Bir gün çalıyor kapınız, gelip alıyorlar oğlunuzu, eşinizi veya babanızı… Ya da beyaz bir Toros’a bindirilirken görülüyor evladınız. Sizden çalınıyor en değerliniz. Bir daha ne görebiliyorsunuz ne de bir haber alabiliyorsunuz.
Cumartesi Anneleri de tam 21 yıldır, kendilerinden çalınıp bir daha haber alınamayan çocukları için mücadele ediyorlar. Başlarda “sağ aldınız, sağ istiyoruz!” diyen, geceleri belki evlatları gelir diye kapılarını kilitlemeyen anneler, şimdi kemiklerini istiyorlar çocuklarının. 21 yıldır ellerinde tuttukları al karanfilleri bırakabilecekleri bir mezar arıyorlar. Evlatlarını kızıl bir karanfil gibi toprağa düşüren zalimlerin hesap vermesini bekliyorlar, yıllardır!
Cumartesi Anneleri, 27 Mayıs 1995’te başlamışlar Galatasaray Lisesi önündeki oturma eylemlerine. 1995 benim de doğduğum yıl. Bu Cumartesi 600. kez ellerinde evlatlarının, yakınlarının fotoğrafı ile yeniden oturdular aynı yerde. Bu defa ben de gittim Cumartesi Annelerinin yanına, kayıpların akıbetini sormaya. Yürüyorum. Analar 21 yıldır oturdukları yere oturmuşlar az ötede. Adımlarım beni onlara yaklaştırıyor. Onların arasına karışıyorum, yaşlı ve yorgun gözlerle bakıyor etrafa anneler. Geçen yıllara rağmen gözlerinden okunuyor ilk günkü gibi yüreklerinde taşıdıkları acı. Sımsıkı sarılmışlar fotoğraflara, kollarındaki fotoğrafı değil de evladının kendisiymiş gibi. Babalarının, dedelerinin fotoğraflarını taşıyan genç insanlar da var o gün orada, kayıp yakınlarının öfkesini, acısını içinde hissedip onlara destek olmaya gelmiş benim gibi yüzlerce insan da var. İnsanların ellerinde yüzlerce fotoğraf… Al karanfiller saçılmış dört bir yana. Fotoğrafların hepsi bana bakıyor sanki, gözlerimin ta içine bakıyorlar. Gözlerimin ta içine bakan mezarsız ölüler; “Senin görevin hesabımızı sormak, analar ağlamasın diye mücadele etmek senin de boynunun borcu” diyorlar.
Ben yüzleri izlerken konuşmaya başlıyor bir anne. 1980 yılında gözaltında kaybedilen Hayrettin Eren’in annesi Elmas Eren, “36 yıldır yavrumun kemiklerine ulaşmak için mücadele ediyorum. Gücüm kalmadı demiyorum, yılmayacağım” diyor. Zar zor dökülüyor sözcükler ağzından. Gözleri masmavi Elmas Ananın, okyanus gibi derin. Bu gözlerdeki derinliğe dalıyorum. Gözbebeklerinin içinde siyah beyaz fotoğraflar beliriyor sanki, Elmas Ana ve Hayrettin Eren’e dair. Katletmişler Hayrettin Eren’i, Elmas Anayı yarım bırakmışlar.
Titreyen sesiyle başka bir anne başlıyor konuşmaya, ilk Cumartesi Anneleri’nden biri olan Emine Ocak; “Oğlumun suçu neydi, sizin gibi katil miydi?” diye soruyor oğlunun katillerine. Ekliyor sonra; “Ben burada bir daha çocuklar ölmesin, analar ağlamasın diye oturuyorum.” Emine Ana o dönem yürüttükleri kampanyalar sayesinde bulmuş oğlunun cansız bedenini bir kimsesizler mezarlığında. Ama hem diğer kayıplar için hem de yeni kayıplar yaşanmasın diye mücadeleye devam ediyor Emine Ana. Kimsesizler mezarlığı… Oğlunu bir küfür gibi kimsesizler mezarlığında bulmuş Emine Ana, ne kadar alçakça. Midem bulanıyor. Daha iyi nefes almak istermişçesine gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzü ne kadar da mavi, aynı Elmas Ananın gözleri gibi…
Gözüm başka bir anaya takılıyor. Devletin polisi tarafından 15 yaşında katledilen Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm Elvan da orada. Düşünüyorum, ne çok anne var gencecik yaşlarında katledilmiş çocukları için adalet arayan. Bakarken annelerin yaşlı ama öfkeli gözlerine Neruda’nın Çocukları Ölen Analara Türküsü geliyor aklıma;
Ölümün ve tasanın
Çemberinden geçmiş analar,
Doğan ulu günün ortasına bakın:
Bu topraktan güler ölüleriniz.
Kalkık yumrukları titrer,
Buğdayın üstünde,
Bilesiniz.
Başka bir annenin sesi dağıtıyor, düşüncelerimi. Söz uçar, yazı kalır diyerek “Muradın anası” diye imzaladığı mektubunu okumaya başlıyor Hanife Yıldız, içli sesiyle. Her gelen hükümet yeni ayıplarla örttü ötekilerin ayıplarını diyor. Roboski’yi hatırlatıyor; Gezi’de öldürülenleri, evinde katledilen Dilek Doğan’ı. Şimdi onlar da geldi oturdu sanki karşıma. Gözlerime bakıp beni hesap sormaya çağıran fotoğraflar çoğalıyor, gözü yaşlı analar, yakınlar çoğalıyor. Hanife Ana şöyle sonlandırıyor konuşmasını: “Gözlerimiz yollarda, ellerimiz katillerin yakalarında hep olacak, hep olacak, unutturmayacağız!”
Şimdi bu meydanda olamayan analar, babalar, eşler de var. Berfo Ananın fotoğrafına takılıyor gözüm, “tek dileğim ölmeden oğlumun mezarını görebilmek” diyen Berfo Ananın sesi geliyor kulağıma. Dileği gerçekleşmedi Berfo Ananın, şimdi yan yana duruyor oğlu Cemil Kırbayır’la fotoğrafları…
Ötede bir fotoğraf daha, analar 43 hafta önce katledilen Tahir Elçi’nin de hesabını soracaklarını söylüyorlar. Faili meçhullerin avukatlığını yapıyordu Tahir Elçi, analardan oğullarını çalanların hesap vermesi için mücadele ediyordu. Şimdi ise analar onun katillerini de hesap defterine yazıp, mücadeleye devam ediyorlar.
Torunlardan biri alıyor sözü, bir elinde al karanfil, bir elinde belki de hiç göremediği dedesinin fotoğrafı var. “Dedemin tek suçu Kürt olmaktı” diyor. Kaybedilen insanların yüzlercesi Kürt… Benim memleketimde de sadece Kürt olduğu için öldürülen insanlar geliyor aklıma, anaların Kürtçe ağıtları çınlıyor kulaklarımda. Daha sonra sözü alan bir kayıp kızı da evlerin bodrumlarında yakılarak öldürülen insanları, sokak ortasında günlerce yaralı halde ölüme terk edilen Taybet Anayı hatırlatıyor. “Korkması gerekenler bizler değil, onların katilleridir!” diyor. Bakıyorum tekrar Elmas Anaya, masmavi gözlerinde hiç korku yok ama gökyüzü kadar büyük acı ve öfke var.
Dünyanın başka yerlerinde, başka analar da var katledilmiş çocukları için mücadele etmekten yılmayan. Arjantin’de askeri cunta döneminde katledilmiş on binlerce insan için 1977 yılından itibaren her Perşembe Plaza de Mayo yani Mayıs Meydanında beyaz başörtüleriyle yürüyorlardı Plaza de Mayo Anneleri. Cumartesi Anneleri’nin de ilham kaynağı oldular. Arjantinli anneler, 600. haftalarında bir ses kaydı ile destek mesajlarını yollamışlar Cumartesi Anneleri’ne. İspanyolca konuşan bir kadının sesi gelmeye başlıyor kulaklarımıza. Hiç bilmediğim bir dilde konuşan bu ananın söylediği her şeyi anlıyorum sanki. Sesinde buradaki analarınki gibi acı, öfke ve umut var. Yüzü geliyor gözümün önüne, beyaz başörtülerinin altındaki beyaz saçları, öfkeli gözleri…
Destek mesajının ardından oturma eylemi son buluyor. İnsanlar yavaş yavaş kalkmaya başlıyorlar oturdukları yerden. Fotoğraflar gözden kaybolmaya başlıyor. Ben birkaç dakika daha ayrılamıyorum alandan, üzerime bir ağırlık çökmüş. Gözüm çakılıp kalıyor 600. hafta yazan pankarta. Onca polis şiddetine, gözaltılara karşın hiç vazgeçmemiş analar. Bir kez daha içimde büyük bir saygı ve hayranlık oluşuyor anaların dirayetli duruşuna. Kafamda bu düşüncelerle ben de uzaklaşıyorum alandan…
Türkiye’de ve Arjantin’de olduğu gibi dünyanın her yerinde, egemenler kendilerine karşı mücadele edenleri yıldırmak için hep aynı yöntemleri kullandılar. Binlerce mücadeleci insan faili meçhule kurban gitti. İşkenceler, katliamlar, faili meçhuller burjuva devletlerin birer geleneği. Tüm bunlar, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi sonucunda kapitalist sistemin ve burjuva devletlerin ortadan kalkmasıyla son bulabilir. İşçi sınıfı burjuvaziden tüm bunların hesabını da ancak öyle sorabilir. İşte o günler geldiğinde Emine Ananın oğlu Hasan Ocak’ın mezar taşında yazdığı gibi “Kaybedenler, kaybedecek!”
link: İstanbul’dan bir MT okuru, Kaybedenler Kaybedecek!, 29 Eylül 2016, https://marksist.net/node/5309
Kapitalistlerin Vatanı, İşçi Sınıfının “Vatanı”