“Çemişgezek’e 14 kilometre uzaklıkta, Aliboğazın’ın girişinde, üç köy ve mezralarından toplanmış çocuklar ve kadınlardan oluşan bin kişilik bir kafileyi Uskêx köyünde, bir koyun ağılına tepeleme doldurdular. Üzerine gazyağı dökülüp ateşe verilmiş boğayı ağıla saldılar. Hareket etmekte zorlanan kalabalığın ortasına dalan boğa can havliyle ezip geçti önüne geleni, anneler kucaklarındaki bebekleri düşürdü ayakaltına, o izdiham içinde ağılın çeperi patladı. Çeperden taşan, savrulan kalabalığın üzerine ağır makineliler kusmaya başladı. O kurşun yağmuru altında ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Tekini sağ bırakmadılar. Ölü yaralı kim varsa süngülerle deşip, biçip üst üste yığdılar. Ayaklarına dolanan sabi çocukları yığının üzerine süngü uçlarına takarak savurdular. Sonra da, gözlerimizin önünde gaz döküp ölü çocuklarımızdan, kadınlarımızdan oluşan yığını ateşe verdiler.” Uskêx köyünden Memede Rane’nin tanık olduğu bu olay 1937-38 Dersim Katliamında ciltlere sığmaz yığınla anlatıdan biridir sadece.
Biliyoruz ki kan emici egemen sınıflar, tarih boyunca sayısız kere, halklara yapmadığını bırakmadılar. Gözü dönmüş bu sınıf, mülk edindikçe daha fazlasını istiyor, doymak bilmez arzuları için yapmadığı şey, oynamayacağı oyun kalmıyor. Toplumların her farklılığını kendi çıkarları için kullanır, halklar birbirlerine düşman ettirilir ve bundan da kârlı çıkan her seferinde egemenler olur. Irkçılığı ve şovenizmi kitlelerin bilincine enjekte ederek kendinden olmayan insanları düşman gören bireyler yaratır. Bu egemenler, coğrafyamızda da halkları birbirlerine düşman etmek için etnik ve dini farklılıkları kullandılar. Ermeni, Süryani, Asurî, Kürt, Alevi, Çerkez, Türk, Nusayri gibi halklar birbirlerine önce düşman ettirildiler, sonra da birbirine kırdırıldılar. Özellikle TC’nin kurulmasından sonra Kürtlere karşı sistematik asimilasyon politikaları geliştirildi. Kendi dillerini konuşmalarına, kendi kendilerini yönetmelerine, kendi kültürlerini yaşayıp geliştirmelerine izin verilmedi. Bu taleplerle ayağa kalkan halkı her seferinde katliamdan geçirdiler. 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Sait, 1926-30 Ağrı ve 1937-38 Dersim Katliamı bunlardan bazılarıdır. Dersim katliamında Memede Rane gibi birçoğunun da aralarında bulunduğu erkekler kafilesi, elleri kolları bir urganla bağlanır ve bu olaya tanık olurlar. Ceset yığınının altında kalarak sağ kurtulurlar.
Militarist devlet aygıtının azgınca Kürt halkına saldırdığı, Kürtlere yönelik imhaya kalkıştığı, 17 bin 500 kişinin “faili meçhul” cinayetlerle yok edildiği, Kürt gazetecilerine yönelik tehditlere, işkencelere ve cinayetlere sahne olunduğu 80’li ve 90’lı yıllarda benzer sürece yeniden girildi. Köy boşaltmaları-yakmaları da bu sürecin bir parçasıdır. Bu dönemde 4000’den fazla köy yakıldı, boşaltıldı. Kitlesel sürgünler devlet terörü eşliğinde yeniden başladı. Tarlası, merası, hayvanı, evi yakılan 100 binlerce Kürt emekçi, çeşitli illere göç etmek zorunda kaldı. 1994 Ekiminde Dersim’de köy yakmalarına tanık olan Nare teyze şöyle anlatıyor:
“Bir gün sabah saat 9-10 sıralarında asker bizim oraya, Eğrikavak’a geldi. Hiç kimseyi içeri bırakmadı. Yani içeri girmek yok, yasak! Dışarı çıkın dediler. Herkes dışarı çıktı. En az 1000 tane asker vardı. Her eve kaç tane asker gitti, bunu da söyleyeyim. Kimliklerimiz, tapularımız, her şeyimiz gitti. Her şeyimiz... Bizim aşağı mahallede Mir Ali’nin hanımı vardı. O kadın belki 10 sefer komutanın ayağına gitti: ‘Ya bir tane battaniye ver ya da bir yorgan ver de bu bebeğimi içine koyayım’ dedi. Ne yaptıysa vermedi komutan! Hiçbir şey vermemek şartıyla, bırakmadılar. Hiçbir şey almamak şartıyla, Eğrikavak alt mezrada oturuyorduk, o alt mezra öyle kül oldu. Topladılar bizi söğüdün altına. Orda hepimiz dedik hani tamam her şeyimiz gitti sıra şimdi de bize geldi. Herhalde bizi öldürüyorlar. O anda sizi öldürmüyoruz dediler. Ama öldürmek daha iyiydi bence. O anda ölmek daha iyiydi...”
Ekim ayı geldiğinde buralarda hummalı bir telaş başlar, zemheri ayı için hazırlığa girişilir. Köylüler hayvanları için mereğini ağzına kadar samanından otuna, yoncasından arpasına kadar doldurur. Malum Zemheri ayı kapıya bir dayandı mı gitmek bilmez. Uzun kış günlerinde dağ köylerinden şehre inmek öyle kolay değildir. Kar yağdığında evlerin pencereleri dahi kaybolur, bir tek bacası tüten evin tepesi görünür. Bu duruma alışkın olan köylüler ona göre de hazırlığa girişir erkenden. Kışlık ununu, şekerini, soğanını, patatesini kısacası her şeyini toptan alır, ambarına koyar. 90’lı yılların bu karmaşık döneminde temel gıda maddelerine ambargo vardır. Her şey İl Jandarma Komutanlığı tarafından karakollara verilen ihtiyaç listesine göre satın alınmak zorundadır. Ama bu ihtiyaç listesi dışındaki temel gıda maddeleri, özellikle hayvanların kışlık ihtiyacı köylülerce depolanır. Böyle bir hazırlık döneminde Nare teyzenin de anlattığı gibi Jandarma aniden köylere baskın yapıp, köylülerin eşyalarını bile dışarı çıkarmalarına izin vermeden öylece evleri, ahırları, merekleri ateşe verir. Bizim köy ise Dersim Ovacık ilçesinin bir köyü, İlçe merkezinden daha uzakta. Kara haber o günün gecesi bizim köye ulaşıyor. Bütün köylü, korku ve telaşla, ne yapacaklarını bilmemenin kaygısıyla evlerini boşaltıyorlar. Eşyalarını evlerden çıkararak beklemeye koyuluyorlar. Sabahın erken saatlerinde Jandarma bizim köye de geliyor sonunda. Annem olayı şöyle anlatıyor: “Bize önceden haber geldi, jandarma evleri yakacakmış dediler. Bizler de çaresiz evleri boşalttık. Ertesi sabah erkenden askerler geldiler. Bizden evi yakmak için gaz yağı istediler. Ben de ‘gaz yağı yok. Bir de size gazyağımı vereceğiz, gidin yakın’ dedim. Evimizin alevlerin arasında kül oluşunu izledik bir süre. Yakan askerlerin kimisi ‘biz de emir kuluyuz, emir Ankara’dan geldi, mecbur yapıyoruz’ diyerek ağlaya ağlaya yaktı. Mereği, ahırı, dışarıda koyunları koyduğumuz çitleri bile yaktılar. Bir hafta çadırda kaldık. Sonra yanımıza biraz eşya alıp hayvanlarımızla dağdan Erzincan’a geçtik. Tam 24 saat yol yürüdük o soğukta, yağmurda.”
Erzincan’dayız… 7 kişilik aileyle hayata tutunmaya çalışıyoruz. Evlerimizin yakılmasıyla tamamen ortada bırakılmışız zorba devlet tarafından! Yeni geldiğimiz kent bize yabancı, utangaçça soluyoruz havasını. Yıllar yılı taşıdık bu duyguyu içimizde. 1-2 ay tanıdık birinin evinde kaldık. Sonra da kaba inşaatı bitmiş bir evin odasını toprakla sıvadı babam. Pencerelerine de naylon çekti. Kışı 7 kişilik aileyle o odada geçirdik. Nisan ayında aileye biri daha eklendi. Babam “Munzurların hediyesi” diyerek -özlem duyduğu yerlerin anısını yaşatmak için olmalı- Dağlar adını verdi kardeşimize… Erzincan’da zorlu geçen onca yıl “öteki” gibi görüldük, bizleri kabullenmeleri epey zaman aldı. Sürgün yaşamının 10. yılında OHAL kalktı Dersim’de. Hasretinden yanıp tutuştuğumuz köyümüze gitmek için zamanımızı ayarlayıp, geldiğimiz yoldan, yine Munzurları aşarak 12 saat sonunda köyümüze vardık. Köyümüz diyorum ama ortada köy falan kalmamıştı. Anılarımızda yaşattığımız köyümüz değildi artık. Viraneye dönmüş, yakıldığı anın acısı hâlâ üzerinde olan evler, kuruyup devrilen koca kavaklar, söğütler, meyve ağaçları… Çocukken dolaştığım her bir yerini yeniden yaşar gibi, bu kez gözüm yaşlı dolaştım durdum.
Bizi vurdular, yaktılar, evlerimizden attılar, acılara boğdular. Emekçilere bunca acıyı reva gören zalimler korksunlar! Yoksul halkların acı içinde tutuşan yürekleri adalet istiyor! Bir kıvılcım yeter!
link: Sefaköy’den bir sağlık işçisi, Dersim Sürgünleri Neler Yaşadı?, 1 Kasım 2011, https://marksist.net/node/2789
Avrupa’da Romanlara Yönelik Baskılar Giderek Artıyor
Polis Terörü ve Tutuklamalar Devam Ediyor