Emperyalist paylaşım savaşının merkezi olan Ortadoğu her gün yeni gelişmelere sahne oluyor. Emperyalist-kapitalist devletler çeşitli güç denemeleri yapıyor, rakiplerini yokluyor ve sonucuna göre yeni hamlelerin hazırlığına girişiyor. Yapılan açıklamaların tonu gittikçe sertleşirken, tansiyon sürekli yükseliyor. Bölge adeta barut fıçısını andırıyor. Bölgedeki kilit aktörlerden Suudi Arabistan ve İran arasında yaşanan gerilim de giderek tırmanıyor. Suudi Arabistan’ın Şii lider Nimr El-Nimr’i idam etmesi iki ülke arasındaki ipleri kopardı diyebiliriz. İdamın ardından İran’da Suudi Arabistan’ı protesto gösterileri düzenlendi, Suudi büyükelçiliği ve konsolosluğu yakıldı. Bunun üzerine Suudi Arabistan, İran’la diplomatik ve ticari ilişkilerini kesti. Bahreyn ve Sudan da İran’la diplomatik ilişkilerini kestiğini açıklarken, Birleşik Arap Emirlikleri ise diplomatik ilişkilerin seviyesini düşürdü. Bunlarla yetinmeyen Suudi rejimi Arap Birliği’ni olağanüstü toplantıya çağırarak İran’ın kınanmasını sağladı.
Suudi Arabistan’ın yeni yılın ilk günlerinde idam ettiği 47 kişiden birisi olan El-Nimr, “Arap baharı” rüzgârlarının estiği süreçte, Arabistan’da azınlıkta olan ve Vahabi rejiminin baskılarına maruz kalan Şiilerin mücadelesinde öne çıkan isimlerden biriydi. “Rejim karşıtı” faaliyetlerinden dolayı 2012 yılında tutuklanmış ve hakkında idam kararı verilmişti. İranlı yetkililer idamın gerçekleşmesi durumunda “sonuçları kötü olur” şeklinde açıklamalarla Suudi rejimine uyarılarda bulunmuşlardı. El-Nimr’in, emperyalist kampların giderek belirginleştiği ve tarafların karşılıklı hamlelerde bulunduğu bir dönemde idam edilmesi tesadüf veya sonuçları hesaplanmamış bir adım olarak düşünülemez. Özellikle Şii gençlerin büyük sempati beslediği El-Nimr’in idam edilmesinin hem içeride hem de dışarıda tepkilere yol açacağı muhakkaktı. O halde, Suudi Arabistan bölgedeki tansiyonu daha da arttıracağı belli olan böyle bir adımı neden attı?
Aslında Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesiyle Suudi Arabistan’ın Şii lideri idam etmesi aynı büyük resmin parçasıdır. Sadece aktörler farklıdır. Rus uçağı düşürüldüğünde Türkiye’nin izlediği emperyalist politikaların sonucu olarak riskli bir hamle yaptığını, ciddi sonuçlar doğuracak nitelikteki bu önemli gelişmenin bir bütün olarak emperyalist savaş sürecinin gidişatının önümüze getirdiği bir sonuç olduğunu, bu gibi tüm hamle ve gelişmelerin genel olarak gerilimi arttırmakta, bir sonraki aşamada daha riskli, daha patlayıcı gelişmelere zemin döşemekte olduğunu söylemiştik. El-Nimr’in idam edilmesiyle patlak veren kriz de işte bu emperyalist savaş sürecinin bir sonucudur.
Krizin arka planı
Suudi Arabistan ve İran Ortadoğu’da çıkarları çatışan iki bölgesel güç. Şiilerin çoğunlukta olduğu İran ile Sünnilerin çoğunlukta olduğu Suudi Arabistan arasındaki bu rekabet eskiye dayanıyor. İran egemenleri Şiiliği bölgedeki emelleri için kullanırken, Suudi Arabistan da aynı şekilde Sünniliği kullanmıştır bugüne kadar. Örneğin, 1980-88 İran-Irak savaşında Suudi Arabistan Saddam’ı desteklemişti. Çünkü nüfusunun üçte ikisi Şii olan Irak’ta Saddam’ın yenilmesi, İran’ın Şii kozunu kullanarak bölgeye daha fazla hâkim olması anlamına gelirdi. Emperyalist paylaşım savaşının kızıştığı şu günlerde ise, bölgesel ve küresel güçler mezhep eksenli politikalara daha fazla başvurdukları için Ortadoğu’daki mezhepsel ayrımlar daha önemli bir hale gelmiş bulunuyor. Üstelik mezhep eksenli politikalar sonucu tırmanan gerginliğin sadece Suudi Arabistan ve İran’la sınırlı kalmayacağı açıktır. Açıktır ki, gerek büyük emperyalist güçler gerekse de bölgesel güçler, emperyalist savaşta nüfuzlarını arttırabilmek için mezhep çatışmalarını körüklemekte ve mezhepsel ayrımları kullanmaktadırlar.
İran’ın, ABD işgalinden sonra Irak’ta giderek nüfuzunu arttırması, Suriye iç savaşında da aktif bir rol üstlenmesi, ABD’nin Ortadoğu politikasında taktiksel değişikliklere gitmesi sonucu nükleer müzakereler ile İran’ın önündeki engellerin belli ölçülerde de olsa kaldırılması gibi gelişmeler Suudi Arabistan da dâhil olmak üzere İran’ın bölgesel rakiplerini tedirgin etmiştir. Uygulanan ağır yaptırım ve ambargolar İran kapitalizminin gelişmesine engel olmakta ve dolayısıyla potansiyelinin altında bir gelişim göstermesine yol açmaktaydı. Krizin derinleştiği bu süreçte, İran’ın prangalarının gevşetilmesi ne kısa vadede ne de uzun vadede rakiplerinin işine geliyor. Petrol fiyatlarının düşüklüğü ve astronomik askeri harcamalar, ekonomisi petrole dayanan Suudi Arabistan’ın tarihinin en büyük bütçe açığını vermesine yol açtı. İran’a uygulanan yaptırım ve ambargoların kalkması, Suudi rejiminin petrol krizini daha da derinleştirecektir.
“Obama yönetimindeki ABD son dönemlerde Ortadoğu’da bir denge politikası yürütmektedir. Bush zamanında Irak’ı işgal ederek mevcut dengeleri tamamen altüst eden ve ardından da Sünni-Şii kamplaşmasının temellerini atarak Ortadoğu’nun cinini şişeden çıkaran ABD, Obama yönetimiyle birlikte dengeleri yeni temellerde oluşturmak yönünde bir politika izlemiştir. Önce ikilik çıkartmış sonra da bazen Sünnileri bazen Şiileri destekleyerek denge kurmaya çalışmıştır. ABD, «böl ve yönet» taktiğinin en işe yarar emperyalist taktiklerden biri olduğunu çok iyi bilmektedir. Başlangıçta, Saddam’ı devirdikten sonra Irak’ta Şiilerin önünü açmış ama İran’ın etkisini kırmak için Irak dışındaki bölgelerde ılımlı Sünni akımlara destek vermiş olan ABD, Sünni kesimin genel anlamda yükselişe geçmesi ama aynı zamanda bu kesimin liderliğine oynayan Erdoğan’ın kontrolden çıkması, ayrıca da El Kaide vb. radikal Sünni İslamcıların da «fazlaca» semirmesi üzerine dümeni kırarak İran’a el uzatmıştır.” (Kerem Dağlı, IŞİD ve Emperyalist Savaşın Kıskacındaki Ortadoğu, MT, Temmuz 2014)
ABD’nin bu denge politikası, Suudi Arabistan, Türkiye ve İsrail’i rahatsız ediyor. Perde arkasından gelişmelere kendi stratejik hedefleri doğrultusunda yön vermeye çalışan ABD’nin bazı kararları, bu bölge güçlerinin işine gelmiyor. İran konusunda çıkar ortaklığı içinde olan bu güçler, ABD’ye bazı mesajlar vermek için ortak hareket ediyorlar. Dengeyi kendi lehine bozmak isteyen Suudi rejimi, İran’ı köşeye sıkıştırarak daha riskli adımlar atmasını amaçlıyor. İdamın, İran’da Şubat ayında yapılacak parlamento ve Uzmanlar Meclisi seçimlerinin hemen öncesinde gerçekleşmesi de buna delalet ediyor. Şeyhin idamının İran’ın iç politikasına da etkileri olacağı ve İran yönetiminin buna kayıtsız kalmayacağı hesap edilmiş gözüküyor.
Şiilerin hamisi rolünü üstlenen İran, Sünni ekseninde yer alan ülkelerin tekerine çomak sokuyor. Örneğin, İran ve Suudi Arabistan’ın Suriye’deki iç savaşta pozisyonları ve beklentileri haliyle farklılık taşıyor. Bölgenin en önemli sorunu haline gelen Suriye sorununda İran önemli aktörlerden birisi pozisyonunda. İran Esad iktidarının devamından yana tutum alırken, Suudi Arabistan ise Türkiye ile birlikte başından beri Esad rejiminin devrilmesi için savaşan muhalifleri destekliyor. Suriye krizinin çözümü konusunda görüşmelerin devam ettiği ve belli noktalarda anlaşmalara varıldığı söylenen şu günlerde patlak veren krizin Suriye sorununu nasıl etkileyeceğini göreceğiz. Son olarak, BM Güvenlik Konseyi, Suriye ile ilgili olarak şu kararı almıştı: Ocak ayı başında siyasi geçiş için ateşkes ve resmi müzakere çağrısı, IŞİD ve El Nusra Cephesi dâhil “terörist” olarak görülen grupların sürecin dışında tutulması, altı ay içinde “güvenilir, kapsayıcı ve mezhepsel olmayan bir yönetim” oluşturulması, 18 ay içinde BM gözetimi altında “özgür ve adil seçimler” yapılması. Geçişin Esad’lı mı Esad’sız mı olacağı ise halen belirsizliğini koruyor. Suudi Arabistan İran yüzünden Cenevre’de yapılacak Suriye görüşmelerini boykot etmeyeceğini açıklamıştır. Dengelerin bu kadar hassas olduğu bir süreçte, bu görüşmelerden bir şey çıkmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Kuvvetle muhtemel ki, Suudi Arabistan Esad rejimine karşı savaşan grupları daha fazla destekleyerek, İran’ın Suriye’de nüfuzunu arttırmasına engel olmaya çalışacaktır.
Türkiye tarafsız mı?
Türkiye’nin her iki ülkeye de eşit mesafede olduğuna dair haberler yansıdı basına. Keza başlangıçta hükümet kanadından her iki ülkeye de “dostane” tavsiyelerde bulunuldu. Elbette biz yapılan açıklamaları değil, siyasi çıkarları ve bu doğrultuda atılan adımları hesaba katarak gelişmeleri değerlendirmeliyiz. Rus uçağını düşüren bir ülkenin “her iki ülkeyi de teenni içinde hareket etmeye” davet etmesi hükümetin açıklamalarının ne kadar inandırıcı olduğunu yeterince gösteriyor. Ancak yapılan resmi açıklama bile aslında Türkiye’nin konuya hiç de bitaraf olmadığını gösteriyor. Dışişleri’nin yaptığı açıklamada Suudi Arabistan’ın İran’daki binalarına yapılan saldırılar “kabul edilemez” olarak nitelenirken, idamlara değinilmedi bile. Erdoğan ise, başka ülkelerde de idam müessesesinin olduğunu söyleyerek Türkiye’nin tarafını belli etti.
Nitekim hükümetin önde gelen kalemşorlarından İbrahim Karagül de, meselenin idamlar olmadığını, büyük bir savaşa hazırlık olduğunu açık sözlülükle yazdı: “İran; Yemen’den çekilmezse, Suriye’den çekilmezse, Türkiye’nin güney sınırlarından çekilmezse, Basra Körfezi’ni tehdit etmekten vazgeçmezse, bu savaş önlenemez hale gelecektir.” AKP ve kalemşorları Türkiye hariç bütün ülkelerin yayılmacı emeller peşinde olduklarını, Türkiye’nin ise kendisini koruyabilmek için bölgede aktif bir politika izlemek zorunda kaldığını, hatta Ortadoğu’yu bu cehennem alevlerinden kurtaracak tek gücün Türkiye olduğunu söylüyorlar. Oysa bu koca bir yalandır ve Türkiye sütten çıkmış ak kaşık değildir. Tıpkı İran gibi, Suudi Arabistan gibi bölgede hegemonya tesis etmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşanan hiçbir olaya tarafsız kalmayacağı açıktır; İran-Suudi Arabistan gerilimine de tarafsız değildir.
Türkiye ile İran daha yakın zamanda Başika krizinde karşı karşıya gelmişti. Görünen o ki, El-Nimr’in idam edilmesi bir kez daha Türkiye’yi ve İran’ı karşı karşıya getirdi. İran basınında idamın Erdoğan’ın ziyareti sonrasında gerçekleştiği ve bu ziyaretle idamlar arasında bağ olabileceğine dair haber ve yorumlar çıktığı için, İran’ın Ankara büyükelçisi Dışişleri’ne çağrılarak, bu yayınlara son verilmesi istendi. G-20 zirvesinde Erdoğan ile Salman arasındaki yakın ilişki, Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyareti ve İran büyükelçisinin uyarılması Türkiye’nin hangi tarafta olduğunu gösteriyor. Elbette bu, Suudi rejimi ile Türkiye’nin her konuda ortak çıkarları olan iki müttefik olduğu anlamına gelmiyor. Zaman zaman taktiksel olarak veya şartların zorlaması ile aynı cephede yan yana gelseler de, Türkiye ile Suudi Arabistan bölgesel rakiplerdir. Meselâ, Yemen’e yapılan Kararlılık Operasyonunda Türkiye, Suudların yanında yer almıştı. Mısır’da ise, Suudi Arabistan’ın desteklediği Sisi iktidarına Türkiye karşı çıkmıştı.
Sünni-Şii cepheleşmesi
İran ve Suudi Arabistan’ın karşı karşıya geldiği ülkelerden birisi de Yemen. Kısaca hatırlatacak olursak, Husiler İran’ın desteğiyle Yemen’de iktidara ortak olmuşlardı. Yemen’in İran’ın yörüngesine girmesine engel olmak isteyen Suudi Arabistan öncülüğünde askeri operasyon başlatılmıştı. (Bkz. Utku Kızılok, Yemen’e Müdahale ve Genişleyen Ortadoğu Savaşı, MT, 11 Nisan 2015) 15 Aralıkta ise Yemen krizinin müzakerelerle çözülmesi için ateşkes ilan edilmişti. Suudi Arabistan, tam da idamların gerçekleştirildiği gün, Yemen’de devam eden ateşkesi “Husi militanlarının karara uymadıkları” gerekçesiyle bozdu. Yemen’de ateşkesin bozulmasını ve hemen ardından, İran konsolosluğunun hemen yanı başına füze atılmasını da, İran’ı sıkıştırma niyetinin bir parçası olarak değerlendirmek yanlış olmaz.
Suudi Arabistan’ın geçtiğimiz bir yıl içerisinde Sünni eksenin liderliği için inisiyatif alması bugünün habercisiydi:
“Müslüman ülkelerin liderliğine oynayan ve Ortadoğu’da Sünni bir eksen yaratmaya çalışan Türkiye’nin Mısır ve Suriye politikalarında başarısız olması ve yalnızlaşması, Suudi Arabistan’ı öne çıkartmıştır. Zaten ezelden beri Şii İran karşısında Sünni eksen politikası uygulayan Suudi Arabistan, Yemen’deki iç siyasal krizi bahane ederek bu politikasına hız vermiştir.”
“Suudi Arabistan, İran’ın Şiiliği kullanarak Ortadoğu’da bir imparatorluk kurduğunu iddia edip diğer Sünni ülkeler üzerinde baskı kurmaktadır. Aslında Yemen’e müdahale edilmesinin amacı da mezhepsel çelişkileri kalınlaştırmaktır. 26. Arap Birliği Zirvesinde «Arap ortak askeri güç birliği» kurulması yönünde karar alınması da bu politikanın bir sonucudur. Bu Arap ordusu kurma girişimi, aynı zamanda Ortadoğu’daki emperyalist-kapitalist kapışmanın nereye doğru gittiğinin bir göstergesidir.” (agm)
Arap ordusu kurulamadı ama Suudi Arabistan Aralık ayı ortasında, 30’u aşkın ülkenin katılımıyla terörizme karşı İslam Ordusu Koalisyonu oluşturduklarını ilan etti. Türkiye, Bangladeş, Malezya gibi Sünni ekseninde bulunan ülkelerin yer aldığı bu orduda, elbette İran ve Irak yer almıyor. Dolayısıyla, bir İslam Ordusundan çok, Sünni koalisyon nitelemesini daha fazla hak ediyor. ABD öncülüğünde kurulan IŞİD karşıtı koalisyonla koordineli bir biçimde hareket edeceği söylenen Sünni koalisyondan ABD de memnuniyetini dile getirdi.
Öyle görünüyor ki, emperyalist paylaşım savaşı “mezhep savaşları” görünümü altında yoğunlaşarak devam edecek. Her ne kadar İran ile ilişkilerini iyileştirmeye başladıysa da, ABD, İran’ın Şii kartını kullanarak stratejik planlarını bozmasını da istemiyor. Bölgedeki mezhep farklılıklarını kullanarak hedefine doğru yol alıyor. Fakat oyun kurucu ABD bile kadir-i mutlak değildir. Bölgesel güçlerin yüzde yüz Amerikan emperyalizminin çıkarlarına göre hareket etmelerini sağlayamamaktadır. Bu yüzden her an politikalarını gözden geçirmekte ve bölgedeki dengeleri ve çelişkileri göz önünde bulundurarak taktiksel değişikliklere başvurmaktadır. ABD Ortadoğu’yu kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirerek tarihsel bunalımını atlatmak istiyor. Diğer küresel ve bölgesel güçler de aynı şeyi kendileri için istiyorlar. Kuşkusuz bu sürecin ne zaman ve nasıl sona ereceğini ezilen ve sömürülenlerin içeride ve dışarıda gerçek düşmanlarına karşı mücadele yürütüp yürütememeleri belirleyecektir.
link: Suphi Koray, Ortadoğu’da Yeni Kriz: İran-Suudi Gerilimi, 19 Ocak 2016, https://marksist.net/node/4850
Hrant Dink Cinayetinin Gerçek Sorumlusu AKP İktidarıdır!
Hrant Dink Katledilişinin 9. Yılında Anıldı