15 Temmuz darbe girişiminin ardından bu girişime karıştığı gerekçesiyle asker-sivil binlerce insan gözaltına alındı. Bir aylık gözaltı süresince, nakillerde ve cezaevlerinde işkenceye tâbi tutuldu. Ölenlerin cenaze namazları kılınmadı, “hainler mezarlığına” gömülmeleri gerektiği söylendi. Yakın akrabaları, arkadaşları kovuşturmaya uğradı. On binlerce kişi açığa alındı, görevinden uzaklaştırıldı, işten atıldı. Darbeye karıştıkları gerekçesiyle on binlerce kişi adeta şeytanlaştırıldı; gazeteler, haber bültenleri “hainlerin” hikâyelerini, yakalanmalarını, yara bere içindeki yüzlerini döne döne servis etti. Tüm bunlar yapılırken darbecilerin hedefinde Türkiye’nin yani Türk milletinin ortak ve kutsal vatanının olduğu propagandası yapıldı. Darbecilerin de iddiası aynıydı. Onlar da TRT ekranlarından okuttukları bildiride; “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içerisinde olan Cumhurbaşkanı ve hükümet üyeleri”ne karşı devlet yönetimini ellerine aldıklarını iddia ediyorlardı. Hiç şüphe yok ki girişimleri başarıya ulaşmış olsaydı darbeciler de “hıyanet içinde olanlara” aynı zalimce muameleyi yapacaktı. Darbecilerin hizmetine giren medya da “vatan hainlerinin” ülkeyi iç ve dış siyasette felâkete sürüklediğini, darbe ile uçurumun kıyısından dönüldüğünü, Türkiye’yi artık mutlu günlerin beklediğini propaganda edecekti. Tıpkı bugün olduğu gibi eski defterler tek tek açılacak, mahkemeler kurulacak, hapishaneler dolup taşacaktı. İktidarın eski sahipleri “vatana ihanetle” yargılanacak, işkence görecek, aşağılanacak, karalanacak, gözden düşürülecekti.
15 Temmuzun ardından yaptığımız değerlendirmelerde, bin bir türlü manipülasyonla geniş kitlelerin bilincinin bulandırıldığını, Gülencilerin “terörist” denip hedefe konarak burjuva devlet içindeki iktidar kavgasının ve askeri darbe girişiminin de bu kavganın bir ifadesi olduğu gerçeğinin gözlerden gizlendiğini vurgulamıştık. Darbenin devletin çekirdeğini oluşturan ordunun bir kesiminin iktidarı ele geçirmek ve AKP’yi tepelemek üzere başlattığı bir iktidar savaşı olduğunu ifade etmiştik. Dolayısıyla yapılacak siyasal analizlere, kavganın her iki kesiminin de burjuva kesimler olduğu gerçeği dâhil edilmeden, tablonun tam olarak anlaşılamayacağını belirtmiştik.[*] Bugün yaşananlar bu değerlendirmeleri fazlasıyla doğrulamaktadır. Ancak doğru bir bakış açısına ve tarihsel bilince sahip olmadan yaşananları doğru kavramak mümkün değildir ve bu bakış açısından mahrum olan emekçi kitleler doğru bir değerlendirme olanağından yoksundur.
Devlet içinde yürüyüp giden ve 15 Temmuzda doruk noktasına ulaştıktan sonra bir tarafın zaferiyle sonuçlanan iktidar kavgasına payanda edilmek istenen örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksun işçi ve emekçi kitleler yoğun bir propagandanın hedefi durumundadır. Kitleler, aralarındaki hainlerin temizlenmesi için iktidardakilerle işbirliği yapmaya, kutsal vatanı teröre ve darbelere yedirtmemeye çağrılmaktadır. Bir yandan darbecilere yapılanlara hem hak hem destek verme, öte yandan “kurunun yanında yaşın da yanması” karşısında sessiz kalma noktasına getirilmektedir. Vatanın bir ihanet çemberi içinde olduğuna, böyle bir ortamda en ufak bir demokratik mücadelenin, kitlesel hak talebinin, eylemin, hatta eleştirinin “hainlere” karşı mücadelesinde devletin elini zayıflatacağına inandırılmaktadır. Hükümete ve devlete yönelik eleştiriler ne olursa olsun şimdi herkesin “devletinin yanında durması” gerektiği propagandasıyla bastırılmaktadır. İş öyle boyutlara taşınmaktadır ki, doğayı katleden maden şirketlerine karşı yaşam alanlarını savunan insanlar bile teröre ve uluslararası komplolara alet olmakla, Türk devletine savaş açmış güçlerle işbirliği yapmakla suçlanmaktadır.
Tarihin labirentlerinde iktidar kavgaları ve “vatan hainliği”
Marx, uygarlık tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu söylerken ezilenlerin ezenlere karşı mücadelesinin hiç durmadığını dile getirir. Aynı zamanda ezenler arasındaki iktidar savaşlarının da dünyayı yeniden ve yeniden şekillendirdiğini anlatır. Tarih iktidar için kapışan kesimlerin, ikiyüzlü bir çıkar kavgası içinde olduklarını gizledikleri, diğer çıkar odaklarını vatana ihanetle suçladıkları, ağır biçimde cezalandırdıkları, yer yer iktidarı kaybederek aynı suçlamalara ve cezalandırmalara maruz kaldıkları ya da bu savaşta zafer elde ettikleri halde çok ileri giderek yine de iktidarlarını kaybettikleri sayısız örnekle doludur.
Şimdi bize çok uzak görünen bir tarihte, milattan önce 442 yılında Atina’da bir oyun sahnelenir. Bu, Sofokles tarafından yazılan Antik Yunan tragedyası Antigone’dir. Günümüzde de sahnelenmeye devam eden tragedyada Thebai Kralı Kreon, Argos’u ele geçirmek üzere amansız bir savaş yürütmektedir. Eski kral Oidipus’un oğulları, Eteokles ve Polyneikes, babalarının yerine tahta çıkmak için iktidar kavgası içindeyken dayıları Kreon kral olmuştur. Kreon, ikisini de Argos’a karşı savaşmaya göndermiştir. Eteokles savaşta ölür, Polyneikes ise bir müddet sonra savaşmayı reddeder, ayaklanma başlatır. Kreon onu vatan haini ilan eder, öldürtür ve Thebai halkına ibret olsun diye cesedinin gömülmesine izin vermez. Polyneikes’in kız kardeşi Antigone gizlice cesedi gömer. Kreon buna çok öfkelenir. Gömülen cesedi toprak altından çıkarttırıp çürümeye bıraktırır. Antigone’yi de ölüme mahkûm eder. Zalim tutumuyla halkın büyük tepkisini çekmiştir Kreon. Ama topluma korku hâkim olmuştur. Tepki birikmekte ama dışa vurulamamaktadır. Memnuniyetsizlik sadece fısıltılarla ifade edilmektedir. Kurbanın diğer kız kardeşi bile yapılanlara sessiz kalmıştır. Kreon’u çok az kişi eleştirebilmektedir ama o tüm eleştirilere kulak tıkar. Etrafına topladığı yaverleri önce şakşakçılık yapsalar da işler sarpa sarınca seslerini çıkarmaya başlarlar. Ama Kreon onlara o güne kadar iktidarın nimetlerinden nasıl da birlikte yararlandıklarını, aynı gemide olduklarını hatırlatır, onları susturur. Eleştirenleri cezalandırmaktan, Polyneikes’in cesedine işkence etmekten, ölüm fermanları vermekten, Argos’a karşı yıkıcı savaşı sürdürmekten vazgeçmez. O kadar ileri gider ki Antigone’nin nişanlısı olan oğlunu, savaşan orduların başındaki diğer oğlunu, ordusunu ve en sonunda Thebai’yi kaybeder. Kreon “vatan hainlerini” ezmiştir, öte yandan Kreon’un saldırılarına karşı koymaya çalışan Argos halkı da Thebai halkı da sonsuz acılar çekmiş, nice genç evladını kurban vermiştir. Kendisi de bir komutan ve siyasetçi olan Sofokles’in tragedyalarıyla sadece kendi zamanının iktidar kapışmalarını anlatmadığı, sınıflı toplumlarda Kreonların ve Polyneikeslerin asla tükenmeyeceği o kadar açık ki!
Tarihin sunduğu bir diğer ilginç örnek de Romalı diktatör Julius Sezar’dır. Milattan önceki son yüzyılda ihtişamlı Roma’da iktidar basamaklarını hızla ve kararlı adımlarla tırmanan Sezar, her dönemeçte rakiplerine vatan haini damgasını basmaktan çekinmeyecekti. Roma halkını kandırıp arkasına alarak karşıtlarını teker teker ezecekti. Tüm iktidarı ellerine alıp Roma’yı bir cumhuriyetten imparatorluğa dönüştürürken dictator perpetuus yani ömür boyu diktatör ilan edilecek ama kurulu düzene ihanet ettiği için, iktidarı sadece kendine istediği için cumhuriyetçiler tarafından hançerlenmekten kurtulamayacaktı. Sırtından hançerlendiğinde “Sen de mi Brütüs?” diyerek onu öldürenlerden böyle bir “ihanet” beklemediği rivayet olunur. Sezar cumhuriyete son veren bir diktatör olmasına rağmen onu öldürenler daha sonra Roma’ya ihanet etmekle suçlanırlar. Yenilgileri ağır olur.
Bir zamanlar Sezar’ın büyük zaferler kazandığı Galya topraklarının bir parçası olan 18. yüzyıl Fransa’sında yaşananlar da burada anılmayı hak eden örneklerdendir. 1789 Fransız Devrimi gerçekleştiğinde kazanan taraf burjuvaziydi ve aristokrasiyi ezmek için halk kitlelerinin desteğini almakta hiç zorlanmamıştı. İşçi ve köylü kitlelerin türlü özlemlerle kanları ve canları pahasına gerçekleştirdiği devrime el koyan burjuvazi aristokrasiyi ortadan kaldırmak için bu desteğin yanı sıra giyotinden de güç alacaktı. Ancak devrimden sonra burjuvazi iktidarı ele geçirerek muradına ererken kitlelerin hiçbir talebi karşılanmayacak, açlık ve baskılar devam edecek, monarşistler yeniden güç kazanacak ve “vatan haini” cumhuriyetçilere karşı güç toplamaya çalışacaklardı. Monarşistlerin ve cumhuriyetçilerin kapışmasından yararlanarak iktidara yürüyen Napolyon Bonaparte da “vatan hainlerinin” cumhuriyeti katlettiği propagandasını yaparak karşıtlarını vatana ihanetle suçlayacaktı. Ordudaki bir yüzbaşı iken tüm iktidar iplerini eline alacak ve “vatan hainlerine” karşı amansız bir savaş verecekti. İktidardan vatan hainliğine, vatan hainliğinden iktidara iniş çıkışlar sürerken Fransa’nın baldırıçıplaklarının acısı dinmek bilmeyecekti.
Kapitalistlerin vatanı, işçi sınıfının “vatanı”
İktidar kapışmalarının kızıştığı dönemlerde her zaman muzafferler ve hainler olur ve bunlar güç dengelerindeki değişikliklerle kolaylıkla yer değiştirebilirler. Ama elbette tüm egemenler için her dönemde “vatan hainleri” esas olarak sömürü düzenine karşı mücadele bayrağı açanlardır. Burjuvazinin gözünde esas “vatan hainleri” kapitalizmi yıkmak için mücadele eden ve ezilenlere ayağa dikilmek için çağrılar yapan devrimciler ve sosyalistlerdir.
Sömürülü toplumlar uzun insanlık tarihinin içinde görece küçük bir bölümü teşkil etmektedir. Bu toplumların sonuncusu olan kapitalizm burjuva ideologların iddialarının tersine insanlığın görebileceği en iyi sistem olmadığı gibi ebedi de değildir. İnsanlığın ezici çoğunluğu için kapitalist sistemde yaşamak kahırdır, köleliktir, çürümedir. Kapitalizm sınıflı ve sömürülü toplumlar parantezinin artık kapatılması gereken sonudur. İşte bu bilinci taşıyan ve işçi sınıfını örgütleyerek egemen sınıflara “artık yeter, sizin çıkarlarınızı paylaşmıyoruz, sizin dünyanızı istemiyoruz, düzeninizi yıkacak ve yepyeni bir dünya kuracağız” diyeceği günlere hazırlayan komünistler, kapitalistlerin can düşmanıdır. Burjuvazi burada da aynı kuralı işletmektedir: “Benim çıkarlarıma, benim iktidarıma düşman mısın? O halde sen bir teröristsin, vatan hainisin!”
İşçi ve emekçi kitleler için “vatan”, doğup büyüdüğü, aşina olduğu, kültürel olarak yabancı hissetmediği topraklardır. Ama egemen sınıf ve iktidar sahipleri için “vatan” bambaşka bir şeydir. Onlar için çıkarlarının ta kendisidir vatan. Sermayelerini büyütmek için onlara sunulan ortamdır. Yatırım ve pazar alanıdır. Dışa açılmak için kullanılan bir manivelâdır. Diğer uluslardan kapitalistlerle rekabet edebilmek için sırtlarını dayadıkları devlettir. Bu devlet onlar adına düzeni sağlar, hizmetlerine sunmak için vergi toplar, fonlar oluşturur. Gerektiğinde gümrük duvarlarını yükseltir, gerektiğinde kurtarma paketleri çıkarır. Sermayenin büyümesi için kanunlar koyar. Toplumu baskı altında tutar. Egemenlerin çıkarlarına aykırı olan isyanları bastırır. Zindanlar inşa eder. Patronlar sınıfı, çıkarları için bu vatan üzerinde yaşayanları iliklerine kadar sömürür, gerektiğinde savaşlara sürmekten çekinmez. Kârlı işler söz konusu olduğunda vatan matan takmaz, dünyanın öbür ucuna kadar giderler. Emekçi kitlelere “kutsal” olduğunu benimsettikleri o vatanın topraklarını madenler için yağmalamaktan, ağaçlarını, sularını kurutmaktan, betondan bir tabakayla kaplayıp nefessiz bırakmaktan, nükleerle zehirlemekten, savaşla yakıp yıkmaktan, hatta satmaktan bile kaçınmazlar. Burjuvazinin vatan sevgisi kâr, güç ve iktidar sevgisinden başka bir şey değildir. Nitekim vatan hainliği ile suçlanan Nâzım Hikmet bu gerçeği yıllar önce ölümsüz dizelerle dile getirmiştir.
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
İnsanlar elbette doğup büyüdükleri ve aynı dili konuştukları insanlarla çevrelendikleri toprakları severler. Nâzım Hikmet de bu topraklara, bu toprakların insanlarına duyduğu sevgiyi şiirlerine akıttı. Ancak Nâzım Hikmet, bu sevgiyi sömürerek burjuvazinin emekçilere dayattığı şeyin “vatanseverlik” adı altında kendi çıkarlarına boyun eğdirmek olduğunu da yansıttı şiirlerine. Bir komünist olarak gerçekleri anlattı, burjuvazinin ikiyüzlülüğünü emekçilerin gözünde teşhir etmeye çalıştı. DP iktidarı döneminde Türkiye’nin sermayenin çıkarları gereği NATO’ya girebilmesi için Kore’ye günlüğü 23 sente mal olan binlerce asker göndermesini de teşhir etti, CHP iktidarı döneminde ABD tarafından bütçeye hibe edilen 120 milyon lira karşılığında yapılan kirli anlaşmaları da. Nâzım her iki “vatansever” ve “milliyetçi” partinin iktidarı döneminde de “terörist”, “vatan haini” olarak kovuşturmalara uğradı, hapis yattı, sürgünlük çekti. Çünkü o bir komünistti. Hangi milletten olursa olsun tüm ezilenleri kardeşi, tüm ezenleri ise düşmanı bildi. Dünyanın insanlığın elinden alınıp uluslara, sınırlara bölünmesine, bir avuç kapitaliste peşkeş çekilmesine karşı mücadeleye adadı ömrünü. Terk etmek zorunda bırakıldığı toprakları, bu toprakların yeşilini, güneşini, denizini, gölgelerinde dost sohbetlerini, türkülerini sevdi; egemenlerin çıkarlarını ve kirli hesaplarını değil!
Patronlar sınıfının çıkarları uğruna devlete, sınırlara sahip çıkan milliyetçilik bir burjuva ideolojisidir ve işçi sınıfını felçleştiren zehir, saflarını dağıtan düşmandır. Nâzım’ın da yolundan yürüdüğü, işçi sınıfının büyük önderi Marx “işçilerin vatanı yoktur” diyerek işçi sınıfının milliyetçiliğe karşı alması gereken tutumu özetlemiş, “dünyanın bütün işçileri birleşin” çağrısı yapmıştır. Bu, burjuvazinin kendi çıkarları temelinde kışkırttığı milliyetçiliğe karşı işçi sınıfının enternasyonalizminin özlü ifadesidir. Marx, doğup büyüdüğü topraklardan kovulmuş, yok edilmek istenmiştir. Ama Marx da fikirleri de sonuna kadar bağlı olduğu enternasyonalizm ve komünizm mücadelesi de işçi sınıfının tarihsel hafızasından sökülüp atılamamıştır. Bütün ülkelerden bilinçli işçiler ve komünistler onun öğretisinin ışığında, “vatanım enternasyonaldir” diyerek, tüm dünyayı emekçiler için bir cennet haline getirme mücadelesine devam ediyorlar, edecekler.
[*] Askeri Darbe Girişiminden OHAL Düzenine, 30 Temmuz 2016, marksist.com
link: Ezgi Şanlı, Kapitalistlerin Vatanı, İşçi Sınıfının “Vatanı”, 27 Eylül 2016, https://marksist.net/node/5307
Cumartesi Anneleri 600 Haftadır Aynı Yerde!
Kaybedenler Kaybedecek!