardaki devlet yatırımlarının özel sektöre devridir. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesi devletin ekonomiye müdahalesinin yok olduğu anlamına da gelmiyor, bir alandaki yatırımlar sona erdirilip özel sermayeye aktarılırken, kapitalist devlet, gerek altyapı yatırımlarına gerek silah sanayiine gerekse de burjuvazinin ihtiyaç duyduğu diğer alanlara yatırım yapmaya devam ediyor. Batan bankalar kurtarılıyor. Ama gerçekten de devlet bütçesinde küçülen bir şeyler var! Çok net olarak söylemek gerekir ki, küçülen devlet değil, kapitalist devletin emekçilere birer taviz olarak verdiği sosyal hizmetler ve sosyal fonlardır.
Oysa devlet denildiğinde akla ilk gelmesi gereken, bürokrasi, ordu, polis, mahkemeler, cezaevleri ve istihbarat kurumlarıdır. Kapitalist toplumda tüm bu kurumlar, sömürücü sınıfın emekçiler üzerindeki iktisadi egemenliğini güvence altına alan, fiziksel baskı aygıtlarıdırlar, devletin özüdürler. 20. yüzyılda ileri kapitalist ülkelerde yaşanan sert sınıf mücadelesi ve Ekim Devriminin etkilerini zayıflatmak için burjuvazinin verdiği tavizler, modern burjuva devletin kimi ek kurumlarla donatılmasını beraberinde getirmişti. Halka şu ya da bu düzeyde parasız sağlık ve eğitim hizmeti sunan kurumların doğup gelişmesi; toplu konut projeleri ve toplu taşımanın örgütlenmesi; emeklilik ve sigorta sisteminin geliştirilmesi gibi adımlarla devlet kurumları çeşitlenmişti.
Bu tip devlet kurumlarının ve hizmetlerin varlığı, devletin tüm toplumun ortak çıkarlarını temsil edip koruyan tarafsız bir aygıt olduğu iddiasını doğrulamak için tüm burjuva ideolojileri tarafından tepe tepe kullanılır. Oysa bunların devletin asli kurumları değil, 19. ve 20. yüzyılın sınıf mücadelelerinin eseri olduğu gerçeği hem tarihsel olarak ortadadır hem de günümüzdeki gelişmeler tarafından tersinden kanıtlanmaktadır. Ciddi krizlerle karşı karşıya kaldığında burjuvazinin ilk gözünü diktiği alanın parasız kamu hizmetleri olması boşuna değildir. Onlar devletin küçültülmesinden bahsettiklerinde kastettikleri, devletin baskı aygıtlarından veya ideolojik aygıtlarından değil, tam da sosyal hizmet kurumlarının oluşturduğu “yük”ten kurtulmaktır.
Aslında yine emekçilerin sırtından biriktirilen tüm sosyal fonlar burjuvaziye peşkeş çekildiği gibi giderek artan ölçüde silahlanmaya ve militarizmin körüklenmesine harcanıyor. Dünya kapitalist sömürü cehennemi yetmezmiş gibi emperyalist paylaşım savaşının alevleri içinde kavruluyor. Barış içinde insanca bir yaşam kapitalist toplumda imkânsızdır. Böylesi bir yaşamı inşa etmenin yolu, işçilerin tüm iktidarı ele geçirip, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek onları tüm toplum adına sahiplenmeleri, ekonomiyi demokratik bir planlamaya tâbi kılmalarıyla açılacaktır. İnsanlık yaşadığı bu cehennemî hayattan ancak bu yolla kurtulabilir.
link: Oktay Baran, Kapitalizm Hayatı Cehenneme Çeviriyor, 1 Temmuz 2017, https://marksist.net/node/5730
Çanlar Bu Kez Kapitalizm İçin Çalıyor
İşçilere Milliyetçilik Değil Kardeşlik Lazım