Kapitalist sistem periyodik krizleri misliyle aşan derin bir tarihsel bunalım yaşıyor. Ekonomik, politik, sosyal, kültürel bütün alanlarda şiddetli belirtiler veren bu bunalım kapitalizmin tarihsel bir sistem krizidir. Emperyalist güçler bu derin bunalımı bir taraftan 3. Dünya Savaşının cephelerini genişleterek, diğer taraftan baskı ve otoriterleşmeyi arttırarak atlatmaya çalışıyorlar. Ancak bu durum çelişkilerin daha da büyümesine, toplumsal huzursuzluğun ve çalkantıların daha da artmasına yol açmaktan başka bir işe yaramıyor. Savaştan kaçan milyonlarca insan göç yollarına düşerken, bu yollarda binlercesi yaşamını yitiriyor, sıcak savaşın olmadığı ülkelere varmayı başarabilenler ise ırkçı saldırılara, nefret söylemlerine maruz kalıyor, açlık ve yoksullukla boğuşuyor. Dünyanın her yerinde işsizlik artarken, reel ücretler düşüyor; demokratik ve ekonomik hak gaspları yaşanıyor. Uluslararası yardım kuruluşu Oxfam’ın raporuna göre dünyanın en zengin 8 kişisinin serveti 3,6 milyar kişinin sahip olduğu toplam zenginliği geçmiş bulunuyor. Dünyanın en zengini Bill Gates 75 milyar dolarlık bir kişisel servete sahipken, 10 milyon kişinin acil gıda, su, tıbbi destek ve korunmaya muhtaç olduğu Yemen’de bu sorunları çözmek için yalnızca 2,1 milyar dolara ihtiyaç var.
Düzen sözcülerinin, ideologlarının hatta kurumlarının yaptığı açıklamalar, dile getirilen endişeler bu çelişkilerin doğurduğu çıkışsızlığın itirafıdır. Dünya Ekonomik Forumu 2017 Küresel Risk Raporu’nda, önümüzdeki 10 yıl için küresel gelişmeleri şekillendirecek üç önemli risk olarak toplumsal eşitsizlik, kutuplaşma ve yoğunlaşan çevresel tehlikeler gösteriliyor. Raporda desteği bulunan Zurich Sigorta Grubunun Risk Grup Başkanı Cecilia Reyes, “Hükümetler artık tarihsel düzeyde sosyal korumayı sağlayamıyor. Hükümet finansmanlarının daha da bozulmasını ve toplumsal huzursuzluğun şiddetlenmesini önlemek için işbirliği önemli” açıklamasında bulunuyor. Ali Koç’un Kasım 2015’te G20 zirvesi öncesi yaptığı konuşmada sarf ettiği “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir” cümleleri herkesin hatırındadır.
Bütün bu itiraflar ne anlama geliyor? Kapitalistlerin ya da düzen savunucularının kapitalizmden artık kurtulmak gerektiğini düşündüğü anlamına gelmiyor şüphesiz. Bu konuşmalar sistem krizinin derinleştirdiği sorunlar karşısında mayalanan devrim tehlikesinden duyulan korkunun itirafıdır. Kapitalizmin tarihsel krizi bir taraftan yıkımlar, savaşlar ve kaos anlamına gelirken, diğer taraftan toplumsal çalkantılar, ayaklanmalar, devrimci durumlar anlamına da geliyor. Giderek derinleşen sorunların kitlelerde yarattığı huzursuzluk, yeni arayışlara, kitlesel protesto gösterilerine yol açıyor. Kuşkusuz bu gerçeklik kitlelerin bir anda doğru devrimci yol ve yöntemleri bulacağı anlamına gelmiyor. Nitekim bu huzursuzluk kendini bir yandan sol arayışların güçlenmesi biçiminde ortaya koyarken, bir yandan da faşist hareketlerin destek tabanının genişlemesi biçiminde gösteriyor.
Kitlelerin hangi tarafa meylettiği bir yana gerçek olan şu ki uzun yıllardır dünyada hâkim olan siyasal eğilim ve dengeler bozulmuş durumdadır. Genel olarak denge durumunu yansıtan siyasi istikrar artık sürdürülemiyor. Şüphesiz ülkeler arasında belirli farklar önceden de vardı, şimdi de vardır. Ancak genel bir tablo çıkarmak gerekirse eskiden ekonomik istikrara paralel olarak merkez sağ ve solda duran partiler arasında salınan bir burjuva siyaset sarkacının bulunduğunu söyleyebiliriz. Kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı, toplumun belli bir kesimine yönelik nefret dilini içeren bir siyaset yerine daha yumuşak söylemli, liberal bir siyaset yürütülüyordu. Aşırı sağcı, faşist partiler bugünkü gibi ön plana çıkmamışlardı. “Aşırı sol” denen akımlar ise küçük gruplar olarak varlığını sürdürmekteydiler. Farklı ülkelerdeki benzer gelişmeler ve sonuçlar krizden bunalan kitlelerin bir taraftan özlem duyduğu yaşam için arayış içinde olduğunu, diğer taraftan derin hayal kırıklıklarının yarattığı öfke ile aşırı sağa kaydığını gösteriyor.
Marksist Tutum’da her birinin ayrıca değerlendirildiği makalelerin yer aldığı Almanya, ABD, İspanya, İngiltere, Fransa, Arjantin, Venezuela ve Brezilya’da son birkaç yılda yaşanan gelişmeler, seçimler ve olaylar, yukarıda anlatmaya çalıştığımız tabloyu ve değişen siyasi dengeleri çok net açıklıyor.
Avrupa’da durum
Uzun yıllardır merkez sağ Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) ve merkez sol Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ile bunların etrafındaki görece küçük partiler arasında kurulan koalisyonlarla yönetilen Almanya’da 2016 yılında yapılan eyalet seçimleriyle birlikte dengeler değişmiş durumda. Berlin eyalet seçimlerinde SPD ve CDU son yılların en düşük oyunu alırken, henüz 2013 yılında kurulan faşist Almanya İçin Alternatif (AfD) partisi %14,2 oranında bir oy almayı başardı. Kurulduğu yıl yapılan Federal Meclis seçimlerinde %4,7 oranında oy alarak barajın altında kalan AfD’nin bu yılın Eylül ayında yapılacak seçimde en büyük üçüncü parti olması bekleniyor. İslam ve göçmen karşıtı faşist AfD, seçim kampanyasını, mültecilerin Almanya’ya girişinin engellenmesi, minareler, ezan ve sünnetin yasaklanması gibi ırkçı söylemlerle yürütmüştü. Yine 2014 yılında kurulan faşist PEGİDA (Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar) hareketi ilk kurulduğunda 350 üyeye sahipken, 2015 yılında açıklanan üye sayısı 25 bindir. Bunun karşısında SPD ve Yeşiller, iktidar ortaklığının getirdiği yıpranmayla oy kaybına uğrarken, daha solda görünen Die Linke’nin (Sol Parti) oyları artmaya başlamıştır. (Bkz. Gülhan Dildar, “Almanya’da Eyalet Seçimleri ve Faşist Tehdit”)
Uzunca bir zamandır ekonomik krizle boğuşan Yunanistan’daki politik tablo yine “denge siyasetinin” yerini politik yelpazenin merkezinden kenarlara doğru kayışın aldığını gösteriyor. Faşist Altın Şafak Partisinin hızlı yükselişi buna örnektir. 2009 seçimlerinde %0,46 oranında oy alan bu parti 2012 seçimlerinde %7 oy alarak parlamentoya girmeyi başarmıştır. Halen 18 milletvekili ile parlamentoda temsil edilen Altın Şafak, şiddet eylemleri ve işlediği cinayetlerle biliniyor. Sol koalisyon partisi Syriza da hızlı bir yükseliş kaydetmiştir. 2009 seçimlerinde %4,6 oranında oy alan Syriza 2015 Ocak seçimlerinde %36,3 ve 2015 Eylül seçimlerinde kitlelerdeki hayal kırıklığına rağmen %35,5 oranında oy alarak birinci parti olmuştur. Ancak Syriza’nın bugüne kadarki söylemleri ve icraatları artık kitleleri tatmin etmiyor. Son seçimlerde birinci parti çıkmasına rağmen seçmenlerin neredeyse yarısı sandığa gidip oy kullanmadı. (Bkz. Oktay Baran, “Syriza’ya Bağlanan Boş Umutlar”, “Yunanistan’da Faşist Tehdit Büyüyor”)
İspanya’da da 2015 Aralık seçimleri, 40 yıldır merkez sağda Halk Partisi (PP) ve düzen içi sol parti PSOE’nin (Sosyalist Parti) dönüşümlü iktidarının yaşandığı iki partili siyasi tabloyu altüst etmişti. PP’den daha radikal sağ söylemlere sahip Ciudadaos %14 gibi bir oy almayı başarırken, henüz çiçeği burnunda sol parti Podemos ilk kez katıldığı seçimlerde PSOE’nin önüne geçmişti. Aylarca devam eden koalisyon görüşmelerinden hiçbir sonuç alınamamış ve İspanya ciddi bir siyasi krizle baş başa kalarak yeniden seçime gitmek zorunda kalmıştı. İkinci seçimlerde de sonuçlar hemen hemen değişmemiş, PP ve Ciudaaos parlamentoya girmeyi başaran küçük partilerden birini de dâhil ederek bir koalisyon hükümeti kurmuşlardı. Bu sonuçlar İspanya’da da, tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik-siyasi-toplumsal kriz ve istikrarsızlıkla paralel gelişmeler yaşandığını gösteriyor. “Kolayca öngörülemeyen siyasi ve toplumsal gelişmeler, devrimci patlamalar, geri çekilmeler, karşı-devrimci süreçler bu tablonun karakteristik özelliğini teşkil ediyor. Yaşanan kriz emekçi kitlelerin hoşnutsuzluk düzeyini oldukça yukarı çekmesine rağmen, burjuva sağın ve solun tahakkümünü kıracak devrimci bir önderliğin bulunmaması, tüm çıkışların düzen sınırları içerisinde kalmasına yol açıyor ve bu faktör istikrarsızlık durumunun uzun süreli olmasında başat rol oynuyor.” (Bkz. İlkay Meriç, “İspanya’da Siyasi Kriz Devam Ediyor”)
İngiltere’de ise, 1997 yılında kurulan aşırı sağcı, AB ve göçmen karşıtı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) ilk defa 2015 yılındaki seçimlerde meclise girmeyi başardı. 2010 seçimlerinde %3,1 oranında oy alan bu parti oylarını dört katına çıkartarak 2015 yılında %12,6 oranında oy aldı. Bu oran her ne kadar Avam Kamarasında sadece 1 milletvekiline tekabül etse de sıçramalı yükseliş bir şeye işaret ediyor. İngiltere’de de emekçilerin mevcut merkez sağ ve merkez sol partilere duyduğu güvensizliğin ve öfkenin bir sonucu olarak UKIP’in oyları artmıştır. Diğer taraftan 2015 yılında İşçi Partisinin yeni liderliğine açık farkla “sosyalist” Jeremy Corbyn’in seçilmesi solda yeni arayışları gösteriyor. Corbyn’in seçim başarısı, onun daha demokratik, eşitlikçi, adil bir sosyo-ekonomik düzenin tesis edilmesi gerektiğine yaptığı vurgulardan kaynaklanıyor. “Corbyn’in kimliğinden ve niteliklerinden bağımsız olarak onun seçilmesinin esas anlamını, kapitalist saldırıların uzun dönemde emekçi kitlelerde biriktirdiği hoşnutsuzluğun dışavurumunda aramak gerekir. Corbyn’in seçilmesi genel toplumsal tablodaki değişim belirtilerinin yeni ve önemli bir halkasıdır. Kapitalizmin yarattığı yıkımlar, dünyanın başka bölgelerinde olduğu gibi, kapitalist metropollerde de işçi sınıfının mücadeleye atılmasına yol açmaktadır.” (Bkz. Selim Fuat, “Britanya’da Corbyn’in Zaferi Neyi Anlatıyor?”)
Yıllardır iki partili (Cumhuriyetçiler ve Sosyalist Parti) bir seçim yarışının yaşandığı Fransa’da 2015 yılında yapılan bölge seçimlerinde “sürpriz” bir sonuç çıktı. Göçmen karşıtı, faşist Ulusal Cephe’nin ilk turda her iki partinin üzerinde bir oy alması dengeleri altüst etti. İlk turda yaşanan bu “sürpriz” sonucun ardından Cumhuriyetçilerle Sosyalist Parti’nin ittifakı ve sandığa gitmeyen seçmenlerden 4 milyonunun sandığa gitmesinin sağlanması üzerine Ulusal Cephe ikinci turda oyların çoğunluğunu alamayarak seçimleri kazanamadı. Ama oy oranını yine de arttırmayı başardı. Şu anda Ulusal Cephe Fransa’daki üçüncü büyük parti durumundadır. Bu yıl yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde partinin lideri Marine Le Pen anketlerde en yüksek oy oranına sahip aday görünüyor. Geçen yıl ise Fransa kitlesel işçi gösterileriyle sarsılmıştı. Hükümetin işçilerin iş güvencesini ortadan kaldıran, çalışma saatlerini uzatan ve ücretleri düşüren yasayı geçirmek istemesi üzerine ülke çapında şiddetli ve büyük protesto gösterileri yapılmıştı. Yani Fransa’da da tablo aynıdır: Bir tarafta radikal sağa kayış, diğer tarafta ise hak gaspları karşısında sokağa çıkan milyonlarca işçinin militan eylemlilikleri… (Bkz. Kerem Dağlı, “Fransa Seçimleri: Tehlike Geçti mi?”)
Amerika’da siyasi tablo
Okyanusun öte kıyısında da Avrupa’daki siyasi tabloya benzer bir durum ile karşı karşıyayız. Emperyalist piramidin tepesindeki ABD’de de kapitalizmin tarihsel krizinin yarattığı derin çelişkiler ve kutuplaşmalar kendini gösteriyor. İşsizlik, reel ücretlerin düşmesi, iş ve yaşam koşullarının ağırlaşması kitlelerde derin bir hayal kırıklığı yaratmış durumda. Obama yönetiminin beklentileri karşılamamış olması, kitleleri duymak istediklerini söyleyenlere yönlendiriyor. Başkanlık adaylığı yarışında Bernie Sanders’ın Hillary Clinton’dan daha fazla ilgi görmesi de, ırkçı Trump’ın başkanlık yarışını kazanmış olması da bunun göstergesidir. Sanders’ın toplumsal eşitsizliğe ve finans sektörünün yönetim üzerindeki etkisine dair eleştirileri dikkat çekmiş ve Sanders adaylık yarışını kıl payı kaybetmişti. Yaşanılan sorunları göçmenlere ve sermayenin yatırımlarını başka ülkelere kaydırmasına bağlayan Trump’ın göçmen karşıtı ve sözde sermayeye “ayar veren” söylemleri aldığı oylarda etkili olmuştu. Amerika’da ırkçı, Müslüman, Hispanik ve göçmen karşıtı Çay Partisi Hareketinin yükselişi de değişen siyasi dengelere bir başka örnektir. 2009 yılında Obama karşıtı aşırı sağcı bir hareket olarak kurulan ve yükselişini sürdüren Çay Partisi Hareketi’nin lideri Michael Johns, Trump’ın yakın arkadaşı ve en büyük destekçilerindendir. Ancak Trump başkanlık koltuğuna oturduğu ilk gün kitlesel gösterilerle protesto edildi. Yüz binlerce kadın ve erkek sokaklarda “Benim Başkanım Değil” diye haykırdı. Meksika’da on binlerce emekçi Trump’ı protesto etmek için sokaklara döküldü. (Bkz. Oktay Baran, “Kriz, Savaş, Yükselen Faşizmin Bir Ürünü: Trump”)
Kapitalizmin sistem krizi Latin Amerika’da da büyük değişimlerin yaşanmasına sebep olmuştur. Pek çok Latin Amerika ülkesinde 2000’lerin başında ekonomik krizin faturasını ödemek istemeyen işçi sınıfı ayağa kalkmış, burjuvazinin devrim korkusu kitleleri pasifize edecek burjuva sol partilerin önünü açmıştı. Büyük umutlarla sol partileri iktidara getiren işçi sınıfı, geçen bunca yılın ardından değişen hiçbir şeyin olmaması, verilen küçük kırıntıların da ellerinden alınması, ortaya çıkan yolsuzluklar karşısında derin hayal kırıklığına uğramış ve bunun sonucunda sol iktidarlar seçim yaşanan ülkelerde peş peşe zemin kaybetmeye ve yenilgiler almaya başlamışlardır. Devrimci bir işçi partisinin yokluğu koşullarında örgütsüz kitleler ne yazık ki, daha fazla baskı ve hak gaspı yaşayacakları sağ partilere meyletmeye başlamışlardır. Ancak bu durum her şeyin bittiği anlamına gelmiyor kuşkusuz. Latin Amerika işçi sınıfı mücadeleci geleneği olan bir sınıftır ve mücadele zeminini kolayca terk etmeyecektir.
Marksizm yaşıyor
Tüm bu ülkelerdeki gelişmeler bize bir gerçeği açıkça gösteriyor. İlk başta da ifade ettiğimiz gibi, kapitalizmin tarihsel krizi bütün dengeleri altüst etmiş durumdadır. İşçi ve emekçilere dayattığı hak gaspları ve paylaşım savaşının yarattığı yıkımlar karşısında eski merkez sağ ve sol partilerle kitleleri yönetemeyeceğinin farkında olan burjuvazi faşist hareketler dahil olmak üzere aşırı sağın önünü açıyor. İşçi sınıfı ise mevcut örgütsüzlük koşullarında ne yapacağını bilmez bir şekilde bir uçtan diğerine savruluyor. Kitleler daha radikal söylemlere meylediyorlar. Görünen tablo o ki daha yüzeysel ve kolay hedefler gösteren, siyasetini yabancı ve göçmen düşmanlığı üzerine oturtan faşist eğilimler bugün için daha fazla prim topluyorlar. Bunda burjuvazinin oynadığı rol tartışmasızdır. Ancak zaten devrimci bir sınıf örgütlülüğünün eksikliği koşullarında bu sonuç kaçınılmazdır. Elif Çağlı “Manifesto’nun Sönmeyen Ateşi” makalesinde kitlelerin eninde sonunda devrimci Marksizme kulak kabartacaklarını şöyle açıklıyor:
“Marksizm toplumsal varlığın toplumsal bilinci belirlediğine işaret ediyor. Nitekim işçi ve emekçi kitlelerin kapitalizm altında mahkûm kaldıkları yaşam biçimi, toplumsal bilinç düzeyinde de yansımasını buluyor. Kendi hallerine bırakıldıklarında kitleler alışıldık siyasetlerin veya kendilerine kolay çözümler vaat eden siyasi oluşumların peşinden sürüklenmeye meyyaller. Fakat yine de, öncüye oranla ağır aksak bir biçimde olsa bile, kitleler de nihayetinde deneme yanılma yoluyla bir yaşam tecrübesi biriktiriyorlar. Bu yüzden burjuva ideolojisinin, kapitalizmin katlanılır bir düzen olduğuna veya bu düzenin yıkılmayacağına onları ebediyen inandırması asla mümkün olmayacak. İşçi hareketinde yaşanan gerileme koşulları ve burjuvazinin işçi mücadelesini güçsüz düşürmek için çevirdiği dolaplar her ne olursa olsun, büyük uyanış ve derleniş engellenemeyecek. Devrimci sınıf örgütlülüğünün sesi yükseldiği ölçüde, kitleler kendilerine gerçekleri açıklayan ve onları anlamlı bir mücadeleye davet eden bu sese giderek büyüyen bir arzuyla kulak kabartmaya başlayacaklar.”
O halde bugün çok daha yakıcı bir şekilde sorunun düğümlendiği nokta sosyalist hareketin kendisidir. SSCB’nin çöküşünün ardından sosyalizmin öldüğü propagandası çokça yapıldı. Marx ve Engels hayattayken dahi Marksizmi revize etmeye çalışanlar vardı ancak SSCB’nin çöküşü ile birlikte Marksizmin revize edilmesi bir yana öldüğü iddia edildi. Burjuvazinin kara propagandası kitleler üzerinde etkili olurken SSCB’nin yıkılmasının şoku dünya genelinde sol hareketi ciddi anlamda sarstı. Pek çok sol örgüt dağılma süreci yaşarken kimisi de içine girdiği sorgulama sürecinden reformist çizgiye kayarak çıktı. Artık Marksizm ve Leninizm “eskimişti”. Eskinin yerine “yeni ve taze” fikirler gerekiyordu. 2000’lerin başında yeni bir krizin ortaya çıkmasıyla işçi sınıfı içerisinde başlayan hareketlenme ve isyan dalgası devrimci kanallara akıtılamadı ve reformizme kan verdi. Bunun sonuçları bugün ortadadır. Corbyn, Podemos, Syriza (daha önce Lula, Chavez) gibi sol adına öne çıkan kişi ve partilerin cazibesine kapılanlar ilk başta reformist sosyalistlerdir. Oysa bugün işçi sınıfının asıl ihtiyacı olan şey devrimci Marksist bir önderliktir.
Kapitalizmin krizlerinden kaçışının mümkün olmadığını, onu yıkacak tek gücün işçi sınıfı olduğunu söyleyen Marksizmin haklılığı bugün çok daha fazla ortaya çıkmıştır. “Bu sistem, milyonlarca insanı içine çektiği açlık, yoksulluk, işsizlik, cehalet, yozlaşma ve zalim emperyalist savaş koşullarıyla tarihin çöp tenekesini boylamayı çoktan hak etmiş bulunuyor. Gelecek sosyalizmindir, dünyanın bütün burjuvaları domuz topu gibi birleşip sosyalizmin ve Marksizmin öldüğünü yırtınırcasına haykırsalar da, bu tarihsel gerçekliği asla ve asla değiştiremeyecekler… Marksizm insanlığın kurtuluş yolunu aydınlattığı kadar, tarihsel iyimser özüyle, sömürücü sınıfların amansız saldırılarının ürünü olan karanlık dönemlerin er geç sona ereceğini de muştuluyor. Dünya burjuvazisinin saldırıları nedeniyle zor dönemler yaşansa da, toplumsal eşitsizlik ve haksızlığa karşı kabaran öfke ve gün geçtikçe büyüyen bir proletarya var oldukça, Marksizmin ateşi asla sönmeyecek ve söndürülemeyecek.” (Elif Çağlı, “Marksizm ve Gençlik”)
Bu gerçeğin farkında olan devrimci Marksistlere çok iş düşüyor. Elif Çağlı’nın dediği gibi, devrim isteyen onun aracını da istemek ve yaratmak zorundadır. Bu tarihsel görev devrimci Marksistlerin omuzlarındadır.
link: Demet Yalçın, Tarihsel Kriz Siyaset Sahnesinde de Kaymalara Yol Açıyor, 12 Mart 2017, https://marksist.net/node/5529
Savaşa HAYIR!
Yasaklara Rağmen Newroz’da Hayır Sesleri Yükseldi