Kapitalist sistemin yaşadığı derin krize bağlı olarak günümüzde bir yandan emperyalist savaş yaygınlaşıyor, diğer yandan dünyanın çeşitli bölgelerini kitlelerin isyan ateşi sarıyor. Burjuva düzenin eski dengelerini altüst eden bu durum, sınıf mücadelesinin seyrinde de önemli bir değişim anlamına gelmektedir. Hatırlanacak olursa, geçmiş on yıllara işçi hareketindeki muazzam gerileme damgasını vurmuştu. Dünya burjuvazisinin, kapitalist sistemin dünyada tek başına kalmasını bir zafer olarak sunup devrimci mücadeleye ve sosyalizm hedefine karşı amansız bir saldırıya geçmesi kitle psikolojisini derinden etkilemişti. O dönemlerde devrim kavramını ağıza almak dahi “dinozor” damgasını yemeye yetiyordu. Fakat tarihin çarkı kuşkusuz o noktada takılı kalmadı ve burjuvazinin keyfini kaçıracak şekilde dönmeye başladı. Böylece, işçi hareketini alabildiğine gerilere sürükleyen karanlık bir dönem de devrimci Marksistlerin tarihsel iyimserliğini kanıtlayarak aşılıyor. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin yeniden ayağa dikilmesi sürecinde daha nelerin yaşanacağını önceden bilmek elbet mümkün değil. Fakat bugün için açık olan bir gerçek var. Burjuvazinin, öldüğünü ilan ederek bir dönem boyunca rahat nefes aldığı devrim, kapitalizmin tarihsel krizinin tetiklediği isyan dalgalarıyla ve eski dönemlere oranla çok daha yakıcı hale gelen güncelliğiyle geri dönüyor.
Devrimin güncelliği
Tarih kuşkusuz tekerrürden ibaret değil. Fakat kapitalist üretim tarzının tarihi boyunca sınıf mücadelesinin iniş çıkışlarına bağlı olarak tekrar eden nice olay ve unutulup yeniden gündeme gelen nice tartışma konusu var. Bu bağlamda hatırlanabilecek konulardan birini de “devrimin güncelliği” oluşturuyor. Bu konu, geçmişten günümüze Marksist çevreler arasında cereyan eden çeşitli tartışmalar içinde yer almıştır. Hatırlanacağı üzere, reformist bir çizgi izleyenlere gerçek bir işçi devrimi her zaman olmayacak bir hayal olarak görünmüştür. Hatta tarihin akışının hızlandığı kriz ve isyan günleri geldiğinde bile, devrimi arzulamak ve ondan söz etmek reformistlere hâlâ boş bir hayal ya da tehlikeli bir macera olarak görünmeye devam eder.
Devrimi arzuladıkları ve devrimden söz ettikleri için vaktiyle Marx da Lenin de dönemlerinin oportünist ya da reformist siyasetçi ve düşünürleri tarafından “iradecilikle” suçlanmışlardı. Oysaki işçi sınıfının devrimci önderlerinin yaklaşımında, tarihin akışını iradi biçimde zorlamaya çalışmak ve bu yüzden işçileri tehlikeli oyunlara sürüklemek gibi yanılgıların zerresi bile mevcut değildir. Onlar yalnızca, işçi hareketindeki en küçük bir kıpırdanmayı bile mücadeleyi ilerletme yönünde değerlendirmeye çalışan devrimci önderlerdir. Uzun süren bir gerileme döneminin ardından işçi hareketinde yeniden ve dünya ölçeğinde yükselişlerin yaşandığı günümüz koşullarında, bu devrimci önderlerin devrim stratejisi ve örgütsel sorunlardaki doğru yaklaşımları birinci dereceden öğretici olmayı sürdürüyor. Bugün devrimci Marksistlere düşen temel görev, devrimin güncelliğini algılamak ve sınıfın devrimci örgütlülüğünü ulusal ve enternasyonal düzeyde güçlendirmeye hizmet etmek noktasında somutlanıyor.
İşçi sınıfının kapitalist tarih sahnesinde mücadeleleriyle yerini alması ve yıllar içinde büyüyen bir sınıf olarak gelişmesi, işçi devriminin fiilen gerçeklik boyutu kazanması anlamına gelir. Bunun yanı sıra, uzun yıllar boyunca yol kat eden kapitalist gelişme çoktandır dünya ölçeğinde sosyalizmin nesnel temellerini döşemiştir. Fakat günümüzde kapitalist sistemin içine sürüklendiği derin tarihsel kriz, buna ek olarak devrimin nesnel koşullarını da geliştiriyor. Nitekim bugün dünya ölçeğinde yaşanan kitle ayaklanmaları, işçilerin-emekçilerin eskisi gibi yaşamak istememeleri ve burjuva rejimlerin de siyasi istikrarsızlık içine girmesi, artık çeşitli ülkelerde devrimci durumların geliştiğinin dışavurumudur.
Çok genel anlamda ele alınacak olursa, işçi devrimi açısından tarihsel koşulların dünya ölçeğinde oluştuğu emperyalizm çağı devrimin güncelliğine işaret eder. Bu konu çeşitli Marksist yazarlar tarafından ele alınmıştır. Fakat konunun bu boyutu, kapitalizmin çürüme çağı olan emperyalizm döneminde dünyada her an bir devrim durumu olduğu şeklinde kavranıp basite indirgenmemelidir. Nitekim yıllar önce Troçki’nin de dikkat çektiği üzere, emperyalist çağın devrimci karakteri, her verili anda devrimin başarılmasına yani iktidarın ele geçirilmesine olanak vermesinde yatmamaktadır. Çağın devrimci karakteri, derin ve keskin dalgalanmalarla yüklü olmasından, doğrudan devrimci bir durumdan faşist veya yarı-faşist karşı-devrimin zaferine yol açan yenilgi dönemlerine geçiş gibi ani ve sık dönemeçler içermesinden kaynaklanmaktadır.
Güncel ve somut boyutuyla ele alacak olursak, devrimin güncelliği, kapitalist sistemin görece olağan dönemlerine özgü denge durumlarının altüst olduğu derin bir karışıklık dönemi anlamına gelir. Bu gibi dönemlerin temel belirtisi, giderek toplumun tüm kesimlerini kapsayan genel bir huzursuzluk ve kargaşa halidir. Böyle devrimci durumlarda sınıf mücadelesinin seyrinde proletaryanın devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi (devrimin öznel koşullarının olgunlaşma derecesi) doğrudan belirleyici olacaktır. Dolayısıyla, devrimci dönemlerde işçi sınıfının en sıradan görünen günlük mücadelesini bile devrim perspektifini gözden yitirmeksizin sürdürüp ilerletmek daha da fazla önem kazanır.
Devrimci dönemler işçi sınıfının devrimci partisinin öncülüğünü büsbütün zorunlu kılar. Ne var ki daha önceden bu doğrultuda bir hazırlık çalışması yürütülmemişse, ihtiyaç duyulan örgütlülüklerin toplumsal yaşamdaki ani değişim dönemeçlerinde bir anda yaratılamayacağı açıktır. İşte bu noktada, ancak belirli bir koşulda çözümlenebilecek bir problem yer alıyor. Şöyle ki, toplumda devrimin çok uzak bir ihtimal olarak algılandığı dönemlerde genelde reformizm ve buna uygun örgütlenme anlayışları ağır basıyor. Böylesi dönemlerde devrimci parti savunusu solun geniş kesimlerine abartılı ve sekter bir yaklaşım olarak görünüyor. Nitekim kapitalizmin tarihi boyunca bu durum çeşitli kereler yaşandı. Ve bu nedenle de toplumsal yaşamın süratle altüst olduğu devrimci dönemlere genelde hazırlıksız yakalanıldı. Fakat yalnızca bir durumda, işçi sınıfının Leninist parti anlayışı çerçevesinde örgütlendiği Ekim Devrimi örneğinde, devrimci durumdan muzaffer bir işçi devrimiyle çıkış mümkün olabildi.
Açıktır ki, tarihte hiçbir sınıf kendi içinden politik temsilcilerini ve politik liderlerini çıkarmaksızın eski düzeni yıkıp iktidarı fethetmeyi başaramamıştır. Bu gerçek işçi sınıfı açısından büsbütün önem taşır. İşçi sınıfının tarihsel misyonunu gerçekleştirebilmesi için, geçmişte olduğu gibi günümüzde de sınıfın öncü kesiminin devrimci teori ile donanması ve devrimci bilince ulaşması zorunludur. Bu da sınıfın kendiliğinden ve gündelik ekonomik mücadelesi içinde gerçekleşemez. Bunun için sınıf temelinde devrimci siyasal mücadele yürütme anlayışına sahip bir örgütlülüğün yaratılmasına ihtiyaç vardır. İşte Leninist parti anlayışı ile anlatmak istediğimiz, taklit edilecek bir biçim, bir örgütlenme şablonu değil, bu ihtiyacı günümüz koşullarında karşılamayı gerçekten de başaracak bir devrimci örgütlülüktür. Bu hususun kavranması bugün işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından yaşamsal önemde bir boyuta sahiptir. Marx’ın ortaya koyduğu teorik düzlemde ifade edecek olursak, günümüzde devrimci proletarya açısından aslolan dünyayı değiştirebilmektir ve sınıfın doğru temellerde kavranmış Leninist parti anlayışı çerçevesinde örgütlenmesi bu değişim için elzemdir.
Doğrular ve yanlışlar
Yukarıda değinmeye çalıştığımız hususlar, işçi devrimini başarıya ulaştırabilmek için günümüz koşullarında sıkıca sahip çıkılması gereken öncelikleri oluşturuyor. Ne var ki, bugün Leninist parti anlayışını mahkûm eden ya da ondan uzak duran sol siyasal çevreler kuşkusuz başka tellerden çalıyorlar. İşçi sınıfının anti-kapitalist mücadeleyi kendiliğinden kitle eylemleri sayesinde başarıya ulaştırabileceği ve Leninist tipte bir partiye hiç mi hiç gerek olmadığı fikrini propaganda edenlerin sayısı çok. Bu doğrultudaki siyasal yaklaşım ve niyetler çeşitli farklılıklar taşısa da, Leninist parti anlayışından uzak durmak için kullanılan argümanlar ortak noktalar içeriyor. Bu argümanlar arasında, aslında devrimci sınıf partisinin biçiminden değil özünden, onun düzen dışı niteliğinden kaynaklanan illegalite konusunun çarpıtılması başta geliyor. Konuyu çarpıtanlar illegalite olgusunu konspirasyon veya gizlilikle bir tutuyor ve bu noktadan hareketle Leninist parti anlayışına tam gaz hücum ediyorlar.
İlgili bağlamda ve kelimenin doğru anlamında kullanılacaksa, illegalite, işçi sınıfı mücadelesinin burjuva düzenin sınırları içerisine hapsedilemeyecek ihtilalci niteliğini ve onun devrimci öncüsünün (partisinin) siyasal özünün ve eylemlerinin içeriğinin de bu ihtilalci nitelikle uyum içinde olması gerektiğini ifade eder. Devrimci sınıf partisi, biçimsel tartışmaların ötesinde, sınıfa gerçekten devrimci öncülük edecekse, sınırlarını burjuva yasaların çizdiği hareket alanıyla kendini sınırlamamalı ve varlığını sadece burjuva yasalarına güvenerek oluşturmamalıdır. İşte bu anlamda illegalite, yalnızca Bonapartizm veya faşizm gibi olağanüstü burjuva rejimler altında mücadele yürütülen ülkelerde değil, en demokrat geçinen Avrupa ülkelerinde de komünist çalışma açısından bir gerekliliktir. İşte bu gereklilik, en çok da Avrupa sosyalistlerinin doğru biçimde kavramaya yanaşmadıkları önemli bir ayrım noktası oluşturuyor.
İşçi sınıfına devrimci anlamda önderlik edecek bir hareketin, örgütsel yapısını burjuva rejimin insafına terk etmesi, burjuva demokrasisine bel bağlaması düşünülemez. İşçi sınıfının devrimci parti anlayışında belirleyici ölçüt, mücadele programının ve eyleminin devrimci içeriğinden ödün vermemek olmalıdır. İşte bu nedenle, sınıfın devrimci örgütlülüğü burjuva yasal çerçevede tanımlanan bir legalite (meşruiyet) anlayışını aşar. Bu nitelikte bir örgütlülük, meşruiyetinin kaynağını devrimci mücadelesinin haklılığına ve bu temelde kazanılan kitle desteğine dayandırır. Bu husus üzerinde dikkatle durulursa, işçi sınıfının devrimci öncü örgütlülüğü ile legalist sol yapılanmalar arasında siyasi öz bakımından muazzam bir niteliksel fark olduğu rahatlıkla kavranır. Söz düzeyinde devrimciliği dilinden düşürmeyen pratikte ise kendilerini burjuva yasalarıyla, burjuva parlamenter düzenin kurallarıyla, seçim sistemiyle vb. sınırlayıp bağlayan örgütler, kendilerini nasıl adlandırırlarsa adlandırsınlar, son tahlilde ve kaçınılmaz bir biçimde legalizme doğru çekilirler ve birer reformist örgüt olup çıkarlar!
Kendilerini kapitalizmin görece rehavet dönemlerine adapte etmiş, legalizm batağına saplanmış tüm sol çevre, örgüt ve partiler açısından illegalite uzak durulması gereken kötü bir şeydir. Böyleleri açık çalışma adına burjuva yasalarının sınırlarına hapsolmayı gönüllü biçimde kabul ederler. Ve Leninist tipte devrimci örgütlenmeleri de kitlelerden kopuk bir gizli örgüt gibi göstermeye çalışırlar. Oysa Leninist tipte parti, devrimci illegal özünü koruyarak her türlü legal olanaktan yararlanmaya çalışan ve sınıfın kitlesiyle devrimci bağlar kurabilmek amacıyla gereken tüm açık alanlarda mücadele yürüten devrimci sınıf partisidir. Bu nitelikte bir sınıf partisini var etmek, işçi sınıfının kelimenin gerçek anlamında kapsamlı bir anti-kapitalist mücadele yürütebilmesi ve bu mücadeleyi başarıya ulaştırabilmesi için zorunludur.
Ne var ki, sınıf mücadelesinin sert doğasından kaynaklanan bu tür zorunluluklar oportünist ve revizyonist unsurlara her zaman gereksiz bir keskinlik ve katılık olarak görünüyor. Revizyonizm gerçek devrimci yaklaşımlara egemen olan bağımsız sınıf tutumunu her zaman fazla tek yanlı ve sekter bulmuş ve daima devrimci sınıf çizgisini yumuşatacak bir uzlaşı noktası aramıştır. Revizyonizmin bu özelliği çeşitli teorik politik sorunlara yaklaşımdan tutun da siyasal örgüt anlayışına dek uzanır. Esasen örgütsel alana dair sorun ve yaklaşımları, genel ideolojik çerçeveden ve teorik kavrayıştan kopartarak ele almak kesinlikle yanlıştır. Revizyonizm özünde eklektiktir ve uzlaşmacıdır. Sınıf mücadelesi alanında işçi sınıfıyla burjuvazi arasında bir uzlaşı aradığı gibi, teori ve örgüt anlayışı bakımından da devrimci çizgiyi yumuşatacak deformasyonlar yaratma derdindedir.
Bu bakımdan, günümüzde kendilerine Marksist süsü vererek anti-kapitalist mücadeleden söz eden revizyonistlerin, Leninist parti anlayışına hışımla saldırmaları boşuna değil. İşin aslına bakılacak olursa, dünyanın tüm revizyonistlerinin bu tip yaklaşımlarının ardında, kapitalizmin devrimci yoldan yıkılması ihtiyacına duyulan inançsızlık yatıyor. Bunlar, Leninist tipte partilerin öncülüğünde gerçekleştirilen devrimlerin çözüm üretmediği ve dolayısıyla toplumun kaderini kitle hareketinin kendiliğinden iniş çıkışlarına terk etmenin daha hayırlı olacağı yolunda bir anlayış geliştirip yerleştiriyorlar. Günümüz revizyonistinin gerçek devrimci sınıf örgütlülüğünden şeytan görmüş gibi kaçması ve aslında örgütsüzlüğün ifadesi olan amorf bir kitleselleşmeyi kutsaması bu yüzdendir. Bu kitle övgüsünün ardına gizlenmiş siyasal yaklaşımlar, neticede kitlelerin kaderini, türlü baskı aygıtları ve ideolojisiyle, siyasal partileri ve çeşitli örgütleriyle toplumu hegemonyası altında tutan burjuvaziye terk etmiş olmaktadırlar.
Kitlelerin kendiliğinden eylemlerine tapınır görünen ama işçi sınıfının devrimci gücüne hiç mi hiç inanmayan ve buna rağmen kendilerini yine de anti-kapitalist göstermeye çalışan siyasal çevrelere en ufak bir prim bile vermemek gerekir. Bu tür çevrelerin karakteristik özelliklerinden biri de, Leninist parti anlayışının, sınıfın kitle gücünü ve kendiliğinden eylemlerinin önemini inkâr ettiğini iddia etmeleridir. Oysa işçilerin devrimci örgütünü yaratmaktan murat, sınıfın kendiliğinden kitle eylemlerini ortadan kaldırmak değildir. Tam tersine, sınıfın kitle gücünü artırmak ve kitle eylemlerini doğru yöne kanalize etmek üzere onlara önderlik etmektir. Vaktiyle Lenin’in de işaret ettiği gibi, proletaryanın kendiliğinden eylemi, bu eyleme güçlü bir devrimciler örgütü önderlik edene kadar gerçek boyutlarına ulaşan bir sınıf mücadelesi haline gelemeyecektir. Keza bugün farklı tellerden çalan bazı Troçkistlerin yaklaşımlarını tamamen çürütür biçimde, Troçki de, devrimci mücadeleye önderlik edecek yetenekte bir parti olmaksızın proleter devrimin başarıya ulaştırılamayacağını vurgulamıştır. Proletaryanın kendiliğinden bir ayaklanma ile iktidarı ele geçiremeyeceğine kuvvetle dikkat çekmiştir.
Kitleselleşme adına devrimci ilkelerinden ve özünden feragat eden partilerin devrime önderlik edemediği çeşitli tarihsel örneklerle sabittir. Ayrıca, günümüzde burjuvazinin sosyal-demokrat partilerine dönüşen Avrupa “işçi” partilerinin durumu da ortadadır. Evet, devrimin mutlak bir zorunluluk olduğunu kendi deneyimleri temelinde kavrayıncaya dek kitleler reformist siyasetler tarafından ayartılmaya yatkındırlar. O nedenle, kitlelerin nabzına göre şerbet verilerek bir işçi kitle partisi olunabilir. Fakat bu yolla kitleselleşen bir sol parti, işçi sınıfının ezici çoğunluğunu peşine taksa bile, sınıf mücadelesinde belirleyici dönemeçlerin keskinleştiği devrimci durumlarda sınıfın önderlik ihtiyacını karşılayamaz. Tam tersine, sınıfa ihanet eder. O yüzden doğru olan, devrimci çizgiden ödün vermeden ve sınıfın içine gömülerek mücadele yürütmektir. Bu temelde, işçi kitle hareketine gücü oranında önderlik edebilen bir devrimci örgütlülük yaratmaktır.
Legalist ve reformist çevrelerin Leninist parti anlayışına saldırmak için kullandıkları bahanelerden biri de, bu tip örgütlerde iç işleyişte demokrasi olmadığı iddiasıdır. Leninist partiyi karalamak üzere bu iddiayı öne sürenler, gerçekte Lenin döneminde var olabilmiş devrimci Bolşevizm ile onu katlederek iktidara yerleşen Stalinizmi bir tutmaktadırlar. Tekrar vurgulamak gerekirse, Stalinizm, Ekim Devriminin kazanımlarıyla birlikte işçi sovyetleri iktidarını ve devrimin Bolşevik Partisini ortadan kaldıran, yerine kendi totaliter-baskıcı yapısını ikame eden bir tarihsel gerçekliktir. Stalinizmin ve Stalinist anlayışa bağlı örgütsel yapıların iç işleyişlerinde demokrasiden zerrece nasibini almamış oldukları doğrudur. Buna karşı elbet kararlı bir mücadele yürütülmelidir. Ama Leninist parti anlayışının bununla bir ilgisi yoktur. Şurası da kesin ki, sınıfın devrimci örgütlülüğünü yaratabilmek için, komünistlerin örgüt içi işleyişte kendilerini Stalinist zihniyetten tamamen arındırmış olmaları mutlak bir gerekliliktir. Proletaryanın devrimci öncüleri, burjuva demokrasisinin sınırlılığına ve ikiyüzlülüğüne karşı en geniş ve en tutarlı demokrasiyi, işçi demokrasisini savunurlar. Ama bunun böyle olduğu, örgütsel sorunlardaki doğru tutumlarla da kanıtlanmalıdır.
Leninist partide iç demokrasi bir biçim sorunu değildir ve burjuva demokrasisinden ödünç alınan biçimsel kurallarla yaşama geçirilemez. Sınıfın devrimci örgütünde demokratik işleyiş, burjuva demokrasisinin zihinlere kazıdığı üzere, yalnızca seçilmiş temsili kurumların varlığına indirgenemez. İşçi sınıfının devrimci örgütünde demokrasi, kadrolarının teorik düzeyini ve devrimci bilincini yükseltme azmiyle mücadele sürdüren ve bu mücadelede gönüllü birliktelik sağlayan, birbirine yoldaşça bağlı unsurlar üzerinde yükselebilir ancak. İşte demokrasi konusunda asıl savunulması gereken, böyle bir anlayışa ve niteliğe sahip komünistlerden oluşan bir örgütlülüğün yaratılabilmesidir. Ancak böylesi bir örgütte, yani bizzat sınıfın içinden kazanılan unsurların gerçek birer komünist niteliğine yükseltildiği bir yapıda, örgüt içi demokrasinin gereği olan nitelikli tartışma ve eleştirme özgürlüğü var edilebilir ve yaşatılabilir. Aksi halde demokratik işleyişe ilişkin kurallar kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm olacaktır. Ya da sınıfın devrimci örgütlülüğünü yaratma iddiasıyla yola çıkan örgütler, sözde bir tartışma ve eleştiri özgürlüğü adına, küçük-burjuva unsurlar marifetiyle paramparça olup dağılacaklardır. O halde, devrimci bir örgütlülüğün sağlam bir zeminde ve sağlam adımlarla yaratılması isteniyorsa, bu örgütlülüğün çimentosu olabilecek ve haklılığını devrimci program, ilke ve tarz birliğinden alan, yoldaşça güvene dayanan bir iç işleyişe ihtiyaç olduğu açıktır.
Sınıfın devrimci örgütünde ya da öncü partisinde önemli konularda ideolojik farklılıklar belirdiğinde, açık tartışma yürütülmesi şarttır. Bu olmadan (şayet farklı eğilimler ortaya çıkıyorsa, bu eğilimlerin kendi görüşlerini ifade etme özgürlüğü olmadan) sağlıklı bir gelişme kaydedilemez. Tartışılması gereken önemli farklılık noktaları belirdiğinde, tartışmayı engellemek örgüt içi yaşamı karartır ve bürokratik yozlaşma yaratır. Fakat bu konu kadar hassas olan bir başka önemli husus daha vardır. Bu da, bir mücadele örgütünün farklı yönlere kürek çeken hiziplerin toplamı olamayacağı gerçeğidir. Bu bakımdan, örgüt içi demokrasiden söz edip devrimci disiplin gereğini yok sayan anlayışlar aslında sınıfın devrimci geleneğini inkâr etmektedirler. Bu noktada Lenin dönemi Komintern kararlarına geçirilen önemli bir hususu hatırlatmak yararlı olacaktır. Söz konusu kararda, ister bir devrimci grevin önderi, ister bir yeraltı örgütçüsü yahut sendika sekreteri, ister kitle gösterilerindeki bir ajitatör yahut parlamentoda bir milletvekili, ister bir kooperatif öncüsü yahut bir barikat savaşçısı olsun, bir komünistin bütün faaliyeti boyunca partiye (kuşkusuz bunu hak eden bir partiye -E.Ç.) sadakatle bağlı kalması gerektiği vurgulanmıştır.
Tartışma ve eğilim özgürlüğü hakkı, ancak sınıfın örgütlülüğünü parçalamaya değil güçlendirmeye hizmet ettiği ölçüde doğru ve devrimci bir anlam ifade edebilir. Bunun da tarihsel olarak bulunup devrimci kararlara yansıyan çözümü, söz konusu hakkın eylemde birlik ilkesinin kabulüyle birlikte işletilmesidir. İşin en doğrusu, örgüt içi demokrasi ihtiyacı ile disiplin gereğini birbirinden koparmamaktır ve bunları birbirinin karşısına dikmemektir. Zaten Leninist parti anlayışı bu ikisinin diyalektik bütünlüğü üzerinde yükselir ve gerçek demokratik merkeziyetçilik de bu bütünlüğe dayanır. Özetle vurgulamak gerekirse, örgüt içi demokrasi olmaksızın devrimci eğitim sağlanamaz; fakat örgüt disiplini olmaksızın da sınıfın devrimci eylem birliği tesis edilemez. Ne var ki, hem Marksist geçinip hem disiplin gereğinden fellik fellik kaçan küçük-burjuvalar ya da entelektüellik hastalığına yakalanmış okumuşlar bu gibi konularda bulanıklık yaratmaya pek meraklıdırlar. O nedenle altını çizerek belirtelim ki, savunulması gereken sağlıklı bir disiplin anlayışı, gücünü ve haklılığını bizzat sınıf içinden yükselen devrimci mücadeleden alır. Örgüt içi disiplin ancak bu niteliği taşıdığında demokratik işleyişle çelişmez, üstelik mücadeleyi daha da güçlendirir.
Lenin’in örgütsel sorunlara ilişkin açılımlarında özellikle dikkat çektiği ve esasen o dönemin Bolşevikleriyle Menşeviklerini ayırt eden hususların doğru kavranması ve bu doğruların devrimci özünün günümüze taşınması mücadele açısından önemlidir. Örneğin Menşevik parti anlayışı, aydınlardan oluşan bir parti çekirdeğini ve onu örten amorf bir işçi kitlesini esas alır. Bir başka deyişle, Menşevik partide örgütlülük ve işbölümü, parti profesyonellerini oluşturan ve aydın unsurları içeren bir çekirdekle sınırlıdır. Bunun ötesinde ise parti üyesi diye tanımlanan ve aslında şekilsiz bir yığın olarak kümelendirilmiş örgütsüz işçiler vardır. Oysa Bolşevik parti anlayışı, devrimci partinin tek tek üyelerin basit bir aritmetik toplamı olamayacağı ilkesine dayanır. Lenin’in altını çizerek belirttiği üzere, işçi sınıfının devrimci partisi yalnızca çekirdeğinde değil bütününde örgütlüdür. Böyle bir örgütlü yapıda herkesin elinden gelenin en iyisini yapabileceği bir işbölümü uygulanır ve üyelerin tümü bu anlayış temelinde aktif kılınır. Bu tür derinlemesine bir örgütlülük anlayışı, farklı düzeyde olmak üzere partinin sempatizanlarını da kapsar. Leninist bir örgüt, üyeleriyle üye olmayanların ve gerçekten mücadeleye bağlı olanlarla mücadelenin kenarında eğreti duranların birbirine karışmadığı ve dolayısıyla örgütsel bir kaosun yaşanmadığı bir organizmadır.
Devrimci program, inanç ve azmin ürünü
Örgütlü yaşam, hem disipline gelemeyen hem de her şeyi şöyle bir denemiş olma merakıyla kısa bir süreliğine işe burnunu sokan küçük-burjuva unsurların kendilerini tatmin edeceği bir oyun alanı değildir. Komünist mücadele esasen sınıfın öncü unsurlarının sahip çıkması gereken son derece ciddi bir örgüt anlayışını gerektirir. Dünya üzerindeki gelişmeleri, sınıf mücadelesindeki iniş çıkışları doğru değerlendirebilen, her çeşit siyasal koşulda çalışmaya adapte olabilen ve sınıf içinde sınıfın temel çıkarlarını başa alarak işçi kitlelerinin destek ve güvenini kazanan bir parti olmaksızın devrim başarıya ulaştırılamaz.
Sınıf mücadelesi hiçbir şekilde düz bir çizgi üzerinde ilerlemez. Bu mücadelede sıçramalar kadar yenilgiler ve geriye düşüşler de yaşamın bir gerçeğini oluşturur. O nedenle, devrimin gerçek güçlerinin somut koşullardaki değişimi derinden kavraması, buna uygun taktikler belirlemesi ve her koşula dayanıklı bir bünye geliştirmesi şarttır. Burjuva düzenin işçi ve emekçi kitleler üzerindeki baskıyı arttırdığı ve devrimci mücadeleye, devrimci değerlere karşı yoğun bir ideolojik saldırıya geçtiği gericilik dönemleri, gerçek devrimcilerle gevşek ve tasfiyeci unsurları ayırt eden sınav günleridir. Her türlü zorluğa rağmen, inanç ve azimle geleceğin devrimci yükseliş günleri için hazırlık yürütebilenler sınavdan başarıyla geçebilirler. Ama dünya üzerinde yaşanmış tüm örneklerin de kanıtladığı üzere, gericilik ve baskı dönemlerinde bu şekilde ayakta kalmayı başarabilenlerin sayısı kuşkusuz fazla olamaz. Çünkü topluma ve işçi sınıfına devrimin tamamen olanaksız bir hayal olarak göründüğü dönemlerdir böylesi tarih kesitleri. Devrimci proleter mücadelenin ağır yenilgiler aldığı böylesi dönemlere genelde devrimci değerlerin inkârı, döneklik, devrimci hafızayı silme gibi olgular eşlik eder.
Fakat her karanlık dönem, nihayetinde yeniden yükselmeye başlayan toplumsal hareketlilikle aydınlanır ve kapitalizmin kaçıp kurtulamayacağı hakikat, olgunlaşarak avdet eder. Sistemi derinden sarsmaya başlayan bir ekonomik, ideolojik ve politik krizle birlikte, devrimin güncelliği fikri de yeniden işçi sınıfının giderek genişleyen halkalarına anlamlı gelmeye başlar. Bu kez de reformizm ve oportünizm, toplumsal koşulların reformlar yoluyla iyileştirilebileceği vaazını vererek sınıfı devrim yolundan döndürmek üzere başını iyice bir yükseltir. Reformizm dalgasına örgütsel alanda hep devrimci örgütlülük fikrine düşmanlık ve sınıfı burjuva yasal alana (legalizme) hapsetme eğilimi eşlik eder. Sonuç olarak, gericilik dönemlerinin zor koşullarında devrimci kalmayı başarmak nasıl bir hünerse, toplumsal hareketliliğin yükseldiği dönemlerde reformizme savrulmadan devrimci bir çizgi izleyebilmek ve devrimci parti anlayışına bağlı kalmak da öyle bir hünerdir.
Devrimci durumların sıkça yaşanmaya başlandığı devrimci yükseliş günleri geldiğinde, ancak daha önceki dönemlerde ters akıntılara rağmen devrimci tutumdan vazgeçmeyenler uygun doğrultuda atılım yapabilirler. Zor günlerde güçlüklerle boğuşmayı göze alamayanların ya da burjuva demokrasisine güvenerek devrimci örgüt anlayışından uzaklaşanların, söz düzeyinde iddiaları her ne olursa olsun, fiiliyatta sınıfın ihtiyaç duyduğu bir siyasal örgütlenmeyi yaratabilmeleri asla mümkün değildir. Şurası açık ki, sağlıklı ve kalıcı temellerde yol alacak bir devrimci örgütlenme, bileşenlerinden kelimenin gerçek anlamında dayanıklılık, sabır ve azim talep eder. Bu özelliklere sahip olabilmeyi gereksiz bir fedakârlık olarak gören unsurların, devrimci mücadele yaşamı içinde kalabilmeleri ya da kendilerini uzun süre gizleyebilmeleri mümkün değildir. Bu bakımdan, pratik mücadele sürecinden daha büyük bir ayrıştırıcı yoktur.
Mücadele sürecinin mantığı, kişinin kendisi hakkındaki yersiz böbürlenmelerine ve boş sözlere itibar etmez, yaşamı üretme koşulları nedeniyle zorluklarla boğuşmaya ve disipline yatkın proleter unsurlarla, buna gelemeyen küçük-burjuva unsurları ayrıştırır. Bu bakımdan, kendilerini devrimci mücadeleye değil de birtakım bürokratik makamlar ya da etiketler elde etme hayaline bağlayan küçük-burjuva unsurların gerçek devrimci örgütlerde ilanihâye barınabilmeleri mümkün değildir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi, bu mücadeleye gönülden inanıp kendini insanlığın kurtuluşu amacı için adamaya hazır, çalışkan ve fedakâr bir insan malzemesi gerektirir. Kelimenin gerçek anlamında bir Leninist parti de, zaten ancak bu temellerden hareketle ve buna uygun kadro birikimiyle yaratılabilir.
Dünden bugüne uzanan çeşitli olumsuz örnekler bir gerçeği gözler önüne seriyor. Sınıfın devrimci partisi, şu ya da bu sol çevrenin kerameti kendinden menkul iddialarıyla oluşabilecek bir örgütsel yapı değildir. Devrimci parti oluşumu, herhangi bir sol çevrenin kendi boyunu aşacak biçimde aldığı bir karara, bir etiketleme sorununa indirgenemez. Eğer bir örgütsel komedi oynanmıyor da kelimenin gerçek anlamında sınıfın devrimci öncü örgütü yaratılmak isteniyorsa, o zaman devrimci programdan kaynaklanan bir inanç ve azimle, sınıf temelinde yürütülecek zahmetli bir mücadele sürecini göze almak gerekir. Unutulmamalı ki bir işçi devrimi, sınıflı ve sömürülü toplumlara son verecek denli derin tarihsel boyutlara sahiptir. Bu devrim kendisine öncülük edecek unsurlardan yalnızca “boş” zamanlarını değil, bütün yaşamlarını devrime adayacak nitelik talep eder.
İlkeli ve planlı bir sürecin ifadesi olacak örgütlenme çabaları, ancak işçi sınıfının bağrından çıkan militan ve fedakâr öncü unsurları içerdiği ölçüde Leninist parti oluşumuna yaklaşabilecektir. O nedenle, öncü işçilerle sıkı bağlar kurmak, onları ideolojik ve siyasal yönden eğiterek birer komünist militan düzeyine yükseltmek sınıf içindeki devrimci çalışmanın temel eksenidir. Öncü nitelikteki işçileri birer sendika temsilcisi gibi değil, birer komünist militan gibi eğitmek Leninist örgüt anlayışının ayırt edici bir unsurudur. Sınıfın devrimci öncü partisi, asla ve asla onun dışında ve ondan kopuk biçimde inşa edilemez. Leninist parti tüm unsurlarıyla (komünist işçi ve komünist aydınlarıyla), en basitinden en karmaşığına dek tüm görevlerin üstesinden gelmek için canla başla çalışan ve proleter mücadele alanının içinden fışkıran canlı bir organizma olabilir ancak. Devrimci mücadele alanının içinde pişmeden ne komünist olunabilir ne de bu tür komünist unsurların devrimci bir programa dayanan inançlı, kararlı ve planlı bir inşa faaliyeti olmaksızın sınıfın öncü devrimci partisi yaratılabilir.
Günümüzde yaygınlaşan emperyalist savaşlar, hemen her ülkede burjuva devletin işçi-emekçi kitleler üzerinde artan baskıları, özetle çürüyen toplumsal düzen neticesinde ortaya çıkan durum, işçi sınıfını kapitalist sisteme son vermek için adeta haykırarak görev başına çağırıyor. Kapitalizm altında yaşamayı sürdürdükleri sürece, işçi ve emekçi kitleleri son derece zor bir sürecin beklediği açıktır. Ancak asıl olarak, bunun ilahi bir kader olmadığı ve işçi sınıfının kapitalizm belâsından kurtulup güzel bir gelecek yaratmak bakımından muazzam bir potansiyele sahip olduğu bilinmeli. Üstelik kapitalizmin yaşadığı derin sistem krizinin pek çok devrimci durum doğuracağı da aşikâr. Böylesi dönemler ezilenlerin ruh halinde devrimci mücadeleye sempati yönünde sıçramalar yaratır. Yine bu gibi dönemlerde, işçi-emekçi kitleler devrimci mücadelenin gereklerini geçmişe oranla çok daha çabuk öğrenebilirler. Evet, kısacası dünya ölçeğinde değişen durum bugün komünistlerin önüne sınıf hareketini devrimci doğrultuda güçlendirme görevini ivedi biçimde koymuştur. Bu görevin üstesinden gelebilmek ise, ancak ve ancak örgütsel sorunda doğru tutum almakla mümkündür.
link: Elif Çağlı, Örgütsel Sorunda Doğru Tutum, 31 Ağustos 2012, https://marksist.net/node/3071