Özellikle son bir yıldır AKP’nin baskıcı ve otoriter yönelimi hız kazanmış durumda. TÜSİAD’ından sendika konfederasyonlarına kadar Erdoğan’ın azarını işitmemiş kurum neredeyse kalmadı. Sokaklardaki muhalif gösteriler azgın bir polis terörüyle bastırılmaya çalışılıyor. Polis aygıtının büyüyüp güçlenmesi, internete sansür yasası, MİT yasası ve HSYK düzenlemeleri, başkanlık sisteminin dayatılması, günümüze damgasını vuran otoriterleşme eğilimini daha da somut hale getirmektedir.
Polis aygıtının giderek büyüyüp güçlenmesi
AKP iktidarı döneminde, asker sayısında belli bir azalma ama buna karşın polis sayısında ciddi bir artış yaşanmıştır. 12 yıllık dönemde polis sayısındaki artış 90 binden fazladır ki bu yaklaşık yüzde 50’lik bir artış oranı anlamına geliyor. Emniyet Müdürlüğü’nün personel sayısına dair net ve sağlıklı veriler bulunmamakla birlikte, bu artışın özellikle son yıllarda ivmelendiğini görüyoruz. İçişleri bakanlarının çeşitli açıklamalarından derleyebildiğimiz sayılara göre, “emniyet hizmetlerinde bulunan personel sayısı”, 2008 yılında 209 bin, 2009’da 220 bin, 2011 yılında 230 bin, 2012’de 242 bin ve 2014 yılında da 265 bindir.
AKP’nin 2011 seçim beyannamesinde “sokak hâkimiyetini sürekli ve kalıcı kılmak ve polisin görünürlüğünü artırmak amacıyla” polis sayısının arttırılacağı vurgulanıyordu. Bu yıllar boyunca polis sayısının az olduğu iddiası hem hükümet hem de onun medyası tarafından (ve bu arada eski koalisyon ortağı Gülen cemaati tarafından) tekrarlanıp durdu. AB standardının “1 polisin 250 kişiye hizmet etmesi” olduğu, halbuki bu sayının Türkiye’de 300 civarında olduğu söyleniyordu. Ne var ki Birleşmiş Milletler’in verilerine dayanarak yapılan araştırmalar hiç de AKP’li yetkililerin açıklamalarını doğrulamıyor. BM verilerine göre 2012 yılında yüz bin kişiye düşen polis sayısı, dünyada ortalama 354, G7 ülkelerinde 301, AB’de ortalama 338, ABD’de 250 iken Türkiye’de ise 485 idi! Bloomberg’in, yine BM verilerine dayanarak ve destek görevindeki polisleri kapsam dışında tutarak yaptığı 2013 tarihli analize göre, Türkiye, kişi başına düşen polis sayısıyla, Rusya’dan sonra dünya ikincisi durumundadır! Rusya’da her yüz bin kişiye 565 polis düşerken, Türkiye’de her yüz bin kişinin tepesine 475 polis dikilmiştir. Bu, Türkiye’de her 210 kişinin başında 1 polisin düzen bekçiliği yaptığı anlamına geliyor.
AB ortalaması yalanını doğru kabul etsek bile, hükümetin ortalama yakalama gayretkeşliğinde, örneğin yine AB ortalamasının çok altında kalan kişi başına düşen doktor ya da öğretmen sayısını değil de polis sayısını dikkate alması gayet manidardır. AKP döneminde polis yapılan 110 binden fazla yeni personelin, AKP ideologları tarafından eğitilip onun dünya görüşüne angaje edilmeye çalışıldığı ve bunda da büyük ölçüde başarılı olunduğu bilinmektedir. 16 milyar liralık yıllık bütçesiyle, 81 il ve 112 ilçedeki MOBESE sistemleriyle, son yıllarda modernleştirilmiş teknik takip imkânlarıyla, zırhlı araçlarıyla, TOMA’larıyla, sahip olduğu silah ve teçhizatla ve 265 bin kişilik personeliyle karşımızda büyük bölümü itibarıyla hükümete ve onun liderine canıgönülden bağlı orta boy bir ordu durmaktadır. Bu polis ordusunun yalnızca halk üzerinde “sokak hakimiyeti” kurmak için değil, aynı zamanda bir dönem boyunca artan askeri darbe tehdidine karşı bir destek ve güvence unsuru olarak oluşturulduğu da bellidir.
Polis aygıtının daha da güçlendirilmesi ve bu aygıtın içinde Gülen cemaatinin etkisinin artmasına bugüne dek çeşitli çevreler ve elbette ki sosyalist hareket tarafından defalarca dikkat çekildi. Polis sayısının fazlalığına yönelik eleştiriler geçmişte olduğu gibi bugün de AKP hükümeti tarafından reddediliyor. Gülen cemaati ise, “polis devletine” gidiliyor eleştirilerini geçmişte reddedip demokrasi mavalları okuyordu; ne de olsa bu dev polis aygıtının köşebaşları kendi kadroları tarafından tutuluyor, beyinleri Gülen’in İslamcı demagojisiyle doldurulmuş gençler çok rahatlıkla bu aygıtın bir unsuru haline getirilebiliyordu. Rüzgâr tersine dönüp Gülen kadrolarına dönük temizlik harekâtı başlayınca, Gülen cemaati bugün “muhaberat devleti” kuruluyor diye veryansın etmeye başlamıştır.
MİT yasası, içeriği ve anlamı
Toplumu giderek artan ölçüde zapturapt altına almaya dönük girişimlerden birisi de internet kullanımını düzenleyen yasanın değiştirilerek, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığına (TİB) olağanüstü yetkiler tanınmasıydı. Devletin başta istihbarat aygıtı olmak üzere çeşitli gizli organları aracılığıyla zaten sıkı denetim altında tuttuğu internet de dahil çeşitli iletişim kanalları bundan böyle alenen takip ve denetim altına alınmıştır. Hükümetin emriyle TİB, herhangi bir mahkeme kararı olmaksızın istediği internet sitesine erişimi engelleme yetkisiyle donatılmıştır.
Beri yandan, bu yasayla aynı dönemde gündeme gelen ancak tepkiler nedeniyle seçimler sonrasına bırakılan MİT yasası da Meclisten geçti ve ardından Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı. MİT’in zaten bugüne kadar yasadışı olarak kullandığı tüm yetkiler çok daha genişletilmiş haliyle yasal bir çerçeveye kavuşturulmuş, bu kurum yargının denetimi dışına çıkartılarak dokunulmaz kılınmış ve hatta savcıların hükümetin işine gelmeyecek soruşturmaları MİT’in denetimine açılmıştır. MİT elemanları ifadeye ve hatta tanıklık etmeye bile çağrılamayacak, haklarında MİT’ten izin alınmadan soruşturma yürütülemeyecektir. MİT’e ait herhangi bir belgenin yayınlanması durumunda ağır hapis cezaları sözkonusu olacaktır. MİT ve onu elinde tutan Başbakan ise tüm vatandaşları ve tüm kurumları çok daha rahat izleyip, fişleyecektir. Bu kurumlar yalnızca kamu kurumları olmayacak. MİT istediği anda, meslek kuruluşlarının ve tüzel kişilerin (ki bunlar özel şirketlerin yanı sıra, dernekleri, sendikaları, vakıfları, kooperatifleri vb. de içermektedir) tüm verilerine ulaşabilecek ve onlardan her türlü bilgi ve belgeyi isteyebilecektir.
Bu haliyle, yeni MİT, gerçekten de olağanüstü yetkilerle donatılmış bir istihbarat ve dahası bir operasyon merkezi haline getirilmiştir ki, bugün önde gelen (burjuva) demokratik ülkelerin hiçbirinde böylesine geniş istihbari ve operasyonel yetkilerle donatılmış bir istihbarat örgütü mevcut değildir.
Gerek iletişimin daha sıkı bir şekilde kontrol altına alınması gerekse de MİT’in alabildiğine geniş yetkilerle donatılmasının arkaplanında hiç kuşku yok ki, hükümetin hem içeriden hem de dışarıdan kendisine yönelik girişimleri bertaraf edecek savunma mekanizmalarını güçlendirme isteği yatmaktadır. Zapturapt altına alınan internetle, istenmeyen bilgilerin yayılmasının önüne geçilmeye çalışılırken, yeni MİT ile bu tarz bilgileri ortalığa yayanlara karşı daha işin başında ve kaynağında engelleme yapılacak, “tehdit unsurları” derdest edilecektir.
Ne var ki, MİT yasası, yalnızca hükümetin yolsuzluk batağının üstünü örtmeye ve kendisini yıpratma operasyonlarını boşa çıkartmaya dönük bir adımdan ibaret değildir. Konunun, hükümetin bu dönemsel ihtiyaçlarının çok daha ötesinde, Türkiye kapitalizminin geldiği düzeydeki ihtiyaçlarıyla çok yakından ilişkisi de vardır. TC burjuvazisi, emperyalist emellerine ulaşabilmek için, çok daha etkin, içeride ve dışarıda çok daha güçlü ve operasyonel bir istihbarat örgütüne ihtiyaç duymaktadır. Böylelikle hem hedef ülkelerde tüm kirli işlerini görme hem de rakip güçlerin Türkiye’deki oyunlarını boşa çıkarma kapasitesinde bir gizli servise sahip olmak istemektedir. “Yeni Türkiye” kavramıyla kodladıkları emperyalistleşen Türkiye’nin ihtiyacı olan bir MİT! İşte arzuladıkları budur. Eski istihbaratçılardan ve bugünün AKP destekçilerinden Bülent Orakoğlu bunu şöyle ifade ediyor: “güçlü bir Türkiye Devleti’nin dış dünyada caydırıcı gücünü arttırarak elini güçlendiren, Batılı istihbarat servisleriyle boy ölçüşebilecek, yeni MİT perspektifi” (Yeni Şafak, 28/4/2014). Tüm bunlara, kapitalizmin tarihsel krizine eşlik eden artan siyasi istikrarsızlık ve sertleşen emperyalist paylaşım kavgası atmosferinde proleter devrimci bir yükselişten duyulan sınıfsal korkuyu da ekleyelim. Böylesi bir konjonktürde Kürt hareketinin izleyeceği yol da egemenler için bir belirsizlik ve tehdit kaynağıdır. 2012’de Gülenci savcılar PKK’yle görüşmeler yürüten MİT müsteşarının peşine düştüğünde, TÜSİAD buna itiraz etmiş ve yeni bir MİT yasasına ihtiyaç duyulduğunu açıklamıştı. Bunun yanı sıra yasanın TC’nin emperyalist politikalarının yürütülmesinde MİT’i güvenceye alan boyutları da TÜSİAD’ın işine gelmektedir.
Yargı üzerinde yürütmenin güdümü
Otoriterleşme eğiliminin bir diğer göstergesi olan, hükümetin yargı üzerinde tam denetim kurma girişimi ise Anayasa Mahkemesinden döndü. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) işleyişini yeniden düzenleyen yasa meclisten geçmiş ve ardından Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmıştı. Bu yasayla HSYK üzerinde hükümet tam denetim kurmuş oluyor ve hâkim ve savcı atamalarında belirleyici yetkiyi elinde toplayarak, “yargının bağımsızlığı” burjuva ilkesini işlevsizleştiriyordu. Böylelikle burjuva demokrasisinin temel dayanaklarından olan kuvvetler ayrılığı ilkesinin fiilen ortadan kaldırılmasına dönük ciddi bir adım atılıyordu.
Bilindiği gibi, burjuvazinin olağan egemenlik biçimi olan parlamenter demokrasi, burjuvazinin çeşitli kesimlerinin söz ve karar hakkını güvence altına almak amacıyla, devlet erkinin tek elde toplanmasının önüne geçmek için, kuvvetler ayrılığına giderek bunların yönetimini farklı merkezlerde toplar. Bu kuvvetler arasındaki ilişkiyi ve birbirleri üzerindeki denetimi yasal bir çerçeveye bağlar. Yasama, yürütme ve yargı erkinin ayrıştırılmasına dayanan kuvvetler ayrılığı prensibi bunu anlatır. Burjuvazinin tüm kesimlerinin özellikle parlamento aracılığıyla iktidar üzerinde eşitsiz fakat yine de belli bir etki gücüne sahip olduğu burjuva demokrasisinin tersine, olağanüstü burjuva rejimlerde, kuvvetler ayrılığı ilkesi bir tarafa bırakılır ve bu kuvvetler mümkün olduğunca tek elde toplanmaya çalışılır. Böylelikle burjuvazinin en güçlü kesimi olan finans kapitalin toplum üzerindeki diktatörlüğünün, finans kapitalin temsilcisi durumundaki bir lider ya da parti tarafından yürütümünün başkaca hiçbir güç tarafından sınırlandırılmaması amaçlanır: “Parlamenter demokrasi esasen kuvvetler ayrılığını kabul eder ve yasamanın yürütme üzerindeki üstünlüğü prensibine dayanır. Parlamenter rejimin siyasal güç dağılımında, parlamento devlet başkanından ve hükümetten önde gelir. Olağanüstü rejimlerde ise parlamentonun üstünlüğü ve iradesi çiğnenir; siyasal iktidar baskıcı bir yürütme gücünün elinde merkezileşir. Siyasal erkin olağan ve olağanüstü kullanılış biçimleri arasındaki bu farklılık, yasama ve yürütme gücünün topluma yansıma biçimleri arasındaki ayrımdan da anlaşılabilir.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.60-61)
Açık ki, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmaya dönük adımlar, olağan burjuva işleyişten olağanüstü burjuva işleyişe geçme doğrultusunda atılmış adımlardır. Geniş yetkilerle donanmış bir başkanlık sisteminin hayallerini kuran Erdoğan’ın yolu budur. Ne var ki, büyük burjuvazi bugün için böylesi bir gidişatı şimdilik gerekli ve zorunlu görmüyor. Hele Erdoğan gibi, siyaseten tümüyle kontrol altına alamadığı, sağı solu belli olmayan bir görüntü çizen bir liderin tepesinde oturduğu bir Bonapartist rejim, finans kapital açısından soru işaretlidir: “… bu durumun burjuvazi içinde bile bir huzursuzluk yarattığı da diğer bir gerçekliktir. Huzursuzluğun ana nedeni ise, Erdoğan ve AKP burjuvazisinin kendi küreleri dışında kalan burjuva kesimleri hiç dikkate almamaları ve hatta bununla yetinmeyip, her fırsatta onları da hizaya sokma girişimlerinde bulunmalarıdır. … Burjuvazinin siyasal bir temsilcisinin tüm burjuvazi üzerinde hegemonya kurmaya kalkışması ve bunu açıktan yapar hale gelmesi, her dönemde karşılaşılabilecek ve olağan sayılabilecek bir durum değildir. Nitekim bugün başbakan Erdoğan’ın ve onu destekleyen burjuva kesimlerin kendi dışlarındaki burjuva kesimlerin itirazlarını hiçe sayarak kendi bildiklerini okumaları ve bu konuda dayatmacı bir siyasal tarz geliştirmiş olmaları, pek açık edilmese de, burjuvazi içinde bir rahatsızlık yaratmış durumdadır.” (Mehmet Sinan, Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP Burjuvazisi, www.marksist.com)
Öte yandan güçlü bir liderlik ve otoriter bir rejim ihtiyacı, Erdoğan’ın şahsından ötürü, finans kapital açısından soru işaretli olsa da, Türkiye kapitalizminin emperyalist atakları ve bölgede giderek kızışan emperyalist paylaşım kavgası, bu doğrultudaki eğilimleri nesnel olarak güçlendiriyor. Keza, kapitalist ekonominin ihtiyaç duyduğu dönüşümler, dünyayı kasıp kavuran derin kriz koşulları, büyük emperyalist güçler arasında artan gerilimler ve yeni emperyalist bloklaşmalar, bölgedeki savaş ortamı, Kürt, Ermeni ve Kıbrıs sorunu ve hatta Filistin sorunu gibi yakıcı sorunlar, olağan bir parlamenter işleyişle ve demokratik yöntemlerle başa çıkılacak sorunlar gibi durmuyor. Burjuva liberallerin hayallerinin aksine, emperyalist ataklara girişen Türkiye otoriterleşme yolunda ilerliyor: “Sermayenin bu emperyalistleşme eğilimi ise, ülke içinde emek hareketini bütünüyle denetim altına alma, daha yoğun bir sömürü mekanizmasını işletme ve otoriterleşme eğilimine hız verdi. İşte AKP iktidarının giderek otoriterleşmesi, artan bu emperyalistleşme eğilimi ile doğrudan bağlantılıdır. Bunun somut göstergesi ise, kaynayan Ortadoğu kazanına Türkiye’nin de dâhil olması ve bu kazan içinde rakipleriyle (ki bu rakiplere Almanya, Fransa gibi AB ülkeleri de dâhildir) kıyasıya bir rekabet içine girmesidir. Bunun ise bir tek adı vardır: Emperyalist paylaşım savaşına dâhil olmak!” (Mehmet Sinan, agm)
Demokratikleşme söyleminden otoriterleşme gerçeğine
TÜSİAD başkanı Muharrem Yılmaz, HSYK yasasına ilişkin olarak birkaç ay önce şu açıklamayı yapıyordu: “Hukuk devleti, insan haklarına dayanan, insan haklarını koruyan, güçlendiren ve en önemlisi kendisi de koyduğu kurallarla bağlı olan devlettir. Kendi kuralına uymayan devlete ise hukuk devleti dememiz mümkün değil, bu yapıya kanun devleti de denemez. Literatür böyle bir yapıya ancak «polis devleti» tanımı yapmaktadır. … Hukuk devleti nosyonunun ve kuvvetler ayrılığı ilkelerinin henüz arzu ettiğimiz ölçüde içselleştirildiğinden emin olamıyoruz ve hatta bu konuda kaygılarımız her geçen gün artıyor.” Görüldüğü gibi, Erdoğan hükümetinin hukuksuzlukları, büyük burjuvaziye bile “polis devleti” tespitleri yaptıracak kadar çığrından çıkmıştır.
Polis devleti tabiri, genellikle, temel hak ve özgürlüklerin hukuken var olduğu ama fiilen askıya alındığı, kâğıt üzerinde kaldığı; hükümet, idari yetkililer ve kolluk kuvvetleri tarafından insanların bu hakları kullanmasının yasalara aykırı ve keyfi bir biçimde engellendiği, bunun için de esas olarak asker-polis gücünün kullanıldığı bir durumu anlatıyor. Bir başka deyişle, burjuva yasaların, yasaları uygulamakla yükümlü olanlar tarafından keyfi bir biçimde, yaygın ve sistematik olarak çiğnendiği bir durumu anlatıyor. Bu açıdan baktığımızda, özellikle 2011 seçimlerinden itibaren Türkiye’de polis devleti uygulamalarının her geçen gün arttığını, yaygınlaştığını ve sistematik hale gelmeye başladığını görüyoruz.
AKP iktidarının ilk dönemi, 28 Şubat darbesinin mağdurlarının, siyasal geleceklerini garanti altına almak üzere, AB şemsiyesi altına sığınıp bu askeri vesayete karşı yürüttükleri sınırlı mücadeleyle belirlenmişti. Bu mücadelede yol alabilmek için burjuva demokrasisinin sınırları başlangıçta genişletildi, Kürt halkına karşı yürütülen savaşın temposu düşürüldü. Ordunun siyasal alan üzerindeki hegemonyasının kırılmasına dönük yasal değişiklikler yapıldığı gibi AKP’ye karşı darbe hazırlıkları içinde olan askeri bürokrasinin önde gelenleri ve işbirlikçilerinin üzerine gidildi. Tüm bunlar siyasal alanda demokratikleşme doğrultusunda özellikle liberal entelijensiya içerisinde büyük umutlar doğurdu. Ne var ki askeri vesayetin geriletilmesi ve darbeci kadroların temizlenmesiyle birlikte kendini bu bakımdan artık güvende hisseden AKP’nin sözde demokratlığının dibi ve sınırları, liberalleri derin kederlere boğsa da, çırılçıplak açığa çıktı. Siyasetin iplerini eline alan, gelişen ve güçlenen “yeşil sermaye”yle elele medyada ciddi bir güç haline gelen ve giderek onun ağırlıklı bölümünü ele geçiren, parlamentodaki mutlak çoğunluğuna dayanarak muhalefetin sesini rahatlıkla boğan ve onu işlevsizleştiren AKP, giderek otoriterleşme eğilimlerini açığa vurmaya başladı.
Ordunun üst bürokrasisini denetim altına alan, 12 Eylül anayasasının olağanüstü yetkilerle donattığı cumhurbaşkanlığı makamına kendi kadrosunu oturtan, yürütme gücünü zaten elinde tutan, yasama organı olan parlamentoyu sahip olduğu ezici çoğunlukla bir onay mercii haline getirip işlevsizleştiren, yargı üzerindeki etkisini arttıran AKP, böylelikle devletin tüm erkleri üzerinde istisnai bir belirleyici güce kavuştu. Elinin altındaki medya tekeliyle her türlü muhalefete yönelik istediği kadar kirli ve kara propaganda yapmaya, televizyon programlarının sunucularını, yayın yönetmenlerini, gazetelerin genel yayın müdürlerini ve hatta köşe yazarlarını belirlemeye başladı. İslami bir dava hareketi içerisinden yetişip gelen kadroların inşa ettiği ve geçmiş deneyimleriyle toplumun derinlerine nüfuz etmeyi başarmış çok geniş ve güçlü bir teşkilat ellerinin altındaydı. AKP, devletin tüm maddi olanaklarını kullanarak, 9 milyona yakın üyesi olan parti teşkilatı aracılığıyla, toplumun en muhtaç kesimlerine ulaşmayı ve onları kendi arkasında minnettar bir ruh haliyle saflaştırmayı başarmıştır. Ne yazık ki, işçi sınıfının önemli bir bölümü de şimdilik bu saflardadır. Kendi karşısında yer alan Kürtleri, işçileri, sosyalistleri ve gençleri ise giderek dozu artan bir polis baskısıyla sindirmeye girişmiştir. Kuvvetler ayrılığını fiilen işlevsizleştiren AKP, böylelikle suratında sırıtan demokratlık maskesini atarak, muhafazakâr ve baskıcı karakterini açığa çıkartmış oldu. Aslında böylelikle gücünün zirvesine çıkmış, bir başka deyişle gerileme döneminin kapısını açmış olmaktadır.
Zira her zirve, inişin başlangıcıdır. Gücünün ve kendine güveninin zirvesinde olduğu bu dönemeç noktası, aslında çelişkili bir biçimde, AKP’nin toplumsal desteğini kaybetme korkusunun da giderek büyüdüğü anlamına geliyor. Sahip olduğu örgütsel güce, toplumsal desteğe ve devlet zorunun olanaklarına dayanarak, ama en çok da işçi sınıfının örgütsüzlük ve dağınıklığından ve sol muhalefetin maalesef dağınık ve güçsüz durumundan cesaret bularak, kendisine biat edenler dışındaki herkesi karalıyor, hain ilan ediyor, azarlıyor, alaya alıyor ve baskıya maruz bırakıyor. Her itiraz ve eleştiriyi bir isyan girişimi olarak addediyor. Demokrasiyi sandıktan ibaret bir şey olarak görüp gösterdikçe, sokağı ve hak arama mücadelesini darbecilikle bir tutup gayri meşru ilan ediyor. Özel olarak belirtmek gerekiyor ki, AKP’nin baskıcı-otoriter gidişatı ve toplumu burjuva temellerde kutuplaştırıp gerginliği tırmandırıcı bir tutum takınması, onun ezilen ve sömürülen yığınlardan duyduğu korkunun yanı sıra, kendi kısa ve orta vadeli siyasal planları gereğince izlediği bilinçli bir taktiktir. AKP böylelikle, sahip olduğu toplumsal desteği korumaya, arkasındaki kitleyi bir umacı yaratarak konsolide etmeye çabalıyor.
İktidar koltuğuna ABD ve AB’den aldığı destekle oturan, yabancı sermaye akışıyla desteklenip ekonomide belirli düzelmeler sağlayan ve büyük bir sıçrama gerçekleştiren AKP, bu siyasi ve ekonomik desteğin kesilmesinden de büyük bir tedirginlik duymaktadır. Ülke içinde işçi sınıfı hareketi şimdilik tümüyle etkisiz hale getirildiyse de bunun ilanihaye sürmeyeceğinin farkındadır. Çözüm bekleyen Kürt sorunu onun aşil topuğu olmaya devam ettiği gibi, Alevilerin ve gayrimüslimlerin yaşadığı sorunların yanısıra Kıbrıs ve Ermeni sorunları da başını ağrıtmaya devam etmektedir. Bir başka deyişle, emperyalist Batı’yla köklü bir zıtlaşma durumunda, içeride kaşınabilecek birçok sorun mevcuttur. “Arap Baharı” denilen sürecin bu tarz sorunlar üzerinden kendisine de yansımasından AKP hükümetinin bir dönem ciddi bir kaygı duyduğu biliniyor. AKP ön alarak bu süreci kendi lehine çevirmeye çalışmıştır. Ortadoğu’daki muhalif İslamcı hareketlerle ilişkilerini daha da yakınlaştırmış, Mısır’daki İhvan yönetimine açık çek vermiş, Suriye’deki gelişmelere balıklama dalmış, sonunda da ABD ile ters düşecek tarzda işleri eline yüzüne bulaştırmıştır. Süreç tersine dönüp, ABD ve AB’nin Mısır’daki İslamcı iktidarı deviren askeri darbeyi desteklemesi AKP iktidarında son derece ciddi bir “sıra bize de mi gelecek” korkusu yaratmıştır. “Komşularla sıfır sorun” politikasından, tüm doğu ve güney komşularıyla kavgalı duruma kayan AKP hükümeti, Irak, İran, Suriye, Mısır ve İsrail-Filistin konularında da ABD ile ters düşmüştür. Bölgede çok daha fazlasını elde etmeye girişen Türk burjuvazisinin, dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olması, paylaşım masasına oturmak isterken bir anda kendisini paylaşılan konumunda bulması hiç de imkânsız değildir.
Emperyalistleşme doğrultusunda kendi boyunu aşan boyutlarda adımlar atmaya girişen AKP hükümetinin gerek içeride gerekse de dışarıda giderek yalnızlaşması, onu giderek daha saldırgan hale getirmiştir. Yalnızlaştıkça ve toplumsal desteği de gerileme sinyalleri verdikçe, AKP hükümeti, gerek ulusal düzeyde gerekse de uluslararası düzeyde neredeyse tüm gelişmeleri kendi varlığına kasteden, kendisini “gayri meşru” yollarla devirmeye çalışan girişimler olarak algılamaya ve algılatmaya çabalıyor. Her taşın altında kendisine dönük bir komplo görerek toplumsal tabanını da paranoyak bir ruh haline sokan AKP, kendisiyle aynı çizgide olmayanlara karşı giderek artan bir saldırganlık sergiliyor.
Geçtiğimiz yılın 1 Mayıs’ında ve akabinde yaşanan Gezi direnişinde, muhalefeti acımasızca gaza boğacak, coplayacak, plastik mermi yağmuruna tutacak kadar izanını kaybeden AKP, o günden bu yana en küçük bir muhalif gösteriye bile tahammül edemiyor. 17 Aralıktaki rüşvet ve yolsuzluk operasyonunun ardından sergilediği gibi, kendisi dışındaki herkesi can havliyle hain ilan edip saldırılarını tırmandırıyor. Burjuva devlet aygıtı içerisinde büyük bir temizliğe girişilerek, valilerden emniyet müdürlerine, hâkim ve savcılardan polis memurlarına, eğitim müdürlerinden sıradan memurlara kadar binlerce kişi görevinden alınıyor ya da farklı yerlere sürgüne gönderiliyor. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişki ve dengeleri tamamen kendi lehine değiştirme yolunda sergilediği pervasızlığı ve burjuva hukukunu açıkça çiğnemekten çekinmeyen fütursuzluğuyla, AKP iktidarının günümüz Türkiye’sinde toplumda burjuva kutuplaştırma temelinde yaratılan gerginliğin başlıca sorumlusu olduğu yeterince açıktır.
link: Oktay Baran, Otoriterleşme Kıskacındaki Burjuva Demokrasisi, Mayıs 2014, https://marksist.net/node/3455
Fransa ve Macaristan’da Seçimlerin Gösterdikleri
Mısır’da Askeri Diktatörlüğün Kanlı Yüzü