3 Mayıs Cuma günü Paris Sorbonne Üniversitesinde bir miting çağrısı yapıldı. Amaç bir önceki gün Nanterre Üniversitesinin kapatılmasını protesto etmekti. Bu olayı, Vietnam Savaşına karşı kampanya yürüten öğrencilerle aşırı sağcı gruplar arasında bir hafta süren çatışmalar izledi. Sorbonne toplantısına sadece 300 kadar öğrenci aktivist ilgi göstermişti. Fakat akşamla birlikte St Michel Bulvarı boyunca, şiddetli bir meydan muharebesi patlak verdi. Bu çatışmanın sonunda 72 polis ve sayısı açıklanmayan çok sayıda genç yaralanmış, 600 kişi tutuklanmış ve böylece tarihe Fransa Mayıs olayları olarak geçen olaylar başlamıştı.
Üniversite yetkilileri, sağcıların öğrenci mitingine saldıracağı söylentisini bahane ederek, polisi içeri çağırdılar. Polis öncelikle Sorbonne’u kuşattı, yapılan görüşmelerin ardından öğrencilerin üniversiteden 25 kişilik gruplar halinde, barışçıl bir şekilde, kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı çıkmasına izin vermeye razı oldu. Kadınlar dışarı bırakıldı, ama ilk erkek grubu çıkar çıkmaz tutuklanarak beklemekte olan polis araçlarına binmeye zorlandı. Bir kalabalık toplandı ve öfkeyle ileri doğru yüklenmeye başladı. İlk polis minibüsü St Michel Bulvarına doğru harekete geçmeyi denemişti ki, o dakikada büyüyen bir öğrenci kalabalığı aracın yolunu kesti.
Sonunda polis göz yaşartıcı gaz kullandı ve Mayısın ilk sokak çatışması başladı. Gazdan boğulan, öksüren, gözleri yanan insanlar Bulvarın her yanına dağıldı. Ama kitle, biraz sonra polis araçlarını durdurmak için tekrar toparlandı. Şimdi giderek artan sayıda genç protestoya katılıyor, kafelerden, kitapçılardan, fakültelerden ve liselerden kavgaya katılmak için akın akın geliyordu. Polis ve CRS (Fransız Çevik Kuvveti) tekrar tekrar saldırmak ve her seferinde göz yaşartıcı gaz kullanmak zorunda kalıyordu, ama her defasında öğrenciler tekrar mücadele ediyordu.
Ertesi gün tüm basın ve medya, öğrencilerin beklenmeyen tepkisiyle ilgili yorumlarla doluydu. Olaylara tam bir şaşkınlık ve kavrayışsızlık egemendi. Hükümet her zamanki gibi küçük bir grup ajitatörü sorumlu tutarken, günler ve haftalar geçtikçe bir şey giderek daha açık hale geliyordu; öfke ve gerginlik duygusu sadece liselere ve üniversitelere değil, fabrikaları ve işyerlerini de kapsayacak şekilde tüm Fransız toplumuna sızmıştı ve patlamak üzereydi.
Hafta sonuna gelindiğinde, okul yatakhanelerinde, lise ve fakültelerde, tüm tutuklu öğrencilerin serbest bırakılmasını ve Sorbonne’un yeniden açılmasını talep eden “savunma komiteleri” ve “eylem komiteleri” oluşturulmuştu. Hükümetin bir bakanı, alay edercesine, “küçük bir grup” tarafından organize edilen kargaşadan söz ediyordu.
6 Mayıs pazartesi sabahı Denfert-Rocherau bölgesinde 20.000’in üzerinde bir kalabalık toplandı. Kortej, “Biz küçük bir grubuz”, “Baskıya hayır” ve “yoldaşlarımıza özgürlük” diye bağırarak sakin bir şekilde Sorbonne’a doğru ilerlerken, yol CRS tarafından kesilmişti. Yürüyüşçüler Rue St Jacques’e dönünce büyük bir polis kordonuyla karşılaştılar. Polis derhal coplarına sarıldı ve saldırdı. Kortejin ana gövdesi hâlâ ana cadde üzerindeydi ve ilerlemeye devam ediyordu, bu yüzden kortejin ön kısımının gidecek hiçbir yeri yoktu ve polis coplarıyla saldırıya geçti.
Ana bulvarda yeniden toplanan halk, metal çubukları ve kaldırım taşlarını söküp polis hattına doğru fırlatarak polisleri geri çekilmeye zorladı. Polis buna, göz yaşartıcı bombalar ve daha fazla saldırıyla karşılık verdi.
Genç İşçiler
Ertesi gün iki kat fazla gösterici vardı ve bunlar sadece öğrencilerden oluşmuyordu. Binlerce genç işçi, öğrenci, öğretmen ve okutman da oradaydı. Örgütleyiciler daha fazla çatışmayı engellemek için, Arc de Triomphe’nin altında Enternasyonal’i söylemek üzere, kitleyi Sen Nehri’nin karşısına, Champs-Elyses’in yukarısına aldılar. Şiddetten kaçınılmıştı ama sağcılar fazlasıyla çileden çıkmıştı.
Ertesi gün, yetkililerin “uzlaşmak” ve Nanterre ile Sorbonne’u yeniden açmak üzere olduklarına dair bir söylenti dolaştı. Perşembe sabahı duyuru yapıldı, ama öğrenciler derslere geri dönmeye başladıklarında polisin ve CRS’nin hâlâ okulda olduğunu gördüler. Eğitim Bakanı “sorumsuz unsurların” üniversiteyi işgal etmek üzere olduğunu iddia ederek, okulların açılmasını reddetmişti. Tartışma artık sokaklarda hüküm sürüyordu: şimdi ne yapmalıydı?
Cuma akşamı Sol Kıyı’da yine muazzam bir kalabalık toplandı. Bir kez daha nehrin diğer tarafına yürüyüş denendi, bu sefer tüm köprüler CRS tarafından tutulmuştu ve kalabalık Latin Mahallesine kıvrıldı. St Michel Bulvarının girişinde ve çıkışında ve Sorbonne’un etrafındaki diğer sokaklarda kendiliğinden barikatlar kuruldu. Gece yarısını geçerken Sorbonne’a şu taleplerle bir heyet gönderildi: polis mahalleden geri çekilsin, Sorbonne yeniden açılsın ve tutuklular bırakılsın.
Kalabalık beklerken, çoğunda orta sınıf ve zenginlerin oturduğu Bulvar boyunca sıralanan apartmanlardan kalabalığa yiyecek ve içecek taşınıyordu. Bu, kamuoyunun son birkaç gün içinde ne denli yol katettiğini gösteriyordu.
Kısa bir süre sonra, tutukluların serbest bırakılması konusunda hiçbir garanti verilemeyeceğine dair bir duyuru yapıldı. Polisin sokakları temizlemeye girişmesi artık sadece an meselesiydi.
Saat sabaha karşı 2:15 sularında polis harekete geçti. Savaştan bu yana Fransa’da böylesine bir şiddet görülmemişti, iki tarafta da yüzlerce yaralı vardı ve mucize eseri ölü yoktu. Milyonlar olayları radyolardan canlı yayında dinledi ve ertesi gün televizyonlarda geriye kalan tahribatı gördü: yakılmış arabalar, barikat kalıntıları, kaldırım taşları, kırık camlar ve her yere saçılmış göz yaşartıcı gaz kutuları.
Hükümet çok ileri gitmişti. Sendikalar pazartesi günü için bir günlük genel grev ve kitlesel protesto gösterisi çağrısında bulundular.
Ülkenin dört bir yanında grevler ve gösteriler hazırlanıyordu ve hükümet artık geri çekilmek zorundaydı. Başbakan tutukluların serbest bırakılacağını ve Sorbonne’un açılacağını bizzat ilân etti. Ama bu açıklamalar hareketi durdurmaya yetmedi.
Pazartesi günü bir milyondan fazla insan Paris’e doğru yürüyüşe geçti ve polis uzakta durdu. Sendika liderleri memnundu: seslerini duyurmuşlardı, hükümet geri çekilmişti ve “normal” hayata dönülebilecekti. Ama bu olmadı.
Yeniden açılan Sorbonne işgal edilmiş ve öğrenciler bir “kurucu meclis” oluşturmuşlardı. Ülkenin dört bir yanından, pek çok işçinin bir günlük eylemle tatmin olmadığı, yeni yeni grevlerin planlandığı, fabrikaların işgal edildiği haberleri geliyordu. Ayın 16’sında 50 fabrika işgal edilmiş, 17’sinde 200.000 işçi greve çıkmıştı. 18’inde, hareketin büyüklüğünü gören sendika liderleri, onu ücret artışları ve daha iyi çalışma koşulları için bir kampanyaya dönüştürerek kontrolleri altına almak üzere harekete geçtiler. Aynı günün akşamı grevci sayısı 2 milyonu bulmuştu ve beş gün içerisinde grevci sayısı 10 milyona yükselecekti. Fransa durma noktasına gelmişti, hükümetin ve temsil ettiği sınıfın egemenliği artık viraneye dönmüştü.
Sud Havacılık fabrikasındaki çoğu genç olan işçiler, yönetimle uzun süren tartışmalar yürüterek her salı sabahı 15 dakikalık iş bırakma eylemi yapmaktaydı.
24 saatlik genel grevin ardından, 14 Mayıs salı günü işler çok değişecekti. İşçiler eylemlerini fabrikanın tüm bölümlerine yayma kararı aldılar. 20 kadar yöneticiyi ofislerine kilitlediler, bir eylem komitesi oluşturdular ve eylemi yayma kararı aldılar.
Ertesi gün grevler ve işgaller göz kamaştırıcı bir hızla Renault’a, limanlara ve hastanelere yayıldı. Ayın 16’sında 60.000 Renault işçisi eyleme çıkmış, 6 ana fabrika işgal edilmişti. Citroen grevdeydi, Le Harvre ve Marseille’deki ana limanlar kapatılmıştı. İşçiler her yerde eyleme geçiyordu. Baraj fışkırmış ve sahiden patlamıştı.
Ayın 18’inde 2 milyon işçi grevdeydi ve hareketi kendi kontrolü altında gören sendika bürokrasisi bu durumdan “yararlanmaya” çalışıyordu. Daha iyi ücret ve çalışma koşulları talebiyle bir genel grev çağrısı yaptılar. Kitlelerin yanıtı, hoşnutsuzluğun genişliğini ve derinliğini doğruluyordu; bir sonraki çarşamba günü 10 milyon işçi greve çıkmıştı.
Ancak işçi ve öğrenci kitleleri için grev sadece ücretlere ve çalışma koşullarına ilişkin bir şey değildi; aynı zamanda iktidara da ilişkindi. Hükümetin ve cumhurbaşkanı De Gaulle’ün istifa etmesi talepleriyle başlayan grev, sadece ekonomik taleplerle sınırlı olmayıp fazlasıyla politikti. Grevi ekonomik taleplerle sınırlandırmaya çalışan sendika liderleri, aslında hareketin oldukça aşikâr olan ölçeğini ve genişliğini inkâr ederek, hareketi rayından çıkarmaya çalışıyordu. 1968 toplumsal bir hareketti, bir devrimdi.
İş durmuştu, fabrikalar işgal edilmişti, televizyon kapanmıştı, tartışma alevlenmişti. İnsanlar birkaç saat ya da gün içinde, tüm hayatları boyunca yaşadıklarından daha büyük bir değişime uğramışlardı. Düne kadar kendilerini muhafazakâr gören insanlar şimdi devrimden bahsediyordu.
24 Mayısta De Gaulle televizyonda ulusa seslendi. Bunun bir fiyasko olduğunu kendisi bile itiraf etti. O, eski dünyadan sorumlu ihtiyardı. Aynı gün öğrenci lideri Daniel Cohn-Bendit’in bir yurtdışı gezisinin ardından ülkeye yeniden girişi engellendi. Paris, genç işçilerin ve öğrencilerin protestoları ve barikatlarıyla geçen bir gece daha yaşadı. O gece yirmi altı yaşında bir adam el bombası şarapneliyle hayatını kaybetti; olayların başından beri yaşanan ilk ölümdü bu. Protestoların doruğunda, kalabalık Paris borsa binasını altüst edip ateşe verdi.
Devrim
O andan itibaren devrim gerçekten her yanı sardı. Büyük gösteriler artık gündelik bir hal almıştı ve grev komiteleri idari işlevleri gittikçe daha fazla üstleniyor, alternatif bir hükümet sisteminin embriyonunu oluşturmak üzere birleşiyordu. İkili iktidar söz konusuydu.
Ve ayın 29’unda Paris’te gerçekleşen dev bir gösteriyle durum giderek “aşırı olgun” hale gelmişti. Çok sonraları hükümet görevlileri, o günlerde birkaç saatten fazla ömürleri kalmadığına inandıklarını itiraf edeceklerdi. Bu gösteri sırasında doğru dürüst bir önderlik varolsaydı Elysee Sarayı zaptedilerek iktidar ele geçirilebilirdi. Maalesef böyle bir önderlik yoktu.
Sendika liderleri hükümetle görüşmelere girişti. İki gün iki gece boyunca İçişleri Bakanlığında tartışma yürüttüler.
Sunday Times gazetesine göre “herhangi bir amatör bile böylesi bir durumda muazzam ödünleri müzakere konusu haline getirebilirdi.” Egemen sınıf yıkımla yüz yüzeydi, işçi liderleri ise hâlâ “ustaca” müzakere edilmiş ödün listeleriyle gülümseyerek ortaya çıkıyorlardı: yıl içerisinde ücretlerin %7 yükseltilmesi, asgari ücretin üçte bir oranında arttırılması, grevci işçilerin grevde geçirdikleri süre karşılığında normal ücretlerinin yarısının ödenmesi.
CGT lideri Georges Seguy gerine gerine Billancourt’daki dev Renault fabrikasına gitti. Ama gider gitmez sıkıştırıldı ve yuhalandı. Tüm Renault fabrikalarında, anlaşma bir satış olarak görülüp reddedildi ve işçiler daha uzun bir mücadeleye atıldılar.
Hükümetle anlaşmaya varmak sendika liderlerinin iki yılını almıştı. Bir ay öncesine kadar hayal bile edemeyecekleri bir anlaşma elde etmişlerdi. Ama işçiler bunu reddetti. O kadar ileriye gitmişken böyle “küçük” bir şey için geri çekilmeyeceklerdi.
Renault’daki sloganlardan biri “halk hükümeti” idi. Sendikal haklar konusundaki lakırdılardan ve yüksek ücretlerden çok daha fazlasını istiyorlardı. Liderlik, özellikle de FKP için başka ne işaret gerekiyordu? Hayatlarını ne uğruna savaşmak üzere ortaya koymuşlardı? Sadece bir parmaklarını kıpırdatsalar De Gaulle’ü ve ardındaki kapitalist sınıfı savurup atabilirlerdi. Ama bu belirleyici anda başarısızlığa uğramışlardı, liderlik önderlik etmek dışında herşeyi yapmıştı ve hareket kaçınılmaz olarak bocalamaya terk edilmişti.
De Gaulle, Batı Almanya’da konuşlanan Fransız birliklerinin komutanı General Massu ile askeri müdahale konusunda gizli görüşmeler yapmak üzere ülkeden ayrılmıştı.
Televizyonda ulusa seslenmek için geri döndü. “Ülkenin komünist diktatörlük tehdidi altında” olduğunu belirtti. Ardından Meclisin feshedildiğini ve Haziranda genel seçimlere gidileceğini ilan etti. Normal çalışma düzeni başlamalıydı, aksi takdirde “olağanüstü hal” ilan edilecekti ve “uygun sertlikte” harekete geçilecekti.
Aynı akşam yaklaşık bir milyon Fransız gerici artık sokakları işgal edebilecek gücü bulabiliyordu. Askeri birlikler Paris’in yakınına konuşlandırılmış, tanklar yolları kuşatmıştı. Sendika liderlerinin ve kısmen de Fransız Komünist Partisi önderliğinin eylemsizliği nedeniyle devrimci “moment” geri çekilmeye başlıyordu.
İşçi sınıfının böylesine güçlü bir hareketinin başındaki Komünistler iktidarı kolaylıkla alabilirlerdi, almalıydılar. De Gaulle insiyatifi ele geçirmeye yeltendiğinde hiçbir karşılık vermediler. “De Gaulle, devletin dimdik ayakta olduğunu ilan ettiğinde Komünistler neredeyse rahatlamış görünüyorlardı.” (The Economist, 1 Haziran 1968).
“Fırsat”
FKP, seçimi “halkın söz sahibi olma fırsatı” olarak memnuniyetle karşılayıp seçim kampanyasına başladı. Onların Fransız işçilerinin o ana kadar yaptıkları şey hakkında ne düşündüklerine ilişkin sadece tahmin yürütebiliriz. İşçileri mümkün olan en iyi anlaşmaları müzakere etmeye ve işlerinin başına dönmeye çağırdılar.
İşçilere bazı ekonomik tavizler verildikten sonra, izleyen günlerde kamu sektöründe çalışma yavaş yavaş yeniden başladı ve polis sistematik olarak işgalcileri tüm resmi binalarından çıkarmaya koyuldu. Sendika liderleri düzene dönülmesinden memnuniyet duyarken taban direniyordu. FKP, De Gaulle’ün seçim meydan okumasını seve seve kabul etti ve “aşırı” tutumlarla ilişkilendirilmek istemedi.
7 Hazirandan sonra hâlâ direnenler yalnız kaldılar ve bu yüzden yine en sert baskılara maruz kaldılar. Flins’deki Renault işgalini son erdirmek için girişilen bir çatışmada Seine nehrinde bir öğrenci boğuldu ve Sochaux’daki Peugeot fabrikasında iki işçi vurularak öldürüldü.
Ayın 12’sinde hükümet çeşitli öğrenci örgütlerini ve bazı “sol” grupları yasakladı. Ulusal öğrenci birliği tüm sokak etkinliklerinde “bundan böyle çatışmalardan kaçınma” çağrısında bulundu. Hareket ivmesini neredeyse yükseldiği hızla yitiriyordu. Ardından ayın 16’sında Sorbonne büyük bir polis saldırısıyla nihai olarak geri alındı. Latin Mahallesinde birkaç çatışma oldu ama barikatlar yoktu. Hareket nihayet sona ermişti.
Mücadele etmeye gönülsüz olan Komünist Partiye meydan okuyan Gaullcüler, Haziran sonunda seçimlerde dikkate değer bir zafer elde ettiler. Kapitalist düzen yeniden tesis olmuştu.
Kimileri için grev gökten zembille inmişti. Ücretler yılda ortalama %5 yükseliyordu. Beklentiler artıyordu. 10 yıl içerisinde, araba sahibi olanların sayısı ikiye; buzdolabı sahibi olanların sayısı üçe; televizyon sahibi olanların sayısı ise beşe katlanmıştı.
Ne var ki devrimi doğuran şey ille de ezici yoksulluk ve ekonomik çöküş değildir. Fransa hızla “modernleşiyordu”, işçiler ve öğrenciler bundan faydalanıyorlardı, ama aynı zamanda ıstırap da çekiyorlardı.
The Economist Renault’daki üretim hattını bir “cehennem manzarası” diye tanımlıyordu. İşçiler “les cadences”ten [kadanslar] bahsediyorlardı: üretim hattının şiddetli ritmi, baskı, gerilim, yorucu iş. 1968’de Fransa bugünkü İngiltere gibi patlamaya hazır bir barut fıçısıydı. Çok şey vaat eden ama sonunda çok azını veren bir toplum.
İşçiler greve gittiklerinde, sorun ekmek meselesinin çok daha ötesindeydi. Sorun, tüm birikmiş olan toplumsal rahatsızlıklardı. Varolan yönetim kültürüydü. Tüm hızlandırmaların ve zorbalığın intikamını almaktı. Hareket bu yüzden böyle hızlı bir biçimde devrime doğru gelişebilmişti.
Gereken tek şey önderlikti. Ama işçi liderleri, tıpkı Gaullcüler gibi sırra kadem basmışlardı. 1968 tarihteki en büyük genel grevdi. İşçilerin büyük tavizler elde edip bozguna uğramadan iş başı yapmaları bunun kanıtıdır.
Ama sonuç çok daha farklı olabilirdi. Bu hareket işçilere ilham vermelidir. Tam da bugün akademisyenler, çıkarcılar ve bürokratlar işçi sınıfını sadece savaşan bir güç olarak değil, kendinde bir sınıf olarak dahi defterden silmişken. Ama hareket, bu fikirleri silip geçti. Açıklığa kavuşan ve halen de öyle olan bir şey var ki, o da, büyük kapitalist ülkelerden birinde işçi sınıfı eyleme geçtiğinde, karşı durulmaz bir güç olabildiğidir.
[Bu yazının İngilizce orijinali www.marxist.com adresinde yer almaktadır.]
link: Iain Gunn, Mayıs 68: Fransa'nın Devrim Ayı, Mayıs 1998, https://marksist.net/node/257
Seattle’dan Nice’e Küreselleşme Karşıtı Hareketin Bilançosu