AKP hükümetinin Kürt illerini ateşe vererek, Rojava’da özyönetim girişimini boğmaya çalışarak ve Suriye’ye cihatçı çeteler üzerinden müdahale ederek doruğa tırmandırdığı savaş, Türkiye’nin batısına da sıçramış bulunuyor. Ankara, 17 Şubatta gerçekleştirilen ve onlarca insanın yaşamını yitirdiği bombalı saldırının ardından, 13 Martta ikinci kez benzer bir eylemle sarsıldı. Her şeyden önce bu saldırının Saray’ın ve AKP’nin kanlı savaş politikalarının dolaysız sonuçlarından biri olduğunu söylemek gerekiyor. Ülkenin doğusunda yüzlerce insan katledilirken, kentler yakılıp yıkılırken, savaşın batıya doğru yayılmaya başlamaması beklenemezdi ve beklenen şey acı bir şekilde gerçekleşmektedir. Medyayı tekeline alan ve kirli propaganda çarklarını acımasızca işleten AKP, batıdaki emekçi kitlelerin beynini yalanlarıyla felçleştirip Kürt halkına uygulanan zulmü gözlerden saklamayı önemli ölçüde başarsa da, bu zulüm milyonlarca Kürtte artık geri dönüşü zor görünen bir zihinsel kopuşa yol açmıştır.
Vahşet bodrumları ve katillere koruma zırhı
AKP hükümetinin aylardır abluka altında tutarak kirli bir savaş yürüttüğü Kürt illerinden gelen vahşet haberlerinin ve işlenen insanlık suçlarının ardı arkası kesilmiyor. Topa tutulup yıkılan, içlerindeki insanlarla birlikte yakılan evler; bombalarla, kimyasal silahlarla katledilen, işkence edilen, çırılçıplak soyulup sokak ortasında toplu olarak teşhir edilen, cansız bedenleri üst üste yığılıp mehter marşları eşliğinde polis araçlarıyla gezdirilen yüzlerce insan…
Bu vahşetin doruğa tırmandığı yer kuşkusuz Cizre oldu. 80 gün boyunca yakılıp yıkılan Cizre’de, vahşet bodrumlarından, çoğu tanınmaz halde 178 ceset çıkarıldı. Bölgeye giden gözlemciler, yakılıp yıkılan evlerin enkazından halen çürümüş ceset kokuları geldiğini ve ölü sayısının gerçekte 300’ü aştığını belirtiyorlar. Bölge halkı, enkazlardan kepçelerle çöplüklere taşınan molozlar arasında pek çok beden uzvuna rastladıklarını ifade ediyor. Sur’da da benzer bir katliam ve yıkım yaşanıyor ve şimdi de Yüksekova, Nusaybin ve Şırnak hedefe yerleştirilmiş durumda.
Cizre’deki vahşet bodrumlarında 3 Martta sınırlı bir incelemede bulunan İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) heyetlerinin hazırladığı raporda pek çok çarpıcı husus yer alıyor. TİHV Başkanı ve adli tıp uzmanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın hazırladığı raporun sonuç bölümünde, “ilk belirlemelerin, ölü sayısının üç bodrumdan otopsi için gönderildiği belirtilen 178 rakamının üzerinde olabileceği kuşkusu uyandırdığı” vurgulanıyor. İlk bodrumda çok sayıda insan kemiğinin yanı sıra bir çocuğa ait bir alt çene kemiğinin de görüldüğünün belirtildiği raporda, bunun sivil ölümlerle ilgili iddiaları destekler nitelikte olduğuna dikkat çekiliyor. İlk bodrumda, kömürleşmiş kafatası ve kemiklerin birkaç metre ötesinde yanmamış yünlerin bulunmasının, yanmış kemiklerin “genel ve yaygın bir yangına yol açacak bir patlayıcıdan çok, yüksek ısı oluşturacak bir sınırlı yangın ortamında kalmış oldukları”nı düşündürttüğünün belirtildiği raporda, ikinci bodruma dair de şu tespitlerde bulunuluyor:
“İkinci bodrum tümüyle moloz yığınlarının bulunduğu diğer yıkılmış binaların arasında bir alandır. Bu alandan alınan molozların Dicle Nehri kıyısına döküldüğü, molozlar arasında insan bedenlerine ait parçalar bulunduğu ve bu bölgeye insanların sokulmadığı görüşülen kişilerce aktarılmış, molozlar arasında insan bedeni parçaları görünen fotoğraflar milletvekili Faysal Sarıyıldız tarafından daha önce paylaşılmıştır. Bu alan tümüyle moloz ile kaplı olduğundan bu bölgeden kaç cenaze çıkarıldığı, tamamının çıkarılıp çıkarılmadığı, dolayısıyla moloz yığınları altında hâlâ cenazelerin olup olmadığı ve gerçek ölüm sayısı belirsizliğini korumaktadır.”
Üçüncü bodruma ilişkin olarak ise, söz konusu bina güvenli bir şekilde girilemeyecek derecede tahrip olduğundan, orada hâlâ cenaze bulunup bulunmadığının ve olay ile ilgili bir değerlendirme yapabilmenin mümkün olmadığı ifade ediliyor.
İncelemelerde bulunmak üzere gittikleri Cizre’nin yanık et koktuğunu belirten Şebnem Korur Fincancı, yaptığı açıklamalarda, daha önce Bosna’da işlenen savaş suçlarını ve katliamları takip ettiğini hatırlatarak, Cizre’de yaşanan vahşetin boyutlarına şöyle dikkat çekiyor: “Cizre’de karşılaştığımız tablo, Bosna’nın çok ötesinde. Bosna’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde savaşan insanlar oldu, ancak bu bodrumlarda katledilen insanların hepsi sivil. … Bosna’da yetişkinlere ait insan kemikleri ve toplu mezarlar bulundu. Fakat Cizre’de yakılan çocuklardan bahsediyoruz.”
İşlenen suçların yargıya taşınabilmesi için incelemelerin titizlikle ve bağımsız heyetler tarafından yapılması gerektiğinin altını çizen Fincancı, “Burada işlenen suçlar uluslararası mahkemelerde yargılanacak. Bu insanlığa karşı işlenen suçtur. Bu suçun zaman aşımı olmaz. Bu vahşet, bir soykırım girişimidir” diyor.
Sivillere ve direnişçilere karşı açıkça insanlık suçu ve savaş suçu işlenirken, Başbakan Silopi’ye gidip, “Bütün vatandaşlarımız arasında sevgi ve muhabbet tohumları ekmeye devam ediyoruz. Biz bu topraklara sadece sevgi tohumları ekmeye geldik” diyebiliyor. Genelkurmay Basın ve Halkla İlişkiler Dairesi Başkanı Ertuğrul Gazi Özkürkçü ise, “Operasyonlarda gösterdiğimiz duyarlılıkla övünüyoruz. Bu operasyonda gösterilen duyarlılığın aynısı bir Avrupa ülkesinde uygulansaydı bunu başaranlara Nobel Barış Ödülü verilirdi” diyerek halkla alenen dalga geçiyor. Egemenler, savaşı, zorbalığı, vahşeti, sevgi olarak sunuyorlar! ABD emperyalizmi de Irak’ta yüz binlerin canını alıp Felluce’de kimyasal silahlarla insanları katlederken oraya “özgürlük ve demokrasi” götürdüğünü iddia etmiyor muydu!
HDP’nin gösterdiği seçim başarısının ardından Meclis’te istediği çoğunluğa asla sahip olamayacağını, dolayısıyla başkanlık sistemi başta olmak üzere arzuladığı anayasal değişiklikleri gerçekleştiremeyeceğini, bunun yanı sıra Kürtlerin Rojava’da elde ettiği kazanımın geri çevrilemez olduğunu anlayan ve sıkışan AKP hükümeti, yaşadığı hezimetin intikamını almak, milyonlarca Kürdü sürgün ederek Kürt illerinde seçmen dağılımını değiştirmek ve Kürt hareketine yasal siyaset zemininin önünü kapamak için kirli bir savaş başlattı. AKP hükümeti, bu savaşta yasaları askıya alarak, yani Erdoğan’ın sözleriyle “mevzuatı bir kenara bırakarak” her türlü insanlık suçunu işliyor. Bu arada, ordunun bu savaşı yürütmek için şart koştuğu güvenceleri yerine getirmek üzere de harekete geçmiş bulunuyor. Daha önce Ergenekon davaları sırasında askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmalarının önünü açan ve yargılanmalarını izne bağlayan düzenlemeleri değiştiren AKP, şimdi askeri yeniden fiili dokunulmazlık zırhına büründürmeye çalışıyor. Böylece, işlenen savaş suçları karşısında ciddi davalarla yüzyüze olan askerler, yapılması planlanan düzenlemeyle korumaya alınacak. Henüz hükümetten bir açıklama gelmemekle birlikte bu koruma zırhının iki şekilde sağlanabileceği dillendiriliyor.
Bunlardan biri, Milli Savunma Bakanlığının hazırlayıp Adalet Bakanlığına gönderdiği söylenen yasa taslağı. Bu yasal düzenlemenin hayata geçmesi durumunda, Kürtlere karşı yürütülen haksız savaşın uygulayıcıları olan askerler (er-subay ayrımı olmaksızın) adam öldürme, işkence, kötü muamele, tecavüz gibi suçlarla suçlandıklarında, ancak Milli Savunma Bakanının ve Başbakanın izin vermesi halinde yargılanabilecekler.
İkincisi ise, “Terörle Mücadele Yasası”na yapılacak bir ekle bu korumanın sağlanması. Buna göre, bu kanun kapsamında görevlendirilen askerlerin tüm faaliyetleri askerlik hizmet ve görevlerinden sayılacak. İlgili personelin emeklilik, istifa gibi nedenlerle orduyla ilişiği kesilmiş olsa dahi, söz konusu görevler sırasında işlediği suçlardan dolayı soruşturma ve kovuşturma yetkisi askeri yargıya verilecek.
Askerleri koruma zırhıyla donatan bu tür yasal düzenlemelerin, katliam, işkence, yargısız infaz başta olmak üzere her türlü savaş-insanlık suçunun sınırsızca işlenebilmesi ve her türlü hukuksuzluğa kapıların ardına dek açılması anlamına geleceği çok açıktır. Kürt halkını topyekûn düşman olarak görüp yok etme stratejisiyle hareket eden devlet güçlerinin 80’li ve 90’lı yıllarda yaptıkları zulüm halen hatırlardan çıkmamıştır. Bugün de o zulme yol açan imha ve inkâr politikaları yeniden ve çok daha kanlı bir şekilde uygulamaya sokulmuştur. Tam da bu yüzden, suç dosyası kabaran hükümet, kendisini ve emri altındaki savaş güçlerini koruma altına almak için her türlü yasal önleme başvurmaktadır. Bunun yanı sıra faşist baskıları, yasakları da tırmandırmaktadır. Kürtlerin yanı sıra muhalif gazeteciler, akademisyenler, demokratik kitle örgütleri zaten uzunca bir süredir cendere altındayken, bu kadarının Saray’ı ve hükümetini tatmin etmediği görülüyor. Erdoğan’ın “ya bizden yanasınız ya da teröristlerden” diyerek, iktidarın politikalarına onay vermeyen herkesi “terörist” kategorisine sokup yok edilmeleri gereken düşmanlar olarak kodlaması ve yeni faşizan düzenlemeler için çağrıda bulunması, faşist tırmanışın ulaştığı evre açısından da önemli bir işarettir. Daha birkaç yıl öncesine kadar, asit kuyularının, toplu mezarların, faili meçhullerin, işkencelerin hesabını soracağını, 12 Eylül Anayasasından kaldırdığı geçici 15. maddeyle birlikte o dönemde işlenen insanlık suçlarının hesabının sorulacağını iddia ederek demokrasi şampiyonu pozları kesen AKP hükümetinin bugün geldiği nokta 12 Eylül faşizminin uygulamalarını da aşmaktadır.
Türk işçi ve emekçilerin şu gerçekliği çok iyi görmesi gerekiyor: Erdoğan’ın ve AKP’nin hesapları da, arzuladıkları yeni düzen de kan üzerine kuruludur ve bu savaş politikalarına sessiz kalan herkes, aynı zamanda Türkiye’nin korkunç bir felâkete sürüklenmesinin vebalini taşımaktadır. Silopi’de, Cizre’de, Sur’da, Yüksekova’da, Nusaybin’de yaşananlara gözlerini kapatıp sessiz kalmak, Ankara’yı, İstanbul’u, İzmir’i saracak alevlere davetiye çıkarmaktır. Azgın savaş politikalarının ve tırmanan faşizmin yarattığı ateş çemberini yarmanın yolu, kararlı bir mücadeleyle zalimlere her cepheden yüklenmekten geçiyor!
link: Zeynep Güneş, Vahşete Sessiz Kalma!, 16 Mart 2016, https://marksist.net/node/4975
Ben Anadolu’yum
Kızıl Yürekli Kadınlarımız!