Olağanüstü koşullarda gidilen 1 Kasım seçimleri, AKP’nin tek başına iktidar çoğunluğunu elde etmesiyle sonuçlandı. AKP oyların yüzde 49,5’ini alırken, CHP yüzde 25,3’te kaldı. Yaklaşık iki milyon oy kaybederek oy oranını yüzde 11,9’a düşüren MHP büyük bir darbe yemiş oldu. 7 Haziranda barajı aşmakla kalmayıp oylarını yüzde 13’e çıkartan HDP ise, bir milyona yakın oy kaybetmesine rağmen, yüzde 10,8 oy oranı ile önüne konan barajları bir kez daha yıkmayı başardı. Şu noktayı önemle vurgulamak gerekir: Eğer AKP’nin elde ettiği bir zaferse, hiç kuşkusuz bu zafer kaos yaratılarak ve örgütsüz geniş kitleler dört bir koldan şantaj, baskı ve savaşla korkutularak elde edilmiştir.
Ortaya çıkan seçim sonuçları AKP dâhil herkes için sürpriz olmuştur. Kamuoyu araştırmaları genel olarak AKP oylarının belirli ölçüde yükseleceğini öngörmesine rağmen, bugünkü sonuç beklenmiyordu. 7 Haziranda 9 puan düşerek yüzde 40 oy alabilen AKP, 1 Kasımda bunu geri kazanmıştır. Bu artış 4 milyondan fazla seçmene tekabül etmektedir. Elbette birçok kentte ve özellikle Kürt illerinde bazı oyların AKP’ye aktarıldığı, bu yönde müdahalelerin olduğu doğrudur; ancak bunun partilerin oy oranını fazlaca değiştirecek ölçüde olmadığı da açıktır. Bununla birlikte, özellikle HDP’nin, birkaç yüzle birkaç bin arasında değişen bir farkla milletvekilliği kaybettiği bazı kentler de (Adana ve Mersin bunlardan ikisidir) söz konusudur ve yapılmaya hazırlanan itirazlar sonrasında milletvekili sayılarında küçük oynamaların yaşanması mümkündür.
Seçim sonuçlarının çok boyutlu toplumsal, ekonomik ve siyasi yönleri bulunuyor. Buraya doğru ilerlemeden AKP’ye nerelerden oy aktığına bir göz atalım. Öncelikle yüzde 85 oranında katılımın gerçekleştiği 1 Kasım seçimlerinin, 7 Hazirandaki katılımın iki puan üzerinde olduğunu vurgulamak lazım. Keza 7 Hazirandan farklı olarak 1 Kasımda tüm küçük partiler tümden silinmiş ve oylar dört parti arasında dağılmıştır. Bu durum, AKP’nin yarattığı kriz, kaos ve savaş koşullarında toplumun ne denli kutuplaştırıldığının bir başka yansımasıdır. Bu kutuplaştırmanın bir sonucu olarak, Saadet Partisi dâhil milliyetçi muhafazakâr küçük düzen partilerinin oylarının büyük kısmı AKP’ye akmıştır. AKP’nin oylarının bir kısmı ise, geçtiğimiz seçimde sandık başına gitmeyen seçmenlerden gelmiştir. 7 Haziranda HDP’ye oy veren Kürtlerin bir bölümünün yeniden AKP’ye yöneldiğini de vurgulamak lazım. Fakat AKP’ye kütle halinde kayan oyların esas adresi MHP’dir. Bu partiden AKP’ye yaklaşık iki milyon oy kaydığı görülmektedir. Hiç kuşkusuz MHP’nin burjuva siyaset sahnesinde her şeye “hayır” diyen bir pozisyona düşmesi, AKP’nin ikbal vaat ederek Tuğrul Türkeş gibi sembolik bir ismi kendi bünyesine katması, PKK ile savaşın başlamasıyla Kürt düşmanlığı üzerinden milliyetçiliği alabildiğine kışkırtması ve “tek vatan, tek bayrak, tek millet” histerisiyle şovenizmin merkezi haline gelmesi bu kayışta önemli bir rol oynamıştır. Şunu söylemek yanlış olmayacaktır: Belki AKP ile MHP koalisyonu 7 Hazirandan sonra kurulamamıştır ama 1 Kasımda bu koalisyon tabandan fiili olarak gerçekleşmiştir.
Kaos, savaş ve şantaj
Burjuva düzende emekçi kitlelerin özgür iradesinin sandığa yansıması mümkün değildir. Ancak olağanüstü koşulların hâkim olduğu, kitlelerin açıktan tehdit ve manipüle edildiği bir seçimin de burjuva düzenin olağan seçimlerinden biri olduğu söylenemez. İşte bu perspektiften baktığımızda 1 Kasım seçimleri, tümüyle olağanüstü koşullarda gerçekleştirilmiştir. AKP ve Erdoğan, aşama aşama kaosu derinleştirmiş ve kitleleri manipüle etmiştir. AKP kurmaylarının “biz iktidara gelmezsek kaos olur, ekonomik kriz yaşanır, işten atılırsınız, iş bulamasınız, kömür dağıtamayız” türü tehdit ve şantajları bu gerçeğin ifadesidir.
Kaos, belirsizlik, savaş, ekonomik kriz, işten atılma korkusu geniş işçi-emekçi kitleler üzerinde etkili olmuş gözükmektedir. Örgütsüzlük ve sınıf bilincinden yoksunluk, ağır çalışma ve yaşam koşulları altında ezilen işçi kitlelerini paralize etmiştir adeta. Aslında geniş emekçi kitleler AKP’nin yolsuzluklarının ve onun etrafındaki türedi zenginlerin lüks ve ihtişamlı yaşamlarının kendilerine benzemediğini bal gibi de bilmektedirler. Lakin örgütsüzlük bu noktada kahredici bir şekilde kendini hissettirmekte ve çıkışsızlık devreye girmektedir.
Örgütsüzlüğün ve sınıf bilincinden yoksunluğun son derece yaygın olduğu koşullarda işçi sınıfının ezici çoğunluğu burjuva ideolojisinin etkisi altında kalmaktadır. Her daim vurguladığımız üzere Erdoğan ve AKP, dinî ve kültürel referanslar temelinde bir siyaset izlemekte, toplumu bu temelde kutuplaştırıp düşmanlaştırmaktadır. Bu siyaseti sayesinde Erdoğan, toplumdaki sınıf ilişkilerini, kapitalizmin yarattığı derin toplumsal çelişkileri gözlerden saklayabilmekte ve kitleleri arkasına takabilmektedir. Böylece işçi-emekçi kitleler sınıf eksenli değil, dinî ve muhafazakâr siyasi eğilimler temelinde bölünerek tutum almaktadırlar. Bu tarz toplumsal kutuplaşmanın yarattığı önyargılardan ve uzun yıllardır yükseltilen milliyetçilikten zehirlenmiş işçi kitlelerine, MHP “siyasetsiz”, CHP “dinsiz”, HDP ise “bölücü” bir parti olarak görünmektedir. Ne yazık ki örgütsüz ve bilinçsiz geniş işçi kitlelerindeki algı budur ve olağanüstü koşullar yaratan, tehdit ve şantaja başvuran AKP tam da bu algıya oynamıştır. Özetle AKP, geniş kitlelere ölümü gösterip sıtmaya razı etmiştir.
Tüm yazılarımızda ifade ettiğimiz üzere kriz, kaos ve savaş yolunu açan Erdoğan’ın hedefi, olağanüstü koşullar yaratmak ve kitleleri tekrardan AKP iktidarına mecbur bırakmaktı. İşte tam da bundan ötürü kaos ve savaş sürecinin önü Suruç katliamıyla ardına kadar açılmıştır.
Hükümet kurulmasının önüne geçen ve seçim eksenli hareket eden Erdoğan, siyaset arenasında ortaya çıkan boşluğu doldurarak tüm ipleri eline almıştır. Meclis’in işletilmediği, resmen yetkisi düşmüş olan geçici hükümetin her türlü yetkiyi kullanarak önemli kararlar aldığı ve savaşı tırmandırdığı bir süreç başlamıştır. Erdoğan, AKP dışındaki partilere hükümet kurma yetkisi vermeyerek burjuva anayasasını ayaklar altına alırken, hemen akabinde özel bir savaş hükümeti kurulmuştur. Böylece Erdoğan’ın tepede tüm süreci kontrol ettiği fiili bir ara rejim söz konusu olmuştur.
Savaşın tırmandığı, asker ve polis cenazelerinin geldiği ilk günlerde halk arasında yükselen tepkiler esas olarak Erdoğan’ı ve AKP’yi hedef almıştır. Ancak Dağlıca ve Iğdır’daki saldırılardan hemen sonra AKP inisiyatifi ele geçirmiştir. Osmanlı Ocakları’nın başını çektiği şovenist histeri eşliğinde HDP binalarına saldırılmış ve Kürtlere ait işyerleri yakılıp yıkılmış ve milliyetçilik tırmandırılmıştır. İlk dönem, savaşın ve ölümlerin esas sorumlusunun AKP ve Erdoğan olduğunu rahatlıkla ifade edebilen kitleler, yükseltilen milliyetçiliğe teslim olmuşlardır. Böylece 7 Haziran öncesinde HDP’ye olumlu bakan, Kürt sorunu konusunda tartışmaktan kaçınmayan emekçi kitleler, milliyetçiliğin tuzağına düşerek bu tutumlarından geri adım atmışlardır.
Kürt coğrafyasında onlarca noktada “özel güvenlik bölgeleri” ilan edilirken, Cizre, Varto, Sur ve Silvan gibi bir çok kent merkezinde günlerce süren sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, onlarca sivil bu süreçte katledilmiştir. Seçimlerin olup olmayacağının tartışıldığı bu günlerde HDP dört bir taraftan baskı altına alınarak kuşatılmıştır. Ne olursa olsun yeniden tek başına hükümet olmak isteyen AKP’nin en büyük hedeflerinden biri HDP’yi baraj altında bırakmak, bu olmasa bile HDP’ye vurarak en azından MHP’den oy çalmaktı. Bu amaçla yandaş medya üzerinden yalan ve kara çalmaya dayalı milliyetçi bir kampanya yürütülürken, muhalif medya üzerinde de baskı kurularak kapılar HDP’ye kapatılmıştır.
Tüm bunlara, seçimlere birkaç hafta kala Ankara’da gerçekleştirilen katliam eşlik etmiştir. 102 emekçi katledilerek topluma büyük bir gözdağı verilmiş ve toplum sindirilmek istenmiştir. İşte böyle bir süreçte gidilen seçimlerden AKP yüzde 49,5’le birinci parti çıkarken, katliam korkusundan Diyarbakır’da miting bile yapamayan HDP iki puanlık bir oy kaybına uğramıştır. Ne var ki, tüm engellemelere rağmen barajı aşmayı da başarmıştır. Bu, Kürt halkının ve Kürt sorununun demokratik temelde çözülmesini isteyen, Erdoğan’ın emperyalist siyasetine ve savaş politikalarına karşı çıkan sosyalist ve demokratik güçlerin, kurumların göz ardı edilemeyecek başarısıdır.
Erdoğan’ın fiili başkanlığı veya olağanüstü rejimin inşa edilmesi
1 Kasım seçimlerinin pek çok önemli yönü olduğu muhakkaktır. Ancak biz özellikle şu hususun altını çizmek istiyoruz: Geniş kitlelerin niyet ve hedeflerinden bağımsız olarak 1 Kasım seçim sonuçları, AKP’nin Ortadoğu’da sürdürdüğü emperyalist siyasete ve bu siyaseti sürdürmek amacıyla içeride kurmak istediği baskıcı rejime geçit vermiştir. Erdoğan’ın 7 Haziran seçim sonuçlarını tanımayarak ülkeyi kaosa sürüklemesinin ve kitlelere yeniden seçimleri dayatmasının nedeni bir yandan kendini kurtarmakken, bir yandan da budur. Eğer iki seçim arasında genel olarak olağan bir dönem söz konusu olsaydı 7 Hazirandan sonra kesinlikle bambaşka bir süreç yaşanırdı.
Ancak Ortadoğu’da kıran kırana bir emperyalist savaş sürüp gitmektedir. AKP’nin Ortadoğu’da izlediği emperyalist siyaset iflas ederken, Kürt hareketi Rojava’da önemli bir kazanım elde etmiş ve buna yaslanarak Türkiye’de de siyasi gücünü arttırmıştır. Yani AKP Ortadoğu’da hüsrana uğramış ve aynı zamanda karşısında daha güçlü bir Kürt hareketi bulmuştur. 1 Kasım seçimlerine giderken dile getirdiğimiz şu satırlar son derece önemlidir:
“Kürt sorunuyla yakından bağlantılı bir sorun olarak Suriye sorunu daha da büyük bir iflasa işaret etmektedir. Rusya’nın Suriye’deki son hamleleri bu iflası bir kez daha tescillemiştir. Büyük emperyalist güçler arasında kıvrak bel hareketleriyle manevra yaparak kendi arabasını beceriyle yürütebileceğini sanan şark kurnazlığı siyaseti duvara toslamıştır. Rusya’dan nükleer santraller almak, füze savunma sistemi için ABD ve Batı’ya karşı Çin’le iş tutmaya kalkmak gibi zorlamalarla ABD’yi kendine mahkûm bırakabileceğini sanan bir şark kurnazlığından söz ediyoruz. Tam da bu doğrultuda İbrahim Karagül gibi AKP kalemşorları, meselenin seçimlerden ibaret olmadığı, yedi düvele karşı Türkiye’nin bir ölüm-kalım savaşı yürüttüğü temasını işliyorlar. Meselenin seçimlerden ibaret olmadığı açıktır. AKP’nin izlediği hırsı çapından büyük alt-emperyalist politikalar şimdi Türkiye’yi içte ve dışta önemli bir darboğaza sokmuştur.” (1 Kasım Seçimlerine Giderken, 6 Ekim 2015)
İşte iç ve dış siyasi koşulların yarattığı bu olağanüstü durumun sonucunda giderek sıkışan AKP ve Erdoğan, içeride mutlak, hikmetinden sual olunmaz bir iktidar kurmak istemiştir, istemektedir. Tam da 7 Haziran seçim sonuçları böyle bir iktidara geçit vermediği için Erdoğan ve AKP, savaş dâhil her şeyi göze alarak kitleleri yeniden seçime zorlamıştır. 1 Kasım seçim sonuçlarına göre AKP yalnızca parlamento çoğunluğunu ve tek başına hükümeti kurma olanağını elde etmiyor. Aynı zamanda Erdoğan’ın fiili başkanlığını da kalıcı hale getirmiş oluyor. Ancak Erdoğan’ın esas amacı bu fiili durumu resmi hale getirmektir. Önümüzdeki günlerde AKP ve Erdoğan’ın özellikle bunu vurgulayan konuşmalarla sahne alması şaşırtıcı olmamalıdır. Lakin AKP’nin parlamento çoğunluğu olmasına rağmen anayasayı değiştirme çoğunluğu yoktur. Bu da Meclis’te çeşitli pazarlıklarla giderilmek istenecektir.
Erdoğan uzun bir süredir bir Bonapart olarak devletin tepesinde durmaktadır. 1 Kasım seçim sonuçlarıyla birlikte Bonapartist bir rejime işlerlik kazandırmanın da önü açılmış bulunmaktadır. Böyle bir rejimde tüm devlet yetkilerini kuşanan Erdoğan, hem olağanüstü bir rejim inşa ederek içeride kitleleri kontrol altına almayı, burjuva parlamenter sistemin kendi iç yapısından kaynaklı krizleri önlemeyi, hem de Ortadoğu’daki emperyalist siyasetini sürdürerek tepeden kitleleri bu siyaset temelinde manipüle etmeyi hedefleyecektir. Böyle bir rejim altında bir meclisin olması ise aldatıcı olmamalıdır. AKP’nin ve belki de MHP’den gelecek vekillerin mutlak çoğunluğuyla kontrol altına alınmış böyle bir meclisin varlığı yalnızca Erdoğan’ın Bonapartist liderliğinin ve rejimin üzerini örtecektir.
Ancak 1 Kasım seçim sonuçlarının ne olacağını esas olarak Ortadoğu’daki gelişmeler, dünya ölçeğinde sürüp giden ekonomik kriz ve elbette bu ikisine bağlı olarak şekil alacak sınıf mücadelesi belirleyecektir. Bizler parlamenterist değil Marksist sınıf devrimcileriyiz. Dolayısıyla seçim sonuçlarını düzen partileri gibi ele almadığımız gibi, bu sonuçlardan dolayı umutsuzluğa ya da boş sevinçlere de kapılmayız. Önümüzdeki dönem hem Ortadoğu’da hem de Türkiye’de, Kürt sorununun da basıncıyla çok büyük gelişmeler olacaktır. Olağanüstü rejim inşa hevesleri, Ortadoğu’da Türkiye’nin de dâhil olduğu derinleşen savaş ve çözümsüz kalan Kürt sorunu, toplumsal alanda yeni kırılmalar yaratma potansiyeline sahiptir. Bu da büyüyen sorunlar anlamına gelmektedir. Bizim için temel mesele işçi sınıfı kitlelerinin korkunç bir örgütsüzlük ve sınıf bilincinden yoksunluk durumu içinde olmasıdır ve dün olduğu gibi bugün de odaklanılması gereken nokta bu durumu değiştirmektir. O zaman tüm gücümüzle ileri!
link: Marksist Tutum, 1 Kasım Seçimlerinin Ardından, 3 Kasım 2015, https://marksist.net/node/4560
Mülteci Şantajıyla Kurulan Merkel-Erdoğan Kirli İttifakı
34. Yılında YÖK