Kapitalizm derin bir sistem bunalımı içinde ve dünya genelinde emekçi kitlelere tatminkâr bir hayat sunamıyor. Bunalımın belirtileri olarak yoksulluk, toplumsal eşitsizlik, baskı artıyor, militarizm yükseliyor. Bu temelde kitlelerin düzenden hoşnutsuzluğu belirgin biçimde artıyor ve dünyanın dört bir yanında patlak veren kitle isyanlarının da gösterdiği üzere, sınıf mücadelelerinin kızışmaya başladığı yeni bir devrimci dönem açılmış bulunuyor.
Bu yeni dönem, uzunca bir süredir hayaleti kovulmuş görünen devrimin yeniden hortlamaya başlaması anlamına gelmektedir egemenler için. Bunun dünyanın “nezih” bölgelerinde, Avrupa ve Amerika’da da telaffuz edilir hale gelmiş olması ise dünyanın efendilerini tedirgin etmekte ve bu nedenle en ufak bir çağrışıma bile aşırı tepki verebilmektedirler.
Birkaç hafta önce yaşanılan ve kimsenin dikkatini pek çekmeyecek küçük bir hadise bunu ilginç bir biçimde ortaya koymuştur. İngiltere’nin dünyaca tanınmış genç komedyeni Russell Brand, mevcut partilerin ve politikacıların sermayenin hizmetinde olduğunu söyleyerek, halka oy vermeme ve sosyalist eşitlikçi bir toplum düzeni için devrim çağrısında bulundu. İngiltere’nin ağırbaşlılığıyla meşhur efendileri, “komedyendir, olur” deyip geçiştirmediler nedense hadiseyi. Gecikmeden “skandal”a vaziyet ettiler. Sağlı sollu burjuva politikacılar ve medya kalemşorları, adeta Haçlı seferine çıkmışçasına, Brand’i kınama ve sağdan soldan yaylım ateşine tutma yarışına girdiler. Elbette bu “yaramaz” gence akıl vermeyi de ihmal etmedi medya köşeleri. En yavanından ahlak dersleri verecek kadar düşkün bir hal aldı bu vaazlar: “Genel olarak konuşursak, devrimler berbat fikirlerdir. Eğer bir şeyleri düzeltmek istiyorsan, Russell, seçeneklerin en az kötü olanı için oy ver, kanuna itaat et, ve neyin değişmesi gerektiğini düşünüyorsan onun için kampanya yürüten bir politik parti kur.” (The Telegraph)
İngiltere gibi devrime genelde uzak durmuş bir ülkede hepitopu bir komedyenin devrim çağrısının bu kadar tepki uyandırması, fincancı katırlarını ürkütmesi, tam da yukarıda dile getirdiğimiz nedenledir. İşçi kitlelerinin gitgide katlanılmaz hale gelen ağır sorunları varken ve geleneksel politik partiler de genel bir itibar yitimi ve köhneme süreci yaşarken, devrim kavramının olumlu bir içerikle ortalıkta dolaşması egemenleri huylandırmaktadır. Zira devrim kavramı eninde sonunda asıl olarak Ekim Devrimini akla getirmektedir. Ekim ölmemiştir.
Hal buyken işçi sınıfı açısından Ekim Devrimini hatırlamak her zamankinden daha çok önem kazanmaktadır. Ekim devrimi sadece 20. yüzyılın değil, belki de sınıflı toplumlar tarihinin en büyük olayıydı. 20. yüzyılın tüm çehresini baştan aşağı belirledi. Devrimler tarihine bakıldığında, tüm devrimler içinde en büyüğü, en etkileyicisiydi. Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında sosyalist düşüncelerin yaşadığı itibar kaybının bir parçası olarak, Ekim Devrimi de popülaritesini görece yitirmiş gibi görünse bile, onun bıraktığı büyük iz de, canlılığı da yerli yerinde durmaktadır. Hatta daha da ötesi, onun bugün ifade ettiği anlam daha da büyük ve değerlidir.
Sömürülen ve ezilenlerin ilk başarılı isyanı
Binlerce yıldır süren sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen ve ezilen kitleler sayısız kez isyan etmiş olmalarına rağmen, Ekim Devrimi tarihte ezilenler ve sömürülenlerin ilk başarılı isyanıydı. Bu yüzden de egemenler için asla kabul edilebilen, sindirilen bir şey olmadı. Sömürülenler ve ezilenler “problem” çıkarırlardı, hatta isyan bile ederlerdi, o nedenle onların sırtından sopa, akıllarından da uyutucu, oyalayıcı, itaat ettirici fikirler, önyargılar eksik edilmemeliydi ve zaten yönetim denen sanatın esası buydu. Ama bunların isyanının başarılı olması ve egemenleri alaşağı etmeleri… İşte bu anlaşılır ve kabul edilir bir şey değildi.
İşte bu temel niteliği nedeniyle Ekim Devrimi tüm dünyada olağanüstü yankı uyandırdı. Yeryüzündeki ezilenler ve sömürülenler onda kendi özlemlerinin halis bir ifadesini, temsilini gördüler. Dünyanın dört bir köşesinde ezilenler, hem de kitlesel iletişim olanaklarının oldukça kısıtlı olduğu o günlerde, gündelik sohbetlerinin konusu haline getirmişlerdi Ekim Devrimini. Osmanlı ordusunun saflarındaki yoksul emekçi askerler bile cephelerde bunu konuşur olmuşlardı. Dido Sotiriyu’nun meşhur romanı Benden Selam Söyle Anadolu’ya’da kahramanın gözlemlediği bir sahnede askerler Rusya’da olanlar hakkında aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Bir sakallı varmış orda, başa geçmiş. Başa geçer geçmez de, savaş bitecek demiş. Ve savaş da bitmiş işte… Başka işler de görmüş o sakallı: ‘bundan böyle zengin de yok, fakir de…’ demiş. Herkes birmiş Rusya’da… Bütün tımar ve hasları alıp bölüştürmüş, saraylardan dışarı dehlemiş bütün prenslerle paşaları.” Bu satırlar roman kurgusu diye geçiştirilecek satırlar değildir. Tüm dünyada yoksul emekçi kitlelerin haleti ruhiyesini hakiki biçimde yansıtan satırlardır.
John Reed ünlü Dünyayı Sarsan On Gün adlı eserinin önsözünde, Ekim Devriminden “serüven” olarak söz edilmesi üzerine şunları söyleme ihtiyacını hissetmişti: “Sovyet Hükümeti bir yıldan beri dayandığı halde Bolşevik İhtilalinden hâlâ bir ‘serüven’ olarak söz edenler var. Evet, bu bir serüvendir ve insanlığın bugüne kadar giriştiği serüvenlerin en büyüğüdür; bu, emekçi yığınların önünde tarihe geçen, geniş ve basit istekleriyle her şeyi sarsan bir serüvendir.” [Ağaoğlu Yay., s.12]
Bu serüven milyarlarca emekçinin en büyük ve köklü ortak özlemleri yolunda bir serüven olduğu için emekçi kitlelerin gönlünde büyük bir yankı bulmuştur kendine. Devrimin çok uzağında olan John Reed’in ülkesi Amerika’da bile işçiler daha devrimin ilk günlerinden itibaren destek gösterileri düzenlediler. Örneğin bu ilk günlerde New York’ta yapılan bir gösteride yüzlerce işçi Alman istilasına karşı devrimi korumak üzere gidip Kızıl Muhafıza katılmak için gönüllü yazılıyorlardı. Keza aynı gösteride işçi kadınlar devrime destek olmak için yüzüklerini, küpelerini, kolyelerini, bileziklerini sahneye atıyorlardı. Ekim Devriminin tutuşturduğu umut ışığı ve ilham sayesinde benzer nice dayanışma ve kardeşlik sahneleri birçok ülkede yaşanıyordu.
Emekçilerin kendileri sömürücü egemenleri alt etmeyi başarıyor ve kendi egemenliklerini kuruyordu. Binlerce yılın ezilmişliği, sömürülmüşlüğü, aşağılanmışlığı, yoksunlukları nihayet son mu buluyordu? Eşitlikçi, özgürlükçü, insanın insanın kurdu olmadığı, bolluk ütopyasına giden yol nihayet açılıyor muydu? Bu olabilecek miydi? İşte ezilenler ve sömürülenlerin binlerce yıllık özlemlerinin nihayet gerçekleşmeye başlaması anlamına geldiği için etkisi bu denli sarsıcı oldu Ekim Devriminin. Yüz milyonlarla sayılan yeryüzü emekçileri sınıfsal konumlarından gelen içgüdüleriyle yüzlerini ona döndüler.
Dünyanın dört bir köşesinde bu amacı simgeleyen komünist partiler emekçi kitlelerin teveccühünü gördüler. Hemen hemen tüm ülkelerde politika arenası köklü biçimde değişmek zorunda kaldı. Egemenler ezilenlerin taleplerinin ve mücadelesinin ifadesi olan politik güçlerle baş etme ve onları hesaba katma mecburiyetiyle yüz yüze geldiler. İtilip kakılanlar ve hiçbir bağımsız politik inisiyatife ehil görülmeyenler artık egemenlere kök söktürüyorlardı.
Gelmiş geçmiş en güçlü egemen sınıf olan burjuvazi için Ekim Devrimi, aldıkları en büyük darbeyi temsil ediyordu. Ezilen ve sömürülen o cahil kitleler nasıl olup da kendi iktidarlarını kurmaya girişebilmişlerdi? İşçilere ve onların öncü temsilcilerine egemenlerin ne gözle baktıklarına ve buna inanamadıklarına dair sayısız enstantane mevcut. Ekim Devrimi günlerini olağanüstü bir canlılıkla anlattığı eserinde John Reed ayaklanmanın arifesinde burjuvaların partisi olan Kadet Partisinin ileri gelenlerinden bir profesöre rastlar ve ona Bolşeviklerin bir ayaklanmaya kalkışacaklarına dair yaygın söylentiler konusunda ne düşündüğünü sorar. Profesör alaycı biçimde omuz silkerek “Davar onlar… canaille [ayaktakımı]!” der, “Buna cüret edemezler, etseler bile ortadan silinirler.” Reed’in kitabında benzer başka anekdotlar da var. Örneğin Reed o günlerde Rusya’da burjuva aydınlar arasında “İşçi Delegeleri (Raboçi Deputatov) Sovyeti’ne Sabaçik Deputatove, yani Köpek Delegeleri” demenin olağan bir durum olduğunu belirtiyor. Bu, egemenlerin binyılların yönetmişlik kibirinden gelen tipik bir aşağılamaydı. Ama aynı zamanda egemenlerin ne büyük bir körlük içinde olduğunu da gösteriyordu. Taze bir örnek olarak başbakan Erdoğan’ın da işçilere ilişkin olarak “ayaklar baş mı olacak” dediğini, sokaklara dökülen kitlelere “çapulcu” dediğini hatırlayacak olursak, zaman ve mekân farkı olmaksızın tüm egemenlerin nasıl da benzer bir kibirle malûl olduğunu görmek kolaylaşır.
O aşağılanan yoksul emekçi kitleler tam da devrimci dönemlerde adeta bir yaratıcılık patlaması yaşarlar. Toplumun bağrında birikmiş olağanüstü yaratıcı potansiyel gürül gürül akmaya ve toplumsal yaşamın dört bir yanından canlılık fışkırmaya başlar. Cehaletle suçlanan o kitleler birçok toplumsal, siyasal, örgütsel soruna yüce kafaların bulamadığı çözümler üretirler. Örneğin bir işçi devletinin temel özelliklerini ve örgütsel formlarını o “cahil” işçi kitleleri keşfetmişlerdir, nice yeni sanat akımları devrim dönemlerinin yaratıcılığa verdiği güçlü ilhamla ortaya çıkmıştır, vb.
İşçi kitleleri kendilerine doğru bir kılavuzluk yapıldığında mucizeler yaratmaya yetenekli olduklarını Ekim Devrimiyle parlak biçimde göstermişlerdir. Ekonomiden tutun, eğitim ve kültüre kadar toplumsal yaşamın her alanında kolektif zekânın parlak örneklerini sergilemişlerdir. Böylesi dönemler aynı zamanda bilgiye, kültüre olan talebin de patladığı dönemlerdir. Kitleleri siyasal yaşamın odağına çeken büyük toplumsal altüst oluşlar, onların, başta bu süreçlerin kendisi olmak üzere tüm bir insanlık mirasını anlama ve öğrenme hevesini kamçılar. John Reed devrim günlerini anlatırken bu bakımdan da bir kesit verir: “Siperlerde ayaklarında ayakkabı olmayan sıska insanlar gördük. Onlar bizi görünce ayağa kalktılar. Istıraplı yüzleri, yırtık pırtık elbiselerinin içinde mavileşen derileriyle, sabırsızlıkla üzerimize atıldılar: Okuyacak bir şey getirdiniz mi? Rusya her okunacak şeyi kızgın toprağın suyu emmesi gibi emiyor, bir türlü suya doymuyordu. Dağıtılan bu şeyler masal, yalan yanlış tarih, halk için din ya da insanları dejenere eden ucuz cinsten romanlar değildi. Bunlar sosyal, ekonomik kuramlar üzerine, felsefe üzerine yazılmış kitaplardı. Tolstoy’un, Gogol’un ve Gorki’nin eserleriydi.”
Ekim’in sırrı
Sömürülen emekçi kitlelerin sınıfsal dürtüleri ve sezgileri önemli bir etmen olmakla birlikte, bu dürtü ve sezgilere biçim verecek bir liderlik ve politik örgütlülük olmadan bu sezgilerin devrimleri kendi başına başarıya ulaştırması mümkün değildir. Sınıf güdüleri ve Marksist teori ışığında oluşturulmuş devrimci bir politika: İşte bu iki etmenin örgüt dolayımıyla birleşimi başarının sırrını verir. Tarihte Ekim’den önceki ve sonraki proleter isyanlarında ya da devrimlerinde başarılı olunamamasının temel nedeni, şu ya da bu biçimde eksik olan bilinçli örgütlü öncü ve liderliktir.
Proletarya devriminin tarihin göreceği en bilinçli devrim olacağı Marksizm tarafından en başından tespit edilmiştir. Zira tarihte ilk kez en alttaki sömürülen sınıf başka bir sömürücü sınıfın egemenliğini değil kendi egemenliğini kuracaktır ve onu da geçici bir süre için kuracaktır, çünkü asıl hedef kendisi dâhil tüm sınıfları ortadan kaldırmaktır. Bir sınıflı-sömürülü toplum biçiminden diğerine geçiş değil, sınıflı-sömürülü toplum düzenlerinin tüm biçimlerinin kaldırılması söz konusudur. Böylesi bir kapsamlı dönüşümün ve hareketin geçmiş devrimlere göre daha yüksek bir bilinç öğesi içereceği kendiliğinden açıktır.
Tarihin ilk ve hâlâ tek başarılı proleter devrimi olan Ekim Devriminde bilinç unsurunun olağanüstü bir rolünü görürüz. Ekim Devrimine öncülük eden Bolşevikler işçi sınıfının en bilinçli öncü unsurlarını içeriyordu ve bu haliyle dünya işçi sınıfının tüm tarihsel deneyimini bağrında kristalize ediyordu. Bolşevik kadrolar yıllar süren kahırlı çabalar ve mücadeleler sonucu bu olağanüstü sonucun elde edilmesini sağlamışlardı. Keza bir başka düzeyden bakıldığında da, Bolşevikler kuşaklar boyunca çeşitli ülkelerde işçi sınıfı davası için mücadele eden devrimcilerin tüm olumlu mirasının ve büyük özlemlerinin bir ifadesiydi.
Ekim Devrimi günlerine gelindiğinde Marksizm bir düşünce akımı olarak yarım yüzyıldan fazla bir süreyi (Komünist Manifesto’yu esas alırsak 70 yıldan söz edebiliriz) geride bırakmıştı. Aslında daha da geriye uzatılabilir bu süreç. Zira bir işçi devrimi, bir proletarya diktatörlüğü fikri için mücadelenin kökleri ilk olarak Fransız devriminin sonrasında filizlenmiştir. Babeuf’leri, Buonarroti’leri, Blanqui’leri ve bu temelde çeşitli gizli örgütlenmeleri anabiliriz bu bahiste.
Sonuç olarak, devrimciler açısından bakıldığında kuşaklar boyunca süren ve sonucu büyük bir özlemle arzulanan kahırlı bir mücadele söz konusudur. Bu kuşaklar boyu mücadele etmiş sayısız devrimci açısından baktığımızda Ekim Devriminin olağanüstü bir deneyim anlamına geldiğini görmek zor değildir. Ömür boyu verilen zorlu mücadelenin sonunda, başarılması hiç de kolay olmayan büyük idealin gerçekleşmesine bizzat tanık olmak… Bunun coşkun deneyimi bir yana, egemenlerin ve sağlı sollu sayısız fikir adamının, akımlarının saldırılarına uğramış ve buna rağmen sıkı sıkıya sarılınmış bir dünya görüşü olarak Marksizmin en cüretli öngörüsünün doğrulanışı görmek… İşte Ekim Devrimi tüm bunları ifade ediyordu aynı zamanda.
Ekim Devrimi öylesine inanılmaz bir şeydi ki, Lenin bile Çarlığın yıkıldığı Şubat devriminin birkaç hafta öncesinde kendisinin devrimi muhtemelen göremeyeceğini söylüyordu. Aynı Lenin Rusya’da işçi iktidarı 72 günü tamamladığında karlar içinde çocuklar gibi sevinçle zıplıyordu. Zira Rusya’da işçi iktidarı Paris Komününün 72 günlük ömrünü geçmişti.
Dünya devriminin ve liderliğin önemi
Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarının 1920’li yıllar içinde içten yürüyen bir bürokratik karşı-devrimle yıkılıp yerine Stalinist bir diktatörlüğün kurulması, insanlığın büyük özlemleri için ağır bir darbe oluşturdu. Bu darbenin büyüklüğü esasen bürokratik despotik diktatörlük 1990 dönemecinde yıkıldığında ortaya çıktı. Zira bürokratik diktatörlük tüm ömrü boyunca Ekim’in ve sosyalist ideallerin sürdürücüsü pozunu kesmişti. SSCB’nin büyük bir dünya gücü haline gelmesi bu iddiaya belli bir inandırıcılık kazandırmıştı. Fakat yine de başta Rusya’daki işçi sınıfı olmak üzere dünya işçi sınıfının Sovyetler Birliği’ne beslediği umutlar giderek zayıfladı ve SSCB’nin cazibesi gitgide azaldı. Çöküş ise sosyalist ideallerin çöküşü olarak görüldü genel olarak. Oysa çöken, işçi sınıfının, sosyalizmin ve Marksizmin düşmanı olan bir bürokratik diktatörlüktü gerçekte. Ne Marksizm ne sosyalizm ne de Ekim Devriminin temsil ettiği değerler çökmüştü.
Rusya’da proleter devrimle kurulan işçi iktidarı, iç savaşta Rus proletaryasının en iyi unsurlarının kırılması, sanayi işçisinin fiilen erimiş olması, köylülüğün boğucu ağırlığı ve tabii, en önemlisi, tüm Avrupa’da işçi hareketinin yenilip geri çekilmiş ve devrimci durumun sönümlenmiş olması nedeniyle yenilgiye uğradı. Yine de dünyanın değişik bölgelerinde tekrar tekrar devrimci yükselişler yaşandı. Ama bu yükselişler başarılı proleter devrimlerle sonuçlanmadı, bu da asıl olarak öznel faktörden, yani devrimci önderlikle ilgili sorunlardan kaynaklanıyordu. Gerçek şu ki, insan hayatında olduğu gibi toplumların hayatında da ve dolayısıyla tarihte de kritik dönüm noktaları vardır. Böylesi dönüm noktalarında tarihsel aktörlerin iradi müdahalelerinin belirleyicilikleri artar. Bazen bu aktör tek bir lidere bile indirgenebilir. Örneğin Ekim Devrimi söz konusu olduğunda bizzat Troçki’nin de ifade ettiği gibi, eğer Lenin olmasaydı o günlerde iktidarın işçi sınıfı tarafından alınması çabası başarıya ulaşamazdı. Devrimci durum bir süre daha, ve belki uzunca bir süre daha, tüm gelgitleriyle sürer ama sonuç çok büyük olasılıkla başarılı bir proleter devrim olamazdı. Devrim günlerinin ayrıntılı tarihini ve bunun içinde parti içi mücadelelerin gelişimini ve değişik liderlerin rolünü bilenler bunu açıkça görmekten geri duramazlar.
Hiç şüphesiz aktörler dediğimizde kişilerden ziyade örgütlü hareketleri, örgütleri, partileri anlıyoruz. Zira siyasal mücadeleler, hele de modern zamanlarda, bu kurumlar aracılığıyla yürütülür ve sonuca bağlanırlar. Bir ülkenin tüm siyasi kaderinin belirli bir siyasi örgütün kararına bağlı hale geldiği kritik anlar vardır. Tarih keskin biçimde bir yol ayrımını getirip ortaya koymuştur. Öznel ağırlığını şu ya da bu yoldan yana koymak tarihin sonraki akışını radikal biçimde belirler. İşte kitleleri yönlendirme gücünde olan bir örgütün aldığı karar böylece sonuç belirleyici olur. Eğer Ekim günlerinde parti, Şubat devrimi sonrasındaki ilk aylarda olduğu gibi Kamenev ve Stalin gibilerin elinde kalsaydı Bolşeviklerin genel hareket tarzı Menşeviklerinkinden ya da sol-Menşeviklerinkinden pek farklı olmazdı. Diğer tarihsel deneyler bir yana, özellikle adı anılması gereken 1918 Alman devriminin ve 1919 Macar devriminin akıbeti, bize olabileceklerin genel seyri hakkında fikir vermektedir.
Şimdi aynı metodu dünyanın değişik bölgelerinde patlak veren sonraki kalkışmalara ve devrim süreçlerine uyguladığımızda tabloyu daha iyi anlayabiliriz. 1923 Alman devrimi, 1927 Çin devrimi, 1934 Fransa, 1936 İspanya ve 2. Dünya Savaşı süreci ve bitiminde Fransa, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerdeki devrimci durumlar ve daha sonraki niceleri… Bu süreçlerin birçoğunda Ekim’deki gibi devrimci bir çizgi izlenerek yeni proleter devrimlerle işçi sınıflarının iktidara gelmesi sağlanabilirdi. Ancak SSCB’deki egemen Stalinist bürokrasinin kontrolü altındaki komünist partiler devrim süreçlerini dizginlemek, burjuvaziyle anlaşmalar yapmak yolunu izleyerek sonunda bu devrimleri boğazladı. Böylece bir dünya devriminin yeniden ateşlenmesi yolunda birçok yeni fırsatlar doğmasına rağmen, bunlar asıl olarak Stalinist bürokrasinin tutucu hesapları doğrultusunda boğuldu. Tekrar tekrar beliren tarihin bu tür çatallanma noktalarında doğru iradi müdahalelerle ibrenin tekrar devrim yönüne çevrilmesi mümkündü.
Dünya devrimi tüm meselenin kalbini oluşturmaktadır. İnsanlığın sömürüsüz, sınıfsız, eşitlikçi, özgür bir bolluk toplumu özlemi, yani bir yeryüzü cenneti özlemi tümüyle buna bağlıdır. Bolşevikler devrimci kalkışmayı örgütleyip işçi sınıfının iktidarı almasına öncülük ettiklerinde bunu salt Rusya dahilinde kendi başına yaşayabilir bir sosyalist düzen kurabileceklerini düşündükleri için yapmadılar. Marksizm tümüyle bunun aksini öğretmektedir. Bolşeviklerin dayandıkları tek şey dünya devriminin kıvılcımını çakacak olmalarıydı. Rus işçi sınıfı, özellikle de devrimin kalbi konumundaki Petrograd işçi sınıfı, kendisini tüm dünya devriminin bir öncü müfrezesi gibi görüyor ve devrimin diğer ülkelerdeki zaferini büyük özlem ve heyecan içinde bekliyordu. Çünkü kurtuluşun tek gerçek yolunun bu olduğunun bilincindeydi. Buna dair canlı bir enstantane devrimin birinci yılı kutlamaları sırasında yaşanmıştır. Büyük bir tiyatro salonunda yapılan çeşitli kutlama etkinlikleri sırasında Almanya’dan gelen ayaklanma haberinin salona duyurulması ile doğan atmosferi şöyle aktarıyor orada bulunan bir Bolşevik:
“Sonrasında olanları aktarmak zor… Duyuru adeta bir tür gök gürültüsüyle karşılandı ve çılgınca alkışlar dakikalarca tiyatro salonunu salladı… İşte, sonunda gelmişti, Batı Avrupa proletaryasından destek gelmişti. Bundan böyle artık her şey farklı gelişecek gibi görünüyordu. Sahnede olup bitene yönelik ilgi tümüyle kaybolmuştu… Oradakiler hâlâ kendi metinlerini okuyorlardı… Fakat bizim düşüncelerimiz çok uzaklarda, Berlin’deydi, kızıl bayrakların sokaklarda dalgalandığı Berlin’de, bir işçi delegeleri sovyetinin toplantı yapmakta olduğu Berlin’de, dünya proletarya devrimine yeni bir düğümün atıldığı Berlin’de.”
Ne yazık ki Alman proletaryası o sırada henüz yeterli hazırlığa ve örgütlülüğe sahip değildi. O nedenle 1918 Alman devrimi her ne kadar imparatorluğa son verip cumhuriyeti getirse de, sovyet denemesi kısa ömürlü ve zayıf içerikli olabildi. Ancak asıl hayıflanılacak şey, devrimi yapan işçilerin Bolşevik öncülerinde mevcut olan ve keza ilk dönemde dünya komünist hareketine de yayılan bu güçlü enternasyonalizmin, daha sonra Stalinist bürokrasinin çarpıtmalarıyla bozulması ve yerini milli sosyalizm anlayışının almasıdır. Bu gerici ütopik anlayışın dünya komünist hareketine yerleştirilmesinin sonuçları, yukarıda değindiğimiz üzere çok ağır oldu.
Yeni bir dönem
Sonuç olarak fırsatlarla dolu büyük bir tarihsel dönem kabaca 1980’lerle birlikte kapandı. Bir anlamıyla çok büyük bir fırsat, bir tarihsel moment kaçırılmıştır denebilir. Bütün dünya baştan aşağı değişebilir ve bugün bambaşka bir iklim altında yaşıyor olabilirdik. Bu ihtimal boş bir spekülasyon değildir. Bunun olanağı çok güçlü bir biçimde kendisini ortaya koymuştu. Ne yazık ki hain önderlikler nedeniyle bu fırsat tepilmiştir.
Bütün bu yenilgiler sonunda çok önemli şeyler kaybedildi. Örgütler, adanmış kadrolar, işçi sınıfının genel özgüven düzeyi, ideolojik özgüven, ideal inancı vb. tüm bu cephelerde ciddi erozyonlar yaşandı. Bu birikimin bir kez daha yaratılması gibi ağır bir görev önümüzde durmaktadır. Bu görev ağır olmakla beraber umutsuz olmak için hiçbir sebep yoktur. Şunu çok iyi biliyoruz, insanlığın idealleri ve umut asla son bulmaz. Böyle olduğu için de bu idealler gerçekleşene dek mücadele devam edecektir. Bunun temelleri de insan kaynakları da daima mevcuttur.
Bugün dünyada toplumsal-politik hareketler yeniden filizlenmekte. Bunlar henüz el yordamıyla ilerliyorlar. Ama onları güdüleyen temel sorunlar yeni sorunlar olmayıp Marksizmin ele alıp çözümler üretmiş olduğu sorunlardır. Bu yeni hareketler geçmişin devrimci mücadele birikimlerinden yeteri kadar haberdar değiller. O nedenle yanlış yollara sapabiliyorlar. Ancak bunların içinden Marksizme yönelenler muhakkak olacaktır. Dahası kitle hareketi kimi zaman pahalıya da patlayan deneme yanılmalarla gitgide tarihsel olarak daha önce keşfedilmiş biçimlere daha fazla yaklaşacak ya da en azından fikren bunlara daha açık hale gelecektir. Dünya-tarihsel açıdan yeni bir devrimci döneme girilmiştir ve Ekim Devriminin mesajının ve derslerinin doğal muhataplarını bulacağı mücadeleler her gün dünyanın bir başka yerinde kendisini göstermektedir. Dünya genelinde egemenlerin telaşı da, her geçen gün yeni biçimler altında arttırdıkları baskı önlemleri de bundandır. Bu bakımdan güvenle söyleyebiliriz ki, Ekim Devriminin kitle imgeleminde yeniden hak ettiği yeri alacağı günler uzak değildir.
link: Levent Toprak, Ekim Devrimine Dair, Aralık 2013, https://marksist.net/node/3365
Kapitalizm Kadına Şiddeti Körüklüyor
Ezilenlerin Ezenlere Karşı Mücadelesi Hep Vardı, Var Olacak