Bir süredir yürütülmekte olan soruşturmanın davaya dönüşmesi ve darbeci generallerden Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya’nın sanık sandalyesine oturtulmasıyla, 12 Eylül faşist darbesine dönük mahkeme süreci başlamış oldu. Konuyla ilgili tartışmalar tüm hızıyla sürerken, çok geçmeden, 1997’deki 28 Şubat darbesine dönük soruşturma süreci ve bu çerçevede sansasyonel tutuklama dalgaları yaşanmaya başladı. 28 Şubat’ın “astığı astık, kestiği kestik” generali Çevik Bir başta gelmek üzere dönemin önde gelen kimi generalleri bir bir tutuklanmaya başladı. Böylece, bir yandan olayın sansasyonelliği ve tazeliği, bir yandan da hükümet kanadının bilinçli vurgusuyla, hesaplaşma tartışmaları neredeyse tümüyle 28 Şubat’a kaydı.
12 Eylül yargılamaları vesilesiyle siyasi yelpazenin değişik unsurlarının içinde bulundukları durum ve sergiledikleri ibretlik tutumlar, 28 Şubat yargılamalarıyla daha da çeşitlenip katmerlendi. AKP, CHP ve MHP başta gelmek üzere burjuva siyasi partilerden tutun, sermaye örgütlerine, gazetecilere, bürokratlara, dini çevrelere, sendikalara, sosyalist hareketin bazı kesimlerine kadar nice kesim bu ibretlik durumlarını ortaya koymuşlardır.
Geniş emekçi yığınların bilincini bulandırıcı sayısız aldatmacanın kol gezdiği böylesi bir siyasal atmosferde işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından bu konuda devrimci Marksist bakış açısını tekrar tekrar öne sürmek ve pekiştirmek önem taşıyor. Bu ise dikkatli bir yaklaşım ortaya koymayı, her adımda sapla samanı birbirinden ayırt etmeyi gerektiriyor.
28 Şubat yargılamalarından başlamak gerekirse, daha baştan bir noktayı vurgulamalıyız. 28 Şubat’ın tartışılması ve sorumlularının yargılanması hiç şüphesiz devrimci işçi sınıfının talepleri arasındadır. Ancak, diğer hususlar bir yana, bunun 12 Eylül’ü unutturma ve gölgeleme işlevine koşulmasına da izin vermemek gereklidir. Yani, bırakalım 12 Eylül yargılamalarının mevcut haliyle sürmesini, daha da genişletilmesi için zorlamak ve bu uğurda geniş bir seferberlik oluşturmak gerekliyken, bir de gargaraya getirilmesine göz yumulamaz.
AKP’nin 12 Eylül darbesi ve faşizmi ile hesaplaşmak gibi bir derdi olmadığı açıktır. O demokratik makyajını tazelemek için, dostlar alışverişte görsün misali iki bunak generalle sınırlı göstermelik bir yargılamayla işi savuşturma yanlısı. Daha önemlisi, bu sınırlı yargılama sürecini bir basamak olarak kullanarak, kendisi açısından asıl hedef olan 28 Şubat ve sonrasına ilerlemek istiyor. Böylece demokratik makyaj devam ettirilmiş olacağı gibi, tabanın yüreğine de su serpilmiş ve saflara moral motivasyon sağlanmış olacaktır. Ancak 28 Şubat bağlamında daha önemli bir somut hedef, genel medya ve sermaye güçleri alanında yeni mevziler kazanmaktır. 28 Şubat müdahalesinde başta TÜSİAD ve TİSK olmak üzere sermaye örgütlerinin ve onlara eşlik eden büyük medyanın “silahsız kuvvetler” olarak orduyu destekleyici tutumu şimdi onlar aleyhine bir koz olarak kullanılmaktadır. Böylece AKP ile organik bağlantılı sermaye çevrelerine yeni alan açılmaya çalışılacaktır.
Ancak bu böyledir diye ne 28 Şubat yargılamaları aleyhine tutum almak doğrudur, ne de 12 Eylül yargılamaları bu noktada basamak olarak kullanılıyor diye 12 Eylül’ün peşini bırakmak, bundan yüz çevirmek. AKP’nin hesapları ne olursa olsun işçi sınıfı ve sosyalist güçlerin yapması gereken, 12 Eylül’ü özellikle ön plana çıkararak, her iki darbe sürecinin de birlikte hesabının sorulmasını sağlamaya çalışmak olmalıdır. Her iki darbe süreci de tüm bağlantılarıyla aydınlatılmalı ve teşhir edilmelidir.
İşçi sınıfı açısından 12 Eylül darbesi özellikle ön plana çıkarılmalıdır, çünkü 12 Eylül doğrudan işçi sınıfı hareketine ve sosyalist harekete karşı yapılmıştır. O günlerde oluşan faşist rejimin kıyıcı terörüne ve kapsamlı baskı/sindirme stratejisine maruz kalan işçi sınıfı ve sosyalist hareket çok ağır bedeller ödemiş, geçmişin hemen tüm mevzileri kaybedilmiştir. Tam da bu nedenle patronlar sendikasının başkanı darbenin ardından “şimdiye kadar işçiler gülüyordu, şimdi gülme sırası bizde” demiştir. Bu nedenle işçi sınıfının özellikle bu darbeyle hesaplaşması büyük önem taşımaktadır.
Siyaset arenasında 12 Eylül bağlamında yaşanan yargılama benzeri süreçleri elinin tersiyle itmek, bu tür süreçlere ilgisiz kalmaya davet etmek, ya da hatta bu süreçleri bir tür tehlike gibi görmek yanlış tutumlardır. Önemli olan, düzenin farklı güçlerinin kendi iç çekişmeleri ve siyasi kaygılarıyla gündeme gelmiş bile olsa konuyu sonuna kadar işçi sınıfının çıkarlarına uygun yönde genişletmeye çalışmaktır.
12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının önünü açan anayasa değişikliği, özde AKP’nin geniş kitlelere verdiği bir tavizdi. AKP’nin anayasa değişikliğindeki asıl amacı, kendisi için tehdit oluşturan yüksek yargıdaki kastvari kapalı devre sistemi kırmaktı. 12 Eylül’le özel bir hesabı olmayan AKP’nin onu gerçekten yargılamak gibi bir derdinin de olamayacağı elbette açıktı. Marksistler bu hususu başından beri açıkça ortaya koymuşlardır. Ancak sorun AKP’nin “gerçek niyetleri” sorunu değildir. Asıl sorun, düzene muhalif güçlerin 12 Eylül ve darbelerle hesaplaşma konusunda tutarlı birer takipçi olup olamadıklarıdır. 12 Eylül davasının açılabilmesinde, konuyu ısrarla gündemde tutmaya çalışanların rolü olduğu muhakkaktır.
Benzer bir tutum 28 Şubat’ın yargılanması ve teşhir edilmesi için de söz konusu olmalıdır. 28 Şubat darbesi doğrudan işçi sınıfı hareketini hedef alan bir müdahale olmayıp (zira zaten ortada düzeni tehdit eden bir işçi sınıfı hareketi yoktu), başta iktidardaki Refah Partisi olmak üzere esasen İslamcı grupları ve onları besleyen sermaye gruplarını hedef alan bir hükümet darbesiydi. Ancak doğrudan hedef olmasa da 28 Şubat’tan işçi sınıfı da olumsuz etkilenmiştir. Bir kere darbe sürecinin bir yan sonucu olarak ortaya büyük bir soygun ve talan çıkmış, devlet bankaları, çeşitli fon ve kaynaklar hortumlanmıştır. Ve her zaman olduğu gibi bunun faturası emekçi yığınların sırtına yıkılmıştır. Ama daha önemlisi emekçi kitlelerin şovenizme, Kürt düşmanlığına, ordu şakşakçılığına sürüklenmesi ve otoriterizme payanda edilmiş olmasıdır.
Öte yandan Kürt hareketi de 28 Şubat’ın saldırılarına maruz kalmıştır. Kürt hareketini destekleyenler ya da düzen cephesi içinden Kürt hareketi ile müzakere yapılmasını isteyenler doğrudan hedef olmuşlardır. Bununla düzen güçleri kendi cepheleri içinden Kürt sorununda aykırı ses çıkaranlara bir kez daha ağır bir gözdağı vermişlerdir. Bu süreçte İnsan Hakları Derneği başkanı Akın Birdal silahlı saldırıya uğramış ve vücuduna birçok kurşun isabet etmesine rağmen şans eseri hayatta kalmıştır.
12 Eylül ile 28 Şubat arasında çeşitli açılardan farklılıklar olsa da önemli ve temel nitelikte süreklilik çizgileri vardır. Devrimci işçi sınıfının tutumunda belirleyici olması gereken bu süreklilik çizgilerini anlayabilmek için 28 Şubat’ın niteliğini ve tarihsel bağlamını kısaca hatırlamak yararlı olacaktır.
28 Şubat neydi?
28 Şubat aslında genel hatlarıyla 90’lar boyunca yürütülmeye çalışılan bir sürecin doruk noktası idi. Daha önce içeride solu ve işçi hareketini, dışarıda da SSCB’yi asli tehdit olarak gören Türkiye burjuvazisi, solu ve işçi sınıfını bastırdıktan sonra, uluslararası arenada da SSCB’nin çöküşüyle birlikte tehdit algısını ve önceliklerini değiştirmiştir. Her daim listenin başlarında yer alan Kürt hareketini bir yana koyacak olursak, asıl değişiklik İslamcı akımların ve İran’ın ön plana getirilmesi olmuştur. İran’daki Molla rejiminin, üzerine salınan Saddam Irak’ı vasıtasıyla, 8 yıllık (1980-88) bir savaş sürecinin sonunda bitirilemediğinin ortaya çıkması ve bu arada tüm Müslüman dünyada İslamcı hareketlerin yükseliş sinyalleri vermesi burjuvazi açısından bu dönüşün dış hazırlayıcıları olmuştur. Aynı dönemde bu süreç içeride de adeta bumerang misali işlemiştir. Türkiye’deki İslamcı akımlar 80’li yıllar boyunca önce cunta tarafından toplumdan sol duyarlılıkları kazımak için özel olarak beslenmiş ve ardından Özal döneminde bu besleme iyiden iyiye bir semirme durumuna getirilmiştir.
Böylece ‘90 dönemecine sosyalist hareketi, işçi hareketini ve toplumdaki sol sempatileri büyük ölçüde tehdit olmaktan çıkarmış olarak giren Türkiye burjuvazisinin hâkim kesimleri, şimdi silahını kendisi için yeni bir tehdit olarak yükselmekte olduğunu gördüğü İslamcı akımlara çevirmekteydi. Türkiye’nin büyük bir sosyo-ekonomik dönüşüm geçirdiği ve bunun önemli bir parçası olarak kente göçün olağanüstü ivme kazandığı bu dönemde, solun yokluğu (ve varlığı ölçüsünde de basiretsizliği) koşullarında, İslamcı sermaye ve akımlar Refah Partisi öncülüğünde büyük bir hızla yükselmeye başladı. Önce büyük kentlerin çeşitli ilçelerinde sonra da büyük kent düzeyinde birer birer belediyeleri kazanan Refah Partisi, nihayet 1995 genel seçimlerinde birinci parti konumuna yükseldi. İslamcı sermayenin ve akımların bu yükselişini çoktan tespit etmiş olan Türkiye burjuvazisi, 90’lı yılların ilk yarısında, genel olarak Kürt illeri hariç olmak üzere, bir dizi provokasyonla karşı ağırlık oluşturmaya çalışmıştır. Bu süreçte örneğin Kemalist aydınlara yönelik bombalı suikastlar İslamcılara ve İran’a mal edilmiş ve bu doğrultuda bir kitle seferberliği ve duyarlılığı oluşturulmaya çalışılmıştır.
Ancak sermayenin hâkim kesimleri ve devlet bu işte pek başarılı olamadı ve Refah 1995’te birinci parti düzeyine yükseldi ve sonrasında da hükümet ortağı oldu. Bu durumdan son derece rahatsız olan Batıcı, modern, laik geçinen büyük sermaye ile iktidara her daim ortak olan askeri bürokrasi Refah’ı hükümetten dışlamak, olmayınca da düşürmek için faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. İşte 28 Şubat esas olarak bu duruma bir cerrahi çözüm getirme anlamına geliyordu. Hem açıktan bir askeri darbenin iç ve dış dengeler açısından pek uygun olmayacağı hesap edildiğinden hem de iş o noktaya varmadan hükümeti devirmenin mümkün görünmesinden dolayı, hükümet darbesi açık bir askeri darbe harekâtı olarak yürütülmedi. Bunun yerine vesayet mekanizmalarının azami ölçüde zorlanması, tehditler, kol bükmeler, lobicilik, medya baskısı vs. kullanıldı ve nitekim maksada vasıl olundu.
Hiç şüphesiz bu süreçte Refah’tan ve Erbakan’dan rahatsız olan ABD’nin de onayı alınmıştı. 2000’li yıllarda AKP karşıtı darbe girişimlerine karşı duran ve AKP’yi destekleyen ABD, o zaman Refah-Yol hükümetinin bu yollarla devrilmesine ve sonrasında da Refah’ın kapatılmasına ses çıkarmadı.
Devlette devamlılık
Burada altı çizilmesi gereken temel noktalardan biri, 12 Eylül’de de 28 Şubat’ta da kararları verenlerin, ABD (ve İsrail) egemenleriyle işbirliği halindeki hâkim sermaye kesimleri ile yüksek askeri bürokrasi olmasıdır. Bir durumda tehdit işçi sınıfı ve sol iken onlara vurulmuş, diğer durumda ise hedef İslamcı çevreler olmuştur. Dahası sola vurulurken İslamcı kesimlerden de yararlanılmıştır. Aslında İslamcılara vurulurken de soldan bir destek güç yaratılmaya çalışılmıştır, ama sol ve işçi hareketinin pek mecali kalmamış olduğu için bu noktada pek başarılı bir sonuca ulaşılamamıştır. Nitekim özellikle 2000’li yılların ilk yarısındaki darbeci girişimler sırasında bazı generallerin kendi aralarında “biz solu bitirmekle büyük hata ettik” dedikleri biliniyor.
İplerin burjuvazinin hâkim kesimlerinin elinde olduğu, tüm sahnenin onlar tarafından kurgulandığı ve başarılı olması durumunda yalnızca darbeci güçlerin elinin güçleneceği böylesi siyasi operasyonlardan işçi sınıfının hayrına bir sonuç çıkamayacağı açık olmalıdır. Ama ne yazık ki, özellikle 28 Şubat örneğinde sosyalist hareketin bazı kesimleri bu hükümet darbesinde bir hayır görmüşlerdir.
ABD (ve İsrail) faktörünün yanı sıra 12 Eylül ve 28 Şubat arasında başka süreklilikler de vardır. Her iki sürecin de baş yürütücüsü ve vurucu gücü olan ordunun zihniyet kalıpları, dünya görüşü ve refleksleri bir başka önemli süreklilik çizgisi oluşturmaktadır. Bu, ülkeyi özde kendi malı olarak gören, tepeden inmeci, despotik bir zihniyettir. Kendisi dışındaki tüm diğer toplumsal ve siyasi güçleri “ülke çıkarları” konusunda en iyi ihtimalle lakayt gören seçkinci bir dünya görüşüdür söz konusu olan. Bu durum her türlü despotluk için kendinde doğal hak gören bir tavır doğurmaktadır.
Bir diğer süreklilik de kadro sürekliliği olarak adlandırılabilir. Bu zihniyetle yetişmiş subaylar edindikleri darbeci birikimleri sonraki girişimlere taşımakta ve kuşaklar boyunca da aktarmaktadırlar. Burada sadece bir örnekle bunu somutlamak yararlı olabilir. 28 Şubat’ın kadiri mutlak kabadayısı pozlarındaki generali Çevik Bir, 12 Mart’ta bir işkenceci subay, 12 Eylül’de darbe şefi Kenan Evren’in bizzat yaveriydi. Aynı Çevik Bir’in uluslararası silah tekelleriyle ve ABD/İsrail lobisinin uluslararası kuruluşlarıyla içli dışlı ilişkiler içinde olduğu da biliniyor. Bu tür daha nice örnek olduğu muhakkaktır. Süreklilik çarpıcıdır ve kendi başına çok şey anlatmaktadır.
Öte yandan bu süreklilik somut anlamda darbe planları ve operasyonları açısından da mevcuttur. 2000’li yıllardaki darbe hazırlık ve teşebbüsleri de doğrudan 28 Şubat’ın devamı niteliğindedir. Arada neredeyse dolaysız bir süreklilik vardır. Hazırlıkların önemli bir bölümü, 28 Şubat’ın örgütleyicisi olan Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) yapmış olduğu çalışmaların güncellenmesine dayanıyordu. Ve yine aslında hatırlanacak olursa, o dönemlerin genelkurmay başkanı olan Hüseyin Kıvrıkoğlu 28 Şubat’ın bin yıl süreceğini söylemişti. Bu abartılı söylem gerçekte kalıcı bir hazırlık yapılmış olduğunun ifadesi olması bakımından anlamlıdır. Ve yine bu darbe soruşturmaları dolayısıyla ortaya çıkan bulgu ve belgeler de göstermektedir ki, bunların hepsi de 12 Eylül’ün planı olan Bayrak Planı’nı temel almışlardır. Boşuna dememişler “devlette devamlılık esastır” diye.
Son olarak bir noktayı daha kısaca hatırlatmakta yarar var. 28 Şubat’ta tekelci sermayenin Erbakan’dan genel politik rahatsızlığının yanı sıra, onun izlemeye çalıştığı ekonomi politikalarından da rahatsızlığı vardı. Erbakan’ın kapitalizm koşullarında genel hatlarıyla demagojik ve ütopik politikalarının kendilerine zarar vereceğini hesap eden, devlet kaynaklarının bir bölümünün de yeni yetme İslami sermayeye aktarılmasına izin vermek istemeyen söz konusu sermaye kesimleri, hükümet darbesinin çeşitli düzeylerde destekleyicisi ve katılımcısı olmuşlardır. Nasıl 12 Eylül faşist darbesi 24 Ocak kararları ile simgeleşmiş bir ekonomik programa sahip idiyse, 28 Şubat’ta da büyük sermayenin birtakım doğrudan ekonomik çıkarları vardır. 28 Şubat’ı takip eden birkaç yıl içinde birçok batık bankanın devletin sırtına yıkılması gibi hadiseler de dahil olmak üzere, dönmekte olan korkunç borç-faiz çarkının emekçi halkın sırtına 300 milyar dolara yakın bir yük bindirmiş olduğuna dair hesaplamalar yapılmaktadır.
2000’li yılların başarısız darbecisi general Özden Örnek’in günlüklerinde sermayenin rolü ile ilgili yazılan bazı satırlar zaman zaman bu generallerin bile durumdan rahatsız olabildiklerini göstermektedir: “Paraları sayesinde her şeyi yapabileceklerini zannediyorlar. Hep askere yanaşıyorlar ve bizleri başkalarına karşı bir aracı ve silah olarak kullanıyorlar. Bunu gören asker de pek yok. İstedikleri hep asker darbe yapsın ve onlar da bu darbe vesilesi ile paylarını alsınlar.”
* * *
Darbeler arasında çeşitli farklılıklar olmakla beraber, burada işaret edilen süreklilik noktalarının da gösterdiği üzere, işçi sınıfının hangi kılıkta olursa olsun tüm darbelere karşı bütünlüklü bir tutum alması zorunluluktur. Bu bakımdan hem 12 Eylül hem de 28 Şubat işçi sınıfının hesap sorması gereken darbelerdir. Asıl olarak burjuvazinin kendi içindeki çekişme ve hesaplaşmalar çerçevesinde gündeme gelen darbe yargılama süreçleri devrimci işçi sınıfı açısından bir fırsat olarak görülerek, bu süreçler çok daha geniş çaplı gerçek hesaplaşmalar düzeyine yükseltilmeye çalışılmalıdır. Bu yargılama süreçlerinin kapsamı genişletilmeli, darbelerin tüm sorumluları sanık sandalyesine oturtulmalıdır. Buna sahne gerisinde rol oynayan tüm patronlar da, medya ileri gelenleri de, işbirlikçi sendika ağaları da dahildir.
Bu bağlamda somut olarak vurgulanması gereken bir nokta, 28 Şubat yargılamalarının 12 Eylül’le hesaplaşma gündemini karartmasına asla izin verilmemesi gerektiğidir. AKP’nin sürece böylesi bir yön vermeye çalıştığı açıktır ve buna direnilmelidir. Madalyonun öbür yüzünde ise, 28 Şubat’ta bir olumluluk gören kesimlerin 28 Şubat yargılamalarına karşı aldığı tutuma düşülmemesi zorunluluğu vardır. Ne yazık ki bu kesimler CHP ve Kemalistlerle sınırlı değildir. Sosyalist kimliğe sahip kimi çevreler de bu yanlış tutumu benimsemişlerdir. Bu tutum devletçi, tepeden “aydınlanmacı” yaklaşımlarla karakterize olan bir küçük-burjuva sosyalizmini ifade etmektedir. Bu anlayışın işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarıyla bir ilgisi yoktur. İşçi sınıfı ne AKP’nin ne de Kemalistlerin dümen suyuna girmeli, kendi bağımsız sınıf çizgisi doğrultusunda hareket etmeli ve tüm darbe süreçlerine tutarlı biçimde karşı durmalıdır.
link: Levent Toprak, Darbe Soruşturmaları ve Devrimci Tutum, Mayıs 2012, https://marksist.net/node/3010
Fransa'da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri
Hasta Tutsaklar Derhal Serbest Bırakılsın!