Türkiye işçi sınıfı 12 Eylül faşizmiyle başlayan gericilik döneminin boğucu atmosferinden halen kurtulabilmiş değil. Burjuvazinin dünya genelini kapsayacak biçimde giderek artan saldırılarının da etkisiyle çalışma koşulları ağırlaşıp ücretler düşerken, esnek çalışma biçimleri yaygınlaşıp taşeronlaşma genelleşirken, işçi sınıfının bağrında bu gelişmelere karşı muazzam bir öfke birikiyor birikmesine ama bu öfke hâlâ yaygın bir mücadeleci ruh halini beraberinde yükseltmiyor.
İşçi sınıfı hareketindeki bu tıkanıklığı yaratan çeşitli etkenler söz konusu. Şüphesiz en önemli faktör, komünistlerin sınıf hareketi içindeki etkisizlikleri ve sendika bürokrasisinin sendikal örgütlerde ipleri tamamen ellerinde tutuyor olmalarıdır. Bu yüzden, işçi sınıfının haklarını savunmak üzere kurulmuş olan sendikalar, toplu iş sözleşmesinden faydalanabilen işçi sayısı 550 bin civarına düştüğü, dibin dibi göründüğü halde içine düştükleri ataletten kurtulamıyorlar. Bu durum da, işçi sınıfının moralini bozan, kendine güvensizliğini arttıran etkiler yaratıyor.
Bu tablonun elbette çok çeşitli boyutları var. Bunlardan biri de işçilerin bilfiil örgütlü mücadelesinin yerine hukuk mücadelesinin geçmesi. Ne yazık ki, işçilerin kendilerine ve sınıflarına duydukları güvensizlik, sendikal bürokrasinin de yönlendirmesiyle, onları sıklıkla mücadelelerini tümüyle “yasal haklar” çerçevesine oturtmaya yöneltmektedir. Sendika bürokratları gelişen tüm mücadeleleri burjuva yasaların dar çerçevesine hapsetmeye çalışmakta ve böylelikle mücadelenin güçlenerek yayılmasını önlemekteler.
Artık bu tutum sendikal bürokrasinin belirgin bir tavrı haline gelmiştir. Burjuva hukukunun sermayenin ortak çıkarları ile belirlenmiş sınırlarının olduğu ve bu sınırın duvarlarına çarpmanın işçiler açısından kaçınılmazlığına dair gerçek çırılçıplak ortadayken, mülkiyet ve sınıf ilişkilerinin dışında tarafsız bir hukukun var olabileceği ve işçilerin haklarını bu sayede alabilecekleri yanılgısı sendika bürokratlarınca işçilerin zihinlerine yerleştirilmektedir.
Nitekim son zamanlarda tanık olduğumuz pek çok irili ufaklı işçi direnişinde ve mücadelesinde işçiler bütün umutlarını, sendika yöneticileri marifetiyle, hukuki mücadeleye bağladılar. Bu yüzden de Tekel, Sinter Metal, Akdeniz Çivi ve elbette daha pek çok mücadelenin yürütücüsü olan işçiler, azimlerini kısa zamanda yitirip, öznesi oldukları bir kavganın pasif izleyicileri haline geldiler. Direnişleri pörsüdü. Direniş alanlarını bırakıp evlerinde mahkemelerin kararlarını beklemek durumunda kaldılar. Patronlar sınıfının yargısının hakemliğinden medet umdular. Bir kısmı çeşitli tazminatlar alıp haklarının bir kısmını korusalar da taleplerini hayata geçiremediler.
İşçi sınıfı haklarının bekçiliğini hukuka bırakamaz!
Elbette işçi sınıfının hukuktan yararlanması ve mücadelelerinde hukuk silahını da kullanması gerekir. Neticede burjuva hukuku sınıf mücadelesinin sonuçlarına göre de şekillenmiş, önceki işçi kuşaklarının mücadeleleriyle elde ettiği kazanımlar da burjuva yasalarında şu ya da bu ölçüde karşılığını bulmuştur. Ancak burjuvazinin iktidarı altında bunlar her şeye rağmen geçici ve sınırlı haklardır. Çünkü burjuvazi, işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği koşullarda vermek zorunda kaldığı ödünleri, güçler dengesi kendi lehine dönmeye başladığı andan itibaren törpülemek, içini boşaltmak için çaba göstermeye başlar. Bu durum da işçi sınıfının kazandığı hiçbir hakkı mücadele etmeden elinde tutamayacağını gösterir. Tüm kazanımlar ancak fiili mücadele sonucunda korunabilir. Bu yüzden hukuki mücadele işçi sınıfı için tek başına kullanılabilecek bir silah olarak görülmemelidir. O silah ancak örgütlü biçimde mücadele eden işçilerin elinde bir yarar sağlar.
Ne var ki başta sendika bürokratları olmak üzere mücadele kaçkını, kolaycı çözümlere teşne tüm çevreler, haklarını almak için kavgaya giren işçilerin dikkatini, mücadelenin tâli bir unsuru olması gereken hukuki girişimlere odaklıyor, mahkemelerin aldıkları kararlara endeksli bir mücadele çerçevesinin aşılmaması için çaba gösteriyorlar. Hatırlanacaktır; 90’lı yıllarda hız kazanan ve burjuvazinin işten atmalar ve sendikasızlaştırma gibi saldırılar için fırsat olarak gördüğü özelleştirmelere karşı sendika bürokratlarının ortaya koyduğu yegâne çözüm, yüksek mahkemelere başvurmaktı. İşçilerin fiili mücadelesine dayanan hiçbir çaba sendika bürokratları tarafından gündeme getirilmiyordu. Açılan pek çok dava sözüm ona kazanılsa da, nihayetinde burjuvazinin istediği biçimde özelleştirmelerin önüne geçilemedi. Sendikaların açtıkları davaların kazanılmasıyla saldırının önüne geçilemeyeceği ortaya çıktı. Sonuçta özelleştirme furyasıyla, işçiler haklarının çoğundan, daha da önemlisi sendikal örgütlülüklerinden oldular.
Ağır kış koşullarına rağmen günlerce Ankara sokaklarında haklarını arayan Tekel işçilerinin durumu da hafızalarda tazeliğini koruyor. Kolayca hatırlanacaktır. Tasfiye süreci başlarken sendikacılar tarafından hiçbir biçimde üretimden gelen gücünü kullanmaya yönlendirilmeyen işçiler, 2009 yılı sonunda işlerine sahip çıkıp iradelerini ortaya koymuşlar ve sendikalarını mücadele alanına sürüklemişlerdi. Ancak bu mücadele, işçilerin genel grev zorlamasına rağmen sendika bürokratları tarafından Danıştay’dan çıkacak karara endekslenmiş, pasifleştirilen işçiler mahkemenin erteleme kararından sonra bir kazanım sağlanmış gibi güle oynaya evlerine gönderilmişti. Sonuç malûm. İşçiler büyük bir mücadele azmiyle karşı çıktıkları 4-C statüsünde çalışıyorlar şimdi.
Ne var ki, bütün bu sonuçlara rağmen, işçileri pasifize edip mücadeleden alıkoyan sendika bürokratları, her seferinde mahkeme kararlarını, bu kararlar sonucu elde edilen tazminatları allayıp pullayıp büyük başarı olarak ortaya koymaktan da geri durmuyorlar. Kendine mücadeleci sendika sıfatını layık görenler de bunun dışında değil. Yasalara göre dört ayda sonuçlanması gereken işe iade davası iki yıl sonra bittiğinde zafer edebiyatı yapılabiliyor örneğin. İşçilerin işyerini işgal etme noktasına kadar ileri eylem biçimlerini hayata geçirdikleri durumlarda bile sendika bürokratları işçileri fabrikadan zorla çıkarıp, patronun makineleri söküp götürmesine göz yumup, işçileri mahkeme sürecini atıl biçimde beklemeye itebiliyorlar. Bu bürokratların zafer diye söz ettikleri şey, son tahlilde, işçilerin direnişte geçirdikleri sürenin ücretini tazminat olarak almaları ve işe iade davasını kazanmalarıdır. Ancak neredeyse hiçbir işyerinde işçiler işe geri alınmamaktadır.
Sendikalaştıkları için işten atılan işçilerin işgal isteklerini baskılayan, makinelerin sökülüp başka isimle açılan bir fabrikaya monte edilmesini zinhar yasalara karşı gelmemek için göz ardı eden ve sonuçta Akdeniz Çivi işçisini mücadeleden alıkoyup evlerinde mahkeme sonucunu beklemeye gönderen de aynı zihniyettir. Sormak gerekmez mi: İşçilerin tüm sorunları mahkemeler aracılığı ile çözülebiliyorsa sendikalara ne lüzum var acaba? İyi bir hukuk bürosu bu işleri daha iyi kıvırmaz mı?
Örnekler çoğaltılabilir ama tablo değişmiyor. İşçilere güvenmeyen ve kendilerini ayrıcalıklarını korumaya adamış sendika bürokratları, işi masada çözmek için hukuk çerçevesinin dışına çıkılmamasını, taşkınlıklara mahal verilmemesini işçilere öğütlemekten başka bir şey yapmıyorlar. Bu durum da, patronların inisiyatifi bütünüyle ellerine almalarına, işçiler üzerinde daha büyük baskılar kurmalarına yol açıyor. Böylece daha ileri bir atılım gösterebilecek işçi mücadelelerinin güçlenerek yayılmasının önüne baştan geçilmiş oluyor.
Unutmamak gerekir ki, işçi hareketi meşruluğunu burjuvazinin yasalarından değil sınıf mücadelesinin tarihsel haklılığından alır. O yasalarda var olan hakları da zaten burjuvazi bahşetmemiş, önceki işçi kuşakları mücadeleleriyle elde etmiştir.
Haklar elde etmek için yasalara değil kendi örgütlülüğüne ve öz-gücüne güven!
Burjuvazi, gerek kendisine doğrudan bağlı güçleri, gerek işçi sınıfının sendikal örgütlerinin başında bulunan sendika bürokratları aracılığıyla, işçi sınıfını kendi hukukunun çizdiği sınırlarda kalmaya zorlamaktadır. Bu sınırlar aşılmaya çalışıldığı zamanlarda ise kolluk güçleriyle, mahkemeleriyle işçileri korkutmaya, sindirmeye çalışmaktadır. Ancak hatırlamak gerekir ki burjuva hukukun bu çerçevesi mutlak değildir. Tarihte defalarca görüldüğü üzere mücadele ile genişletilebilir, burjuvazi geriletilebilir.
Sınıfın sorunlarını da gerçekte mahkemeler değil yine sınıfın kendi eylemi, meşruluğunu kendi gücünden alan örgütlenmeleri çözer. İşçiler haklarını ancak mücadele zemininde kavga vererek alabilirler. Bugün burjuvazinin işçi sınıfı için siyasal ve sendikal yasaklarla dolu yasalarına bel bağlamak, kazanma şansını çok büyük oranda ortadan kaldıracaktır. Bu yüzden işçiler mücadelelerinde kendilerini burjuva yasaların dar sınırlarına hapsetmemelidirler. İşçiler mücadelelerinde sadece öz-güçlerine ve örgütlülüklerine güvenmelidir.
Bu nedenle sendikalarda militan sınıf sendikacılığı anlayışını güçlendirmek için mücadele yürütmek büyük bir önem taşımaktadır. Sendika bürokrasisini sendikaların başından defetmenin de, işçi sınıfına moral kazandıracak etkili mücadelelerin yapılabilmesinin de yolu, bu perspektifi sendikalarda güçlendirmekten, bu perspektifle hareket eden öncü işçilerin birleşmesinden geçiyor. Unutulmamalıdır ki, ne burjuvaların hukuku ne de sendika bürokratlarının kolay görünen çözüm yolları işçi sınıfını selamete çıkarabilir. Yalnızca mücadele etmek isteyen ve doğru bir perspektif ile mücadele edebilen işçilerin açtıkları yoldan zafere ulaşılabilir.
link: Selim Fuat, İşçi Sınıfı Mücadelesi Hukuki Mücadeleye İndirgenemez, Mart 2011, https://marksist.net/node/2607
İstanbul’da Newroz Yüz Binlerle Kutlandı
Sosyal-Şovenistlerin Irak Petrolü Tasası