Gerek uluslararası arenada gerekse ulusal düzeyde burjuva güçler arasındaki kapışmanın kıran kırana devam ettiği bir ortamda genel seçimlere gidiyoruz. Kızışan burjuva iktidar kavgası öyle bir hal almış durumda ki, burjuva siyaset tüm çirkefliğiyle kendisini dışa vuruyor. Kirli çamaşırlar ortalığa saçılıyor, yalanların, sahte vaatlerin, din sömürüsünün, milliyetçi demagojinin bini bir para. Bu sertleşmenin sadece Türkiye’nin iç dinamiklerinden kaynaklanmadığı, aynı zamanda uluslararası planda yürüyen büyük ölçekli kapışmayla bağlantılı olduğu açıktır.
Uluslararası arenada büyük emperyalist güçler arasındaki hegemonya kavgası bir yanda silahlar diğer yanda türlü diplomatik manevralar eşliğinde devam ediyor. Bir taraftan eski büyük emperyalist güçler bu kapışma içinde kendi nüfuz alanlarını koruyup geliştirme ve rakiplerini geriletme derdindeyken, diğer taraftan yeni yükselen görece zayıf ama genç emperyalist güçler de bu kapışmadan kendileri için pay kapma derdindeler. Bu kapışma, askeri işgalden geniş çaplı ya da kısmi askeri müdahalelere kadar uzanan bir yelpazede yürüyen savaşların yanı sıra, irili ufaklı emperyalist güçler arasındaki diplomatik savaşlar, ticaret savaşları, var olan bloklaşma ya da birliklerin zayıflaması ve yenilerinin oluşturulması biçiminde devam etmektedir. Emperyalist güçler, son dönemde Arap ve Ortadoğu coğrafyasındaki emekçi halkların yükselen hareketini de, örgütsüzlük koşulları nedeniyle, kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmeye çalışıyorlar.
Bu emperyalist paylaşım kavgasının en önemli alanlarından birini hiç kuşkusuz ki Ortadoğu coğrafyası oluşturuyor. Kendisi de bu coğrafyanın bir parçası ve yeni yükselen emperyalist güçlerden biri olan Türkiye, her anlamıyla bu kapışmanın tam ortasında bulunuyor. Yeni bir emperyalist güç olarak Türkiye bu bölgede geçmişe göre çok daha aktif ve belirleyici olma, emperyalist paylaşımdan görece büyük bir lokma kapma telaşındadır. Kendi ekonomik gelişiminin geldiği düzeyin dayatmasının yanı sıra küresel ölçekli emperyalist bloklaşmaların oynak, kısmen belirsiz ve istikrarsız yapısının doğurduğu boşluk ve çatlaklar da, Türkiye burjuvazisinin bu emperyalist emellerini teşvik ediyor.
Emperyalist bloklaşmaların ne şekilde somutlaşıp netleşeceği, Türkiye’nin bu bloklaşmada kesin olarak hangi safta yer alacağı, emperyalist paylaşımdan onun payına neyin ve ne kadar düşeceği gibi sorulara kesin bir yanıt vermek bugün itibarıyla pek de mümkün değildir. Bu yanıt küresel ölçekte yürüyen emperyalist paylaşım kavgasının gidişatına bağlı olacaktır. Diğer yandan hiç unutmamak gerekir ki, Türkiye içindeki burjuva kesimlerin iktidar kavgasının da temel saflaştırıcı unsurlarını bu sorular oluşturmaktadır.
Türkiye’de bir iktidar kavgasına tutuşmuş büyük burjuva kesimler bu soruya ve bu sorunun beraberinde getirdiği diğer ulusal ölçekli sorunlara farklı yanıtlar üretmektedirler. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Kemalist asker-sivil bürokrasinin siyasal alan üzerindeki belirleyici rolü altında ekonomik gelişimini sürdüren burjuvazi, 12 Eylül faşizminin topluma dayattığı ağır cendere koşullarında emperyalistleşme sürecine girdi. Geçmişte kendisi için apaçık bir kaldıraç, bir koltuk değneği, koruyucu bir şemsiye görevi gören asker-sivil bürokratik vesayet ve 12 Eylül faşist anayasası, bugün artık emperyalistleşme sürecini tamamlamış olan Türk burjuvazisi için bir yük haline gelmiştir.
Gerek TÜSİAD ekseninde toparlanan büyük burjuva kesim gerekse de İslamcı bir kökten gelen büyük sermaye kesimi, artık askeri vesayet anlayışının ve bu anlayışın ürünleri olan kimi kurumların, en başta da 12 Eylül anayasasının ortadan kaldırılmasını dillendiriyorlar. Bu kesimlerin savunduğu emperyalist demokrasi anlayışına göre, Türk burjuvazisinin önünün daha da açılabilmesi için görece daha liberal ve Kemalist zihniyetten arındırılmış bir anayasa şarttır. Aksi takdirde, başta Kürt sorunu olmak üzere, etnik ve dini azınlıklar üzerindeki baskı ve ayrımcılık gibi iç siyasal sorunlarla boğuşan bir ülkenin bıraktık emperyalist paylaşım kavgasından daha büyük bir pay kapmasını, kendisinin paylaşılan bir lokma haline gelmesi riski mevcuttur.
Seçimlerin ardından açılacak yeni dönemi anayasa tartışmalarının şekillendireceği ve muhtemelen yeni bir anayasanın yapılacağı görülüyor. Burjuvazinin esas olarak iki kampı arasında uzun bir süredir devam eden iktidar kavgası bugün artık belli bir noktaya gelmiştir. Burjuva iktidar bloku içindeki güç dengelerinde önemli bir değişim yaşanmış ve asker-sivil bürokrasinin ağırlığı belli ölçüde kırılmıştır. Yeni anayasa, gelinen noktada ulaşılan bu yeni burjuva güçler dengesinin hukuksal çerçevesini çizmiş olacak. Ne var ki bu kapışmanın içerisinde işçi sınıfı örgütlü güçleriyle yerini almış, ağırlığını koymuş değildir. İşçi sınıfının örgütsüzlüğünden ötürü sınıflar arasındaki güçler dengesinde burjuvazi ağır basmakta ve bu durum daha baştan, yeni anayasanın demokratik içeriğinin sınırlı kalacağını ortaya koymaktadır. Zira işçi sınıfının devrimci basıncı olmaksızın burjuvazinin radikal demokratik dönüşümler gerçekleştirmesi mümkün değildir.
İşçi hareketinin durumu ve seçimler
Son dönemde gerek uluslararası alanda gerekse de ulusal düzeyde işçi sınıfının ve genel olarak emekçilerin bir kıpırdanış içerisinde olduğunu, uyku döneminin aşılmakta olduğunu söylemek mümkündür. Dünyanın hemen her köşesinde işçi ve emekçiler kapitalist krize ve onun yıkıcı etkilerine karşı seslerini yükseltiyorlar. Büyük miting ve gösterilerin, grev ve direnişlerin, militan mücadele örneklerinin sevindirici haberlerinin gelmediği gün yok gibi. Arap ve Ortadoğu coğrafyasında da emekçilerin yoksulluk ve baskıya karşı hareketliliğine şahit oluyoruz. Ne var ki tüm bu olumlu gelişmelerin siyaset sahnesinde karşılığını bulduğunu söylemek henüz mümkün değil. O nedenle bu gelişmeler siyaset arenasına doğrudan bir olumluluk olarak yansımıyor. Bu koşullarda, bizler açısından temel görev olan işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi sorunu tüm yakıcılığıyla ortada durmaktadır.
Türkiye’de 12 Eylül faşizminin işçi sınıfı hareketi üzerinde yarattığı tahribatın aşıldığını söylemenin epey uzağındayız. Bu açıdan işçi sınıfının dünya çapındaki diğer ulusal bölüklerinden farklı olarak Türkiye işçi sınıfının durumunun daha kötü olduğu gerçeğinin üzerinden atlayamayız. Sendikal örgütlülük dibe vurmuş durumdadır. Sınıf işbirlikçi ve bürokratik sendikal anlayış, apaçık bir ihanet içerisinde olan sendikal yönetimlerin yanı sıra mücadeleci geçinen sendikaları da kendi pençesi altına almıştır. Sınıfın devrimci bilinç ve örgütlülüğü son derece zayıftır. Tüm bu tabloya rağmen işçi hareketi belli bir düzeyde kıpırdanış ve arayış içerisindedir. Onun devrimci bilinç ve örgütlülüğünü ilerletmeye dönük doğru ve kararlı çabaların kesintisiz sürmesi bu açıdan hayatidir.
Sınıf hareketini daha ileriye taşıyacak, daha ilerisini mümkün kılacak adımlara ihtiyaç olduğu apaçıktır. Bu açıdan, işçi hareketini boğan ve cendere altına alan sendikalar yasası, grev ve toplu sözleşme yasası, iş yasası ve bağlantılı tüm yasalardaki anti-demokratik hüküm ve düzenlemelerin ortadan kaldırılması için verilecek militan bir mücadele önemli bir kaldıraç işlevi görecektir. Bu mücadelenin ilerletilmesi ve konunun gündeme taşınabilmesi açısından, yeni anayasa tartışmalarının yapılacağı mecliste, emekten, demokrasiden ve özgürlüklerden yana ilerici ve sosyalist temsilcilerin olması önem taşımaktadır.
Hiç kuşku yok ki, işçi sınıfı mecliste yapılacak kanun değişiklikleriyle kapitalist sömürüden kurtulamaz. Bu ancak işçi sınıfının gerçekleştireceği bir devrim sayesinde iktidarı ele geçirmesiyle sağlanabilir. Ne var ki, proleter devrim yolunda işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülüğünün gelişmesi kuru laflarla ve içi boş ajitasyonlarla sağlanamaz. Bu hedefe ulaşılabilmesi için sınıfın geniş kitlelerinin bağımsız çıkarlarının farkına varması, örgütlenmesi ve harekete geçmesi gerekiyor. Bu bakımdan da mecliste emek, demokrasi ve özgürlükten yana sosyalist temsilcilerin olması, sınıfın geniş kesimlerinin sorunlarını ve çözümlerini meclis kürsüsünden haykırmaları, burjuva düzeni bu kürsüden de teşhir etmeleri önem taşımaktadır.
Bunların yanı sıra, seçimlerden sonra Kürt sorununun bir kez daha gündemin ilk sırasına yerleşeceği açıktır. Devrimci işçi sınıfı, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını ve haksız-kirli savaşa derhal son verilmesini talep ediyor. Bu sorunun Kürt halkının talepleri doğrultusunda demokratik bir çerçevede çözülmesi, milliyetçiliğin ve şovenizmin geriletilebilmesi açısından hayati bir önem taşıyor. Bu sorunun kangren haline dönüşmüş olması işçi hareketi üzerinde de felçleştirici bir etki yapmaktadır. Sorunun gerçek çözümü doğrultusunda atılacak her adım, ulusal önyargılarla birlikte şovenizmin gerilemesine giden yolu açabileceği gibi, başta işçi sınıfı olmak üzere geniş emekçi kesimlerin hak arama mücadelesinin önündeki ideolojik engellerden birini de kaldıracaktır.
Bu koşullarda, mücadeleyi diğer alanlarda olduğu gibi belirli ölçüde meclis çatısı altında da yürütebilmek üzere Kürt hareketinin ve sosyalistlerin temsilcilerinin mümkün olan en büyük sayısal güçle meclise girmesi için çaba gösterilmelidir. “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” adaylarının emekçi kitlelerden alacağı destek, inkârcı, asimilasyoncu statükocu güçlere, şovenist cepheye, Kürt halkını aldatıp oyalamaya çalışan AKP hükümetine ve tüm kesimleriyle burjuvaziye verilmiş iyi bir cevap olacaktır.
link: Marksist Tutum, Düzen Partilerine Oy Yok!, Haziran 2011, https://marksist.net/node/2664
Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da Reform Süreçleri
Batı’nın İkiyüzlülüğü ve Göçmen Emekçiler