Aralık 1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantısına karşı yapılan gösterilerle kıvılcımlanan küreselleşme ve uluslararası sermaye kuruluşları karşıtı hareket, dünya politik arenasına damgasını vurdu.
Seattle’den sonra, büyük ekonomi ve finans kurumlarının tüm toplantıları, Washington, Davos, Prag ve Nice’te, ve daha küçük ölçekli olarak da Cenova, Ancona ve Bologna’da, binlerce, on binlerce gösterici tarafından kuşatma altına alındı.
Değişim rüzgârları esiyor. 1980’lerden beri kapitalizm ve onun ideolojik dogmaları –serbest pazar, esneklik, kâr ve elbette küreselleşme– her cephede kazanıyor gibi görünüyordu. Ancak şimdi, işçiler, gençler ve orta sınıfın önemli bir kesimi sistemin işleyişini sorgulamaya başladı. Bu durum sadece yoksul Güney yarıkürede değil, gelişmiş Batıda ve çokulusluların ve yeni ekonominin beşiği olan ABD’de de ortaya çıkmaktadır.
Marksistler olarak biz de bu harekete katılıyoruz. Bizler bu hareketi, yeni bir genç kuşağın yaşadığımız dünyayı değiştirmek için mücadeleye atılmasının en açık işareti olarak görüyoruz. Fakat tam da bu mücadelenin başarılı olmasını istediğimiz için, bu hareketin sadece potansiyellerini değil sınırlarını da tartışmak ve ortaya koymak ihtiyacı duyuyoruz. Onu güçlendirmenin ve önemli zaferler elde etmenin tek yolu budur.
Seattle deneyimi
Seattle’daki DTÖ toplantısına yönelik kitlesel ölçekli meydan okuma, aynı zamanda Avrupa’daki seferberlikleri ateşleyen bir katalizör işlevi de gördü. Seattle sokaklarında toplanan elli bin insan, ABD’de uzun yıllardır görülmeyen bir manzara oluşturmuştu. Bu gösterinin en belirleyici özelliği neydi? Niteliksel bir ileri adıma yol açan asıl kilit unsur, işçi sınıfının, ülkenin her yanından gelen ve ABD’nin başlıca sendikal örgütü olan AFL-CIO’da örgütlenen sendika üyelerinin de eylemlere her türden radikal, çevreci ve diğer türden örgüt ve topluluklar gibi katılmış olmasıydı. AFL-CIO sekreteri Sweeney bile gösterideydi.
Şüphesiz AFL-CIO’nun kimi talepleri, korumacı, milliyetçi –Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne üye olmasına karşı çıkmak gibi– nitelikler taşıyordu. Yine de, enternasyonalist bir alternatifin yokluğunda, işçi sınıfının kendini tehdit altında hissettiği bu duruma karşı gösterdiği ham tepki anlaşılabilir bir tepkidir. Bunun yanı sıra, çok daha radikal bir görünüm sergilemelerine rağmen hareketin Avrupa’daki kesimlerininin de dış ticarette korumacı eğilimlerden muaf olmadıkları söylenmelidir.
Seattle’daki gösterilere işçi sınıfının kitlesel katılımı, ABD’de yükselmekte olan militanlığın bir yansımasıdır yalnızca. General Motors’ta, UPS’de, Las Vegas’ta hizmet sektöründe, California’da ve geçen yaz Verizon’da gerçekleşen mücadeleler, önemli birer örnektir. Bunların büyük bir çoğunluğu zaferle veya en azından kısmi kazanımlarla sona ermiştir. John Sweeney 1995’te AFL-CIO’nun lideri seçildiğinden beri, Amerikan sendikaları işçi sınıfının yeni katmanlarını örgütlemeye daha fazla özen göstermektedir. Bu, hem sendikaların içinde bulundukları kriz ortamından bir çıkış yolu bulma girişimidir, hem de giderek kötüleşen çalışma koşullarında gerçek bir iyileşme isteyen Amerikan işçi yığınlarının artan basıncına bir yanıttır. 1998’deki gerçek ücretler, 1979’dakine göre %12 daha düşüktür.
Amerikan egemen sınıfını kaygılandıran şey, tam da işçilerin katılımı olmuştu. Ve bu katılım, ABD’de, işçi sınıfının aşırı sömürüsüne dayanan bir ekonomik boom döneminde gerçekleşmişti.
En azından Nice’e kadar, İtalya ve Avrupa’daki hareketlerde eksik olan unsur işçi sınıfı ve onun geleneksel örgütlerinin kitlesel katılımıydı. 6 Aralıkta, CES (Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu) tarafından sokaklara taşınan ve 80-100 bin işçinin katıldığı büyük bir gösteriye tanık olduk. CES, AB’ye üye ülkelerin hükümetleri tarafından Nice’te onaylanan Haklar Bildirgesini destekliyor ve kendini sosyal haklarda iyileştirmeler yapılması çağrısıyla sınırlıyor olsa da, bu gösteri önemli bir dönüm noktasıydı.
Sendika ve işçi liderleri, genellikle kapitalist küreselleşmeye karşı çıkmamakta, hatta çoğu durumda desteklemektedirler. Ve hükümete girdikleri zaman da Dünya Bankası, DTÖ, OECD gibi kurumlarda yer almaktadırlar. Veltroni’ler, Cofferati’ler, (not: Veltroni, DS adını almış olan İtalyan KP’sinin sekreteridir; Cofferrati ise CGIL sendika federasyonunun genel sekreteridir) Blair’ler ve Jospin’ler, mevcut çatışmanın doğasının geniş halk katmanları tarafından anlaşılmasının önünde ciddi engeller olarak dikilmektedirler. Yine de 6 Aralık Nice gösterisine katılanlar arasında ciddi bir nabız yoklaması yapılsaydı, tabanın liderlerin programını hiç de hevesle onaylamadığı görülürdü.
Bununla birlikte, insanları harekete katmanın diğer zorlukları, küreselleşme karşıtı hareketin bazı kesimlerinin mevcut sınıfsal ilişkileri analiz etme şeklinden kaynaklanmaktadır. Bu gruplar, işçi sınıfının, en azından Batı ülkelerinde, mücadelede artık “merkezi” bir role sahip olmadığını, “sistemle tamamıyla bütünleştiğini”, emek dünyasının “parçalanıp dağıldığını”, “tortuya dönüştüğünü”, “esneklik ve geçici çalışma yüzünden yok olduğunu” vs. öne sürüyorlar.
Tüm bu arkadaşlar, (Batıda) Fordizmin ve geleneksel işçi sınıfı kitlesinin sona ermesiyle birlikte, işçi mücadelelerinin artık mümkün olamayacağına ya da “çeşitli çatışma anlarının gelişebileceğine, ama bunların hiçbirisinin birikim mekanizmasını engelleyemeyeceğine” (Andrea Fumagalli, Sul reddito di cittadinanza) inanıyorlar. Haziran 2000’de Bologna’daki OECD karşıtı gösterilerde, eylem için oluşturulan koordinasyon komitesi “Contropiani”nin çoğunluğu, zirvenin durdurulması için bir genel grev çağrısı yapılmasına karşı çıktı ve “yurttaşlar grevi” sloganını ileri sürdü.
“Yurttaşlar” mı işçiler mi?
Gerçekte Fordizm ve Taylorizm, kapitalizmin üretimi planlama yöntemlerinden ikisidir yalnızca. Marx bu sonuca daha 1848’de Komünist Manifeto’da ulaşmıştı:
“Burjuvazi üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte tüm toplumsal ilişkileri sürekli devrimcileştirmeksizin var olamaz. Oysa tersine, eski üretim biçimlerinin değişmeksizin korunması, daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varlık koşuluydu. Üretimin sürekli değişikliğe uğratılması, bütün toplumsal koşulların kesintisiz altüst edilmesi, sonu gelmez belirsizlik ve çalkantı, burjuva çağını daha önceki bütün çağlardan ayırt eder.”
Üretim yöntemlerindeki değişikliklerle birlikte, işçi sınıfı ve özellikle de liderleri, her zaman yönlerini şaşırmışlardır. İtalya’da, büyük mücadelelerin verildiği Sıcak Sonbahardan (1969) önce ve ardından 1970’lerde, sendikalar güneyden gelen vasıfsız işçileri nasıl örgütlemeleri gerektiğini bilmiyorlardı, çünkü geleneksel tabanları Milan ve Turin’deki vasıflı işçilere dayanıyordu.
Patronlar üretim araçlarını devrimcileştirebilirler, ama ücretli emek olmaksızın hiçbir şey yapamazlar. İnsan (veya hayvan) emeği tek artı-değer kaynağıdır ve patronlar kârlarını tam da bu artı-değerden, bu “ödenmemiş işçi ücretleri”nden elde ederler. Dünya çapında ücretli emekçilerin sayısı azalmamakta aksine artmaktadır. Büyük bir yeniden yapılanmanın gerçekleştiği OECD ülkelerinde bile, sanayi işçilerinin sayısı yavaş bile olsa artmış ve 1973’te 112 milyonken 1995’te 113 milyona çıkmıştır. Gelişmekte olan diğer ülkelerde ise, sınai emek gücü 1980’lerde 285 milyonken 1995’te 470 milyon olmuştur (kaynak: www.labornotes.org).
İtalya’da büyük ölçekli sanayi işletmelerinde çalışanların sayısı azalmakta, ama aynı zamanda, genellikle çok sayıda işçinin bir arada çalıştığı çağrı merkezleri gibi sözde hizmet sektöründe binlerce yeni istihdam yaratılmaktadır.
Yaklaşık son yirmi yıl boyunca, sanayinin yeniden yapılanması bir devrim değildi. Bu, kapitalizmin şu anda içinde bulunduğu genel durgunluğa bir yanıttır. Pazarlar bir önceki dönemde olduğu gibi aynı hızda büyümemiştir. Kapitalistler, kâr marjlarını korumak için, gelişen yeni teknolojinin de yardımıyla, çalışma hızını, çalışma saatlerini vs. arttırarak, kısılabilecek her şeyde –işgücünde, ücretlerde, molalarda, stoklarda– kısıntıya gitmişlerdir.
Bir de “maddi olmayan” emekten söz edilmektedir; bununla her türlü bilgi aktarım işini yapanlar, internet üzerinden vs. bilişim teknolojisiyle çalışanlar kastediliyor. Bazıları bunun “insanların yalnızca üretim aracı olmaktan çıktıkları” bir “kurtuluş” yeri olduğunu savunuyor. Şunu belirtmeliyiz ki, ekonominin bu sektörünü düzenleyen mekanizmalar “eski” kapitalizmin mekanizmalarına çok benzemektedir. Birincisi, “bilişim” işçileri emek güçlerini hâlâ bir ya da daha fazla patrona satıyorlar, ve bunu evde bilgisayarın önünde ya da büroda bir masada oturarak yapmaları bir şeyi değiştirmiyor. İkincisi, bu sektörde tüm geçici işçilik biçimleri çok yaygın ölçekte (serbest çalışma vs.) kullanılıyor, bu da işçileri her türlü iş garantisinden yoksun bırakıyor. “Maddi olmayan” emeğiyle tatmin olduğunu düşünen her operatöre karşılık, patronları tarafından çok “maddi biçimde” sömürülen yüzlercesi bulunmaktadır.
Aslında, yeni emek organizasyonu işçilerin örgütlenmesi ve mücadelesinin önüne gerçekten yeni sorunlar çıkarırken, emekle sermaye arasındaki çelişkiyi hiçbir biçimde ortadan kaldırmamaktadır. Aksine, sömürüyü ve geçici çalışmayı kat be kat arttırarak, işçi sınıfının yeni patlamalarını kendi eliyle hazırlamaktadır.
Örneğin ABD’de 87.200 kişinin greve gittiği Verizon Communications’ta işçiler, Amerika’nın bu dev telekomünikasyon şirketini sendika ile görüşme masasına oturttular. Verizon, Bell Atlantic ile GTE şirketlerinin birleşmesi sonucunda oluşmuştu. Şirket sahipleri bu birleşmeyi işçi sayısını azaltarak ve ücretleri keserek gerçekleştirmek istedi. Birçok işyerinde aynı anda başlayan ve 15-18 gün süren grev çok iyi bir sonuca ulaştı: üç yıllık kontrat ve üç yılın sonunda %12’lik maaş artışı, emekli maaşlarında %14’lük artış ve şirketin her zaman yaygın bir şekilde kullandığı “zorunlu fazla mesailere” bazı sınırlamalar getirilmesi. Bununla eşdeğer önemdeki bir sonuç da, sendikal haklar konusunda elde edildi: sendika örgütçüleri, Verizon Wireless (Amerika’nın en büyük cep telefonu şirketi) çalışanlarıyla görüşme ve onları sendikaya üye yapabilme izni elde ettiler. Bu kazanım, ABD’de ve tüm gelişmiş ülkelerde işçi sınıfının giderek daha önemli bir kesiminin sendikalaşma olanağının önünü açacak önemli bir gelişmedir.
Sorun şu ki, işçi sınıfının örgütlenmesinin önünde her zaman belli engeller olmuştur: patronların baskısı, işçi hareketindeki durgunluk, sendikal bürokrasinin rolü. Küreselleşme karşıtı harekete katılan birçok grup, en azından İtalya’da, büyük sendika federasyonlarına karşı sekter bir tutum geliştirmişlerdir. Hoşlanalım ya da hoşlanmayalım, bu sendikalar işçi sınıfının çok büyük bir çoğunluğunu örgütlemektedir. Ücretli emeğin merkezi rolünü yadsıyarak bu tür engellerin üstesinden gelinebileceğine dair bir kanı var, örneğin şu anda kentsel alanların çatışmanın belirleyici alanları olduğu düşüncesi. (Bakınız “Şu anı anlamada bir tür yeni ana başlangıç noktası. Yalnızca toplumsal dinamikleri anlamak için bir anahtar olarak değil, aynı zamanda toplumsal köksüzleşmeyle gelen kimlik kaybına karşı olası bir yanıt olarak kentsel alanlar.” “Carta”, Mayıs 2000)
Bunları savunanlara şunu hatırlatmak isteriz; tarihsel deneyim çok açık göstermektedir ki, İtalya’da 1970’lerin başlarında olduğu gibi, ancak işçi hareketinin yükseliş anlarında, diğer katmanları içeren hareketler (barınma ve sağlık hakları, kadın hakları ve genel olarak sosyal haklar için), ileriye doğru sonuç alıcı adımlar atabilmiştir. Ve ne zaman işçi sınıfı mücadelesinde durgunluk yaşansa, bu kesimler de büyük başarısızlıklara uğramıştır. Bu durum, yoksul bölgeleri (“kentsel alanlar”) etkileyerek, buraların durumunun daha da kötüleşmesine yol açmıştır.
Peki, bir “yurttaşlar grevi”nde aktif rol oynayacakları varsayılan bu güçler nerededir? Hepimiz en azından kendi ülkelerimizde yurttaşız. OECD ve IMF toplantılarını organize eden kapitalistler ve bankerler de yurttaş. Ve bu ekonomik hükümdarların kararlarından etkilenen işçiler, işsizler ve emekliler de yurttaş. İlk gruptakilerin (kapitalistler ve bankerler) kendilerine karşı “greve” gidebileceğine mi inanacağız? Eğer hangi sosyal sınıfların hedeflendiğini açıklığa kavuşturmazsak, varılacak tek sonuç bireysel temelde bir katılım olacaktır. Bunu Cenova ve Bologna’da düzenlenen Mayıs ve Haziran 2000 gösterilerinde gördük. 5-10.000 kişilik gösteriler iyi birer başlangıç noktasıydılar, fakat toplumdaki güçler dengesini değiştirmek için ihtiyaç duyulan düzeye hiçbir şekilde yaklaşamadılar.
Bir de kuşkusuz göçmenler için yurttaşlık hakları konusu var. Ama İtalya’daki göçmenler kimler? Toplumsal olarak tanımlanamayan “dışlanmış” bir kast mı? İtalya’da beş göçmenden dördü ücretli işçidir. Demokratik hakları elde etme mücadelesi bundan dolayı açık sınıfsal çağrışımlara sahiptir ve muhakkak göçmenlerin yan yana çalıştıkları İtalyan işçi sınıfının mücadelesiyle birleştirilmelidir. Brescia’da geçen yaz başlayan yasal giriş izni sorunu etrafındaki hareket tesadüfi değildi. Brescia, İtalya’nın en sanayileşmiş bölgelerinden biridir. Yine bu göçmen işçilerin çoğunun, FIOM (metal işçileri sendikası) gibi geleneksel işçi örgütleri etrafında örgütlenmeye başlamaları da tesadüf değildi.
“Yeni çatışma alanları”
Değişimin öncüleri kimler olacak ve küreselleşme sürecinde çatışmalar nerelerde meydana gelecek? Tanınmış İtalyan sosyolog Marco Revelli, küreselleşmeyi ve bunun yeni gelişen hareketle ilişkisini tahlil edebilmek için büyük bir çaba harcamıştır. Revelli şöyle demektedir: “Öncelikle ‘fabrika-parti-devlet’ ekseninde özetlenen 20. yüzyıl modeline bir alternatif inşa etmeliyiz. Yerleri, alanları ve kapitalist modelle özdeşleşmemeyi örgütleyecek araçları saptamalıyız (...) Üçüncü sektörden söz edebiliriz, sosyal ekonomiden söz edebiliriz, iktidar karşıtlığından, kurtarılmış alanlardan söz edebiliriz.” (M. Revelli, P. Tripodi, Lo stato della globalizzazione, p.17, 1998)
Üçüncü sektör (sosyal, adil ve dayanışmacı kooperatifler) içinde kuşkusuz desteklenmesi gereken birtakım değerli deneyimler mevcuttur. Fakat, “kapitalizmin etindeki bir diken” olmak şöyle dursun, üçüncü sektörün gelişmesinin, sermayenin refah devletini parçalamakta kullandığı kaldıraçlardan birisi olduğunu ve genellikle bu kâr amacı gütmeyen kooperatiflerin arkasında, aslında bizzat kooperatif işçilerinin muazzam sömürüsüyle elde edilen büyük kârlar bulunduğunu kim göremez ki?
Üçüncü sektörün “bilinçli kolektif emeğin, yani post-Fordist ekonominin tüketip yok ettiği o kıt kaynağın, mal üretmek için değil de sosyal birliktelik üretmek üzere içinde yer alacağı bir alan” olabileceğini Revelli’den başka kim hayal edebilir? (Almanacco di Carta, July 2000)
20. yüzyılın başlarında İtalya ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde gelişen ve Revelli’nin bugünkü amaçlarıyla aynı amaçlara sahip olan kooperatif hareketinde de benzer bir deneyime tanık olduk. Legacoop (Kooperatifler Birliği) deneyiminde de görüldüğü gibi, kapitalist toplumda bu kooperatifler piyasa mekanizmalarına boyun eğmek zorunda kalarak diğerleri gibi birer şirket haline geldiler.
Bu “kurtarılmış alanlar” fikrini sosyal birliktelik ve kültür kavramlarına kadar genişletirsek, 1970’lerin sonundan itibaren yaşanan “sosyal merkezler” deneyimi önemli bir deneyimdir (“centri sociali”, işgal edilen ve alternatif sosyalleşme merkezleri olarak kullanılan ve daha sonra “otonom” olarak bilinen binalardı). Gerici güçlerin ve devlet güçlerinin saldırılarına karşı kendiliğinden örgütlenen bu tür alanların varlığını bizler de savunuruz. Bununla birlikte, 1990’lar boyunca İtalyan “sosyal merkezler”inde gelişen iki simetrik sürece dikkat çekmeliyiz. Bir yandan, bu merkezlerin sadece sanatsal-kültürel üretim yerleri ya da konser alanları haline gelmesiyle, politik mücadeleden tedrici bir uzaklaşmayı görmekteyiz. Öte yandan ise, kendisini bir gettoya hapseden ve tek referans noktası kendi politik ya da kültürel çevresi (otonom, anarşistler, punk, vs.) olan aşırı sol bir kesimin varlığını. Bu “sosyal merkezler”in çok azı bu süreçten kaçınabilmiştir.
Kapitalizm altında ekonomik ya da sosyal olarak “kurtarılmış alanlar”, “öz-yönetim” adacıkları inşa etme ve giderek daha önemli alanları ele geçirme stratejisi, egemen sınıfı sıkıntıya sokmayacak kadar düşük bir düzeyde seyretmedikçe işleyemez. Eğer egemen olan kapitalist üretim biçimini değiştirecek ve yerine sosyalist alternatifi koyacak bir devrimci altüstlük olmazsa, kapitalizm er ya da geç bunları kendi içerisine çeker ve yok eder.
Daha hayalci bir düşünce ise, “işçilerin toprağı ıslah etmek ve sınai faaliyetin yarattığı tahribatı ortadan kaldırmak için çalışabilecekleri öz-örgütlenme ve öz-yönetim merkezlerini işverenlerin finanse etmesi”dir. (M. Revelli, age, p. 27). Lucchini ve Agnelli’nin (İtalya’nın iki büyük kapitalisti) milyonlarca doları Mirafiori’yi (İtalya’daki en büyük FIAT fabrikası) ya da Cornigliano’yu (eski bir çelik fabrikası) ıslah etmek üzere işçilerin öz-yönetim faaliyetleri için harcayacağını hayal edebiliyor musunuz? “Ülkenin gelişmesi”ne yatırım yapmadıkları için patronları azarlayan DS ve CGIL liderlerinin iniltileriyle yukarıdaki fikirler arasında çok az fark vardır. Ücretli emekle sermaye arasındaki çelişkinin Marksist analizinden vaz geçmek, her türlü reformist düşünceye kapı açıyor.
Hareketin durumu
“Devrim yapmak isterdim;
Ama şimdilik
Hareket uğruna hareket yapıyorum”
(Assalti Frontali grubunun Conflitto albümünden)
Avrupa’da küreselleşme karşıtı harekete katılan toplumsal katmanlar, şimdiye kadar öğrencilerden, işsizlerden, geçici işçilerden ve özellikle Fransa’da Jose Bove’nin Paysanne Konfederasyonunda örgütlü orta sınıf kesimlerden oluşmuştur. Prag’da Çek nüfusun protestolara çok düşük katılımının yanı sıra, örgütlü işçi hareketinin yokluğu da dikkat çekiciydi.
Küreselleşme karşıtı hareket çok önemlidir, ancak henüz kitlesel bir hareket niteliği taşımamaktadır. Kitlesel bir hareket olabilmesinin tek yoluysa, her zaman söylediğimiz gibi, işçi sınıfını da içine almasından geçmektedir. Bu bakış açısından, mücadelenin talepleri ve yöntemleri çok büyük bir önem taşıyor.
Şimdiye kadar hareketin en baskın özellikleri, kendiliğindencilik ve “movimentismo” (yani hareket her şeydir) oldu. Seattle’dan Washington’a, Davos’tan Cenova’ya, ardından Bologna, Prag ve Nice’e. Ve tabii 2001’i, Porto Alegre’yle birlikte Cenova’daki G8 zirvesini de unutmayalım... Eylemcilerin dünyanın etrafında rahat rahat dolaşabilmeleri için çok fazla boş zamanlarının ve maddi gelirlerinin olması gerekli. Çok açık ki bu, sayısı gün geçtikçe azalan çok az sayıda insan için mümkün. Bu da karar sürecinde gerçek demokrasiyi sağlamayı oldukça zora sokuyor. Oylamalar nadiren bu hareketin toplantılarında yapılıyor, genellikle tüm delegasyon biçimleri reddediliyor ve kararlar fiziksel direnci daha fazla ve toplantılara katılımı daha sürekli olan eylemciler tarafından alınıyor.
Eylemciler kendilerine şöyle bir soru sorabilirlerdi: o eylemden bu eyleme gitmek ne kazandıracak? Herkes IMF ve G-8’in bu kadar kolay demokratikleştirilemeyeceğini biliyor.
Binlerce insanı sürekli seferberlik halinde tutamazsınız. Seferberlikler tarihte kural değil istisnadır. Kitleler genellikle sorunlarını çözmek için başka yollar seçer. Öncü, kitlelerin bilinç düzeyinin yükselme sürecini hızlandırmaya çalışır, fakat bir hareket “yaratarak” kitlelerin yerine kendini geçiremez. Hareket gerilemeye başladığı zaman, daha bilinçli olan grubun (daha modern fikirlere sahip olan katılımcı dostlarımızı sinirlendirmek pahasına, parti demeye cüret ediyoruz) görevi, kitleye bir perspektif sunmak ve mücadeleyi ortak amaçları belirleyen bir program dahilinde koordine etmektir.
Hareketin göze çarpan en büyük eksikliklerinden biri, nihai amaçla, daha iyi çalışma koşulları için mücadeleyi, ücretlerin korunmasını, öğrenim, sağlık ve barınma hakkını birbirine bağlayan bir dizi talebin bulunmayışıdır. Ancak kitlelerin günlük hayatta yaşadıkları somut çelişkilere hitap eden bir program, farklı bir dünya için mücadelenin gerekliliği bilincini, genelde büyük meselelerle ilgilenmeyen yığınlar içinde de yaygınlaştırıp genelleştirerek sonuç alabilir.
Böyle bir yaklaşımın yokluğunda, çoğunluğun da politik olarak etkin olmayışıyla birlikte, öfkeli bir azınlığın kendiliğindenciliği ağır basar ve bu kendiliğindencilik ünlü çokuluslu şirketlerin mülklerinin tahrip edilmesinde, polisle çatışmada vs. ifadesini bulur.
İşin kötüsü, bunları “doğrudan eylem”, “sembolik hedeflerin fethi” vs. olarak adlandırarak, bu eylemlere teorik destek verenlerin bulunmasıdır.
Prag olaylarının hemen ertesinde, İtalya, Finlandiya, Çek Cumhuriyeti, Yunanistan ve Madrid’de yayınlanan Tute Bianche Dokümanı, McDonald’s’ın tahrip edilmesini şöyle aktarıyordu: “doğrudan bir sivil itaatsizlik eylemi ve aşağıdan gelen yeni bir meşruiyet (...) Prag’da kesinlikle bu noktadan başlamak istiyoruz: sivil itaatsizlik ve doğrudan eylem kavram ve pratiğini genişletmek, bunları gelgeç özgürlük eylemleriyle sınırlamak değil, yeni bir kurucu meşruiyetin gerçek kitle eylemi.”
Bu eylemlere yönelik eleştirimiz, şiddet içermelerinden kaynaklanmıyor. Egemen sınıfın, savaşlar ve devlet baskısı aracılığıyla şiddeti gündelik olarak kullandığı, sadece İtalya’da her yıl binlerce işyeri ölümünün olduğu bir toplumda, “şiddet”in egemen sınıf ve sözcüleri tarafından kınanması ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.
Ancak bizim her zaman sormamız gereken soru şudur: Şiddeti kim kullanıyor? Ne amaçla kullanıyor? Bireysel eylemin ulaştığı somut sonuçlar nelerdir? Hareketi ileriye mi, yoksa geriye mi götürüyor? Eylemlere katılan kitlelerin ve etkilenmek istenilen yığınların bilinç düzeyinin yükseltilmesine yardımcı oluyor mu?
Bizim amacımız bir Mc Donald’s şubesini yok etmek değil, tüm çokuluslu zinciri kamulaştırmak ve işçilerin kontrolü altına almaktır. Önce Floransa ve Catania’da, ardından da bu yılın başında tüm ülkede başlayan Mc Donald’s işçilerinin greviyle, Mc Donald’s şirketi Prag’daki eylemlerden çok daha büyük bir zarar görmüştür. Aslında “doğrudan eylem” için harcanan çaba, oradaki ve şehrin başlıca işyerlerindeki işçileri DTÖ karşıtı gösterilere katılmaya ikna etmek için kullanılmalıydı... Prag’da gösteriyi örgütleyenlerin megafon anonsları anında birçok dile çevriliyordu, ancak bu diller arasında ne yazık ki Çekçe yoktu!
Çoğu esasen reklâm amacıyla yapılan (Kuzey Doğu İtalya sosyal merkezi sözcüsü Luca Casarini’nin de kabul ettiği gibi) ve bundan sonra her gösteride olacak gibi gözüken polisle “çatışma” sahnelerinin, hareketi dikkatle takip eden ve hatta sempati duyan işçilerin ve gençlerin bilinçlerini yükseltmeye hizmet edebileceğine inanmıyoruz. Olsa olsa olayları kenardan alkışlarlar ... peki ertesi gün dost işçi ve öğrencilere ne yapmalarını önerecekler? Patronları ya da öğretmenleriyle “çatışma”ya girmelerini mi?
Dolayısıyla bu gruplar tarafından organize edilen “eylemler”, aslında “gelgeç özgürlük eylemleri”nden başka bir şey değildir. Avrupa’nın dört bir yanından Prag’a gelen birkaç bin insan önemsiz değildi, ama kitlesel bir güç de değildi ve onların hükümetlere “yeni bir kurucu meşruiyet” dayattıklarını düşünmek çok zordur. IMF ve WTO toplantılarını engellemeye çalışmanın büyük bir sembolik değeri olabilir, ancak bunu kapitalist sistemin çalışmasını durdurmanın bir yolu olarak düşünmek çok tehlikeli bir yanılsama olurdu. Sonuçta her şey, her toplantıya bir öncekinden daha iyi hazırlanan polisle girişilen bir çatışmaya indirgeniyor. Bu arada “dünyanın patronları” kararlarını her şart ve koşulda almaya devam ediyorlar.
Üstelik, sembollerin ancak gerçek bir içeriği temsil ettikleri zaman bir değerleri olur. İtalya’da “sembollerin” önemini, İtalyan Komünist Partisinin (PCI) “orak-çekiç” ambleminde görmüştük. Bu amblem milyonlarca insan için neden o kadar önemliydi? PCI, (kitle mücadelelerinin esaslı katkısıyla) işçi sınıfı için büyük zaferler elde etmiş bir parti olarak görülüyordu. PCI ve sendika liderleri 1970’lerde bir kez karşı-reformlar ve tavizler yoluna girdiklerinde, bu sembol kitlelerin önemli bir bölümü için anlamını yitirdi ve Occhetto (İtalyan Komünist Partisinin o zamanki genel sekreteri) ve şürekası için ondan aşamalı olarak vazgeçmek görece kolay hale geldi. İşçi hareketinin geleneksel sembollerini ve yanı sıra yenilerini tekrar geri kazanmak, ezilen sınıfların yeni mücadelelerini ve özellikle de yeni zaferlerini gerektirecektir.
Piyasa reformu mu?
Esas nokta her halükârda programdır. Hareketin en radikal görünümlü örgütleri olan Tute Bianche ve Ya Basta’da bile bu konuda oldukça büyük bir kafa karışıklığı görüyoruz. Bir dokümanda şöyle denmekte: “Bizim için, bir toplum oluşturmak; yıkmak ve inşa etmek, imparatorluğun mekanizmalarını bloke etmek, isyankâr köleler ve köleleşmemiş asiler olmak demektir. İnşa etmek, çünkü biz gezegenin tüm farklılıklarının bir arada yaşayabileceği, katılımın ve sosyal adaletin barbarlığın panzehiri olduğu farklı bir dünya hayal ediyoruz.”
Yazıdaki söz sanatları bir yana, amaçlar bulanık kalmaktadır. “Farklı bir dünya” nelerden oluşmakta? “Sosyal adaleti” nasıl kazanabiliriz ve kölelikten nasıl kurtulabiliriz?
Küreselleşme karşıtı hareket, ne “için” mücadele edildiğini açıklayabilmenin ve kapitalist sistemin alternatifini ortaya koyabilmenin giderek daha da zorlaştığı bir “karşılar” hareketi haline dönüşmüştür.
Cenova alternatif zirvesinin sonuç metninde şunları okumaktayız: “IMF ve Dünya Bankasında radikal bir değişim istiyoruz, çünkü dünyada giderek artan yoksulluk ve eşitsizliğin kökeninde bu iki kurum bulunmaktadır (...). Konferans, IMF ve Dünya Bankasının açık ve demokratik bir hale gelmesi çağrısında bulunur (...). Bu kuruluşların gelecekteki varlığı, yapısı ve politikaları, demokratik bir süreçte kararlaştırılmalıdır. Dünya Bankasının planları ve IMF’nin politikaları insan haklarına saygılı ve teşvik edici olmalıdır (...).”
Bu formüller, uhrevi yanılsamalardan başka bir şey değildir. IMF ve Dünya Bankasının insan haklarına saygılı olacağına kim nasıl inanabilir? Saygı gösterecekleri tek “hak”, kendi kurucularının hakları, yani kâr mantığı olacaktır. Uluslararası Para Fonunun başkanı çeşitli uluslar tarafından demokratik yollarla seçilse bile, uygulayacağı politika, kapitalizmin sınırları için kalacak ve büyük ekonomik devlerin politikası olacaktır. Sorun, bu kurumlarda değişimi, hatta radikal değişimi savunmak değildir; muazzam bir öneme sahip olsa bile, kapatılmaları dahi problemi çözmeyecektir. Bu talepler kapitalizme karşı mücadeleyle ilişkilendirilmeli ve var olan sistem içinde karar sürecinin “demokratikleştirilmesi”yle sınırlandırılmamalıdır. Reformist partilerin liderleri sık sık “politikayı ekonominin önüne geçirmekten” bahsediyorlar, ama politika tarafsız değildir, şu ya da bu sınıfın çıkarlarını savunur. Son birkaç yıldır Avrupa’nın büyük bir kısmında, sol ya da merkez-sol hükümetlerin serbest piyasayı sorgulamaktan kaçtıklarını ve sonuç olarak neoliberal politikalar sayesinde esas olarak kapitalist sınıfın çıkarlarını yerine getirdiklerini gördük.
Neoliberalizm panzehir gerektiren yeni bir kapitalist zehir olarak gösterilmektedir. Aslında serbest ticaret politikasının yeni bir yanı yoktur, İngiltere bunu 19. yüzyılın ikinci yarısında dünya pazarına hakimiyetini dayatmak için uygulamıştı. Burjuvazi, kârını maksimize etmek için hangisini daha yararlı gördüğüne bağlı olarak, serbest ticaret ve korumacılık, devletçilik ve bırakınız yapsınlar politikaları arasında sık sık seçim yapar. Seçimlerini, diğer sosyal sınıfların, özellikle de işçi sınıfının basıncı da etkiler, fakat reformların bahşedildiği (1960-1970’lerin Avrupa’sında olduğu gibi) yerlerde, devrimci bir hareketin önüne geçmeyi amaçlarlar. Neoliberalizm de tıpkı Keynesçilik gibi kapitalist sömürünün sadece bir yüzünü yansıtır. Her iki politika da insanlığın sorunlarına çözüm getirmez.
“Hareketimiz ve örgütlerimiz, demokratik kontrol altındaki uluslararası dürüst bir ticaret sistemi için çalışmayı taahhüt eder” (Cenova alternatif zirvesi sonuç metninden).
Birçok insan, alternatif bir üretim ve değişim zinciri inşa ederek neoliberalizmle savaşılabileceği fikrini destekliyor. Çokulusluların gücünü zayıflatmak için, güney yarıküredeki küçük üreticilerin (hatta organik ürünler üretiyorlarsa daha da iyi), kuzey yarıküredeki bir “eleştirel tüketici” hareketi tarafından desteklenmesi gerektiğine inanılıyor. Kapitalist sistemi, zincirin son halkası olan tüketimden başlayarak değiştirmeye çalışmak ne yazık ki imkânsızdır. “Adil dayanışmacı ticaret”, büyük ölçekli üretim ve modern dağıtım sistemiyle en azından pazar ekonomisi içinde rekabet edemez. Bu fikre göre, tüketici rolüne indirgenen nüfusun satın alma tercihlerini değiştirmek yeterli olurdu.
Çokuluslu gıda ve tarım ürünleri şirketlerinin ve büyük ticari zincirlerin hakimiyeti, fiyatları kırma ve piyasanın tüm sektörlerini (toprak sahipliği, tohum ve hayvan yemi üretimi, hayvan kesimi, muhafaza, bilimsel araştırma vs.) kontrol edebilme güçlerine dayanmaktadır. Küçük ölçekli üretim ve ticarete dönerek bu devlerin zora sokulabileceğine gerçekten nasıl inanılabilir? Aynı zamanda, büyük sermayenin, sağlık, işçi ve üretici haklarına saygı, çevrenin korunması vs. gibi konulardan nasıl kolayca para kazandığı da herkes için zaten çok açıktır. Çocukça bir şekilde, piyasaya aykırı hatta çelişik üretim ya da ticaret biçimleri olarak tanımlanan şeyleri, gerçekte patronlar fethedilmesi gereken yeni piyasa sektörleri olarak görüyorlar. Süpermarket rafları “adil, dayanışmacı, organik” ürünlerle dolu; çokuluslu Ikea, Nike, Apple ve diğerleri kendilerine piyasada bir rekabet silahı olarak “alternatif” bir imaj vermeye çalışıyorlar (Ikea: “demokratik dizayn”; “Apple: farklı düşün” vs.) ve bunda da başarısız değiller. Başarılarının sırrı şüphesiz “kurnazlık”larında değil, fiyatlarında ve büyük dağıtım sistemlerinde yatıyor; bu sayede rekabette tüm alternatif “zincirleri” yenebiliyor ya da en azından bunları piyasanın önemsiz yerlerine itebiliyorlar.
Sonunda tüm bunlar, tüketicilerin vicdanına “temiz” olanı alması yönünde seslenmek anlamına geliyor. Ama böyle bir çağrı ancak zengin tüketicilerin daha çok harcama yapmalarına yarayabilir, kıt kanaat geçinen düşük kazançlı işçi ailelerine indikçeyse etkisini giderek yitirir. Başka bir deyişle, bu çağrı, kapitalizmin sağlık ve çevre üzerindeki zarar ve tahribatına daha çok maruz kalan işçi ve tüketiciler arasında daha az etkili olacaktır. Sonunda eski duygusal lakırdıya geri dönüyoruz, dünyayı değiştirmek için önce insanların düşünce yapısını değiştirmeli, bencillikle savaşmalı, bireysel vicdanları uyandırmalıyız. Bu “ilerici” aydınlar için inandırıcı olabilir ama süpermarkete esasen vicdan rahatlatmak için gitmeyen insanlar için çok daha az inandırıcı olacaktır; onlar da kaliteli ürünlere (organik ürünler) daha çok para vermekten mutlu olurlardı, fakat bunu yapmaya güçleri yetmez. İmkânsızlığını bir yana bıraksak bile söylemek gerekir ki, alternatif ticaret sektörü ekonomide gerçekten bir öncü haline gelse ve büyük çokuluslu şirketlerle rekabet edebilecek düzeye erişse dahi, kaçınılmaz olarak genelde piyasayı düzenleyen aynı temel mantığa göre gelişirdi ve büyük şirketlerin, belki de konsorsiyumların oluşumuyla yüz yüze gelinirdi. Bir yandan küçük üreticilerin işgüçleri proleterleşirken, beri yandan da yeni bir tarım ve ticaret burjuvazisi kesimi oluşurdu.
Bu yüzden esas sorun, düşmanlarımızla nasıl savaşmamız gerektiği ve hangi güçlerin onlara gerçekten meydan okuyabileceğidir. Nike’ın “etik” futbol gibi “hayırsever” kampanyalar düzenlemesinde hiçbir güçlük yoktur. Nike için Endonezya gibi bir ülkedeki devrimci gelişmelerle başa çıkmak çok daha zor olurdu. Nike, ayakkabılarının çoğunu Endonezya’da üretiyor. Nike’ın kaderini belirleyen işçiler, diktatör Suharto rejimine karşı ayaklandılar ve mücadele etme ve kendi geleceklerini değiştirme gücüne sahip olduklarını görmeye başladılar.
Devrimci bir program için
Bu tür metinlerin büyük çoğunluğunda, sınıf savaşı sorunu yer almıyor. Hareketin teorisyenleri, 1990’lardaki işçi hareketi mücadelelerine ve Stalinizme ilişkin tümüyle yanlış sonuçlar çıkarmışlar.
Bu “teorisyenlere” göre, Batının işçi sınıfı bugüne kadar iktidarı fethetmediği için, bazı yüce ilâhi yasalar nedeniyle bir daha asla ele geçiremeyecektir. Nasıl Rus devrimi, yerini korkunç bir bürokratik egemen kasta bırakarak yozlaştıysa, ezilen sınıfların iktidarı alma doğrultusundaki herhangi bir girişimi de kaçınılmaz olarak çok acımasız bir otoriter rejime dönüşecektir.
İtalya ya da Fransa’daki işçi sınıfının yenilgilerinin nedenlerine ya da reformist veya Stalinist örgütlerin (çoğu kez bu aydınların bütünsel bir parçası oldukları) oynadıkları engelleyici ve frenleyici role ilişkin hiçbir ciddi tahlil yapılmamaktadır. Stalinizmin çöküşüne ya da Doğu ülkelerindeki (bunların çoğu Moskova, Pekin veya Belgrad’ın ateşli destekleyicileriydi) kapitalist restorasyonun nedenlerine dair en ufak bir açıklamada bulunulmamaktadır.
Bu yüzden, 19. ve 20. yüzyıl işçi hareketi düşüncesinin tümü ya da çoğu, özellikle de esas olarak Lenin ve Troçki tarafından (ama elbette Marx ve Engels tarafından da) geliştirilmiş olan işçi sınıfı hegemonyasının fethine ve iktidarın alınmasına ilişkin hususlar güverteden aşağı atılmaktadır.
Biz Marksistlere yöneltilen itham, aslında bu “eleştirel düşünce” yorumcularına uygulanmalıdır. Bunların, 1920’lerin başlarına kadar olan Bolşevizm deneyimini, Lenin’in emperyalizm ve devlet analizini, Troçki’nin faşizm, devrimci taktikler ve stratejiye ilişkin analizini ve yozlaşmış işçi devleti teorisini reddedişleri, apaçık bir “dogmatizm”dir. Gördüğümüz gibi, devrimci fikirlere yönelik bu kapalılık ve sağırlık, onların, radikal söylem ve yöntemle süslense bile, reformizmin düşüncelerini benimsemelerine yol açıyor.
Üzücü olan şey, bu fikirlerin partimiz PRC ve Genç Komünistler içinde de artan bir yankı bulmasıdır. Hatta işi, sözde “alternatif sol”un unsurlarına tam bir “bulaşma”yla (diğer bir deyişle boyun eğme) partiyi pratikte bu hareket içinde eritmemiz gerektiğini söylemeye kadar vardıran bir kesim mevcuttur. Bu önerilerin nedenini, bağışıklık sistemi olmayan bir vücut gibi ilk maruz kalışta hastalığa yakalanan PRC’nin bağımsız bir teorik irdelemeden tümüyle yoksun olmasında bulmak mümkündür.
“Günümüzün sorunu, sermayeden kopmakla, öznellikleri kapitalist süreçlerin dışında ve karşısında inşa etmekle ilişkilidir (...). Bugün sorun, sermayeden uzaklaşmayı, yaşamsal kaynakların kapitalist, merkantil üretim ilişkilerinden karşıt biçimlere aktarılmasını başarma sorunudur (...). Bizler artık kapitalizmin kendi içinden, üretim ilişkileri ağını giderek artan bir iç baskı yoluyla yırtıp parçalayacak şekilde büyüyen sınıfı yarattığı hidrolik devrim fikriyle ilgilenmiyoruz. Bizim istediğimiz, kendi dünyamızın, farklı bir toplumsal biraraya gelişin öznel üretimi için gösterilecek kültürel çaba yoluyla, sermayenin dışında ve ona karşı inşa edilmesidir.” (M. Revelli, op. cit., p 33).
Kapitalist küreselleşmeye karşı mücadele bu sistemin dışında bir yerlerde verilemez. Değiştirilmesi gereken dünya, üzerinde yaşadığımız dünyadır ve bizler yeni bir dünya kurmak için başka bir gezegene göç edemeyiz. Kapitalist sınıf bir darbe yemeksizin, “yaşamsal” kaynakların, “çelişik biçimler”e veya “farklı bir sosyal gerçeklik”e dönüşmesine izin vermez.
Büyük çokulusluları ve büyük finans gruplarını kamulaştırmadan, ekonominin kontrolünü burjuvazinin elinden bizim elimize, işçi sınıfının eline almadan, başka bir dünya mümkün değildir. Ancak üretimin demokratik planlaması bizzat işçi sınıfı tarafından yapılırsa, pazar ve kâr mantığı ortadan kaldırılırsa, baskıya, sömürüye, çevrenin tahribatına, açlığa ve güney yarıküredeki az gelişmişliğe son verilebilir. Bu da bizim sosyalizm mücadelesi dediğimiz şeyin ta kendisidir. Bu amaca ulaşmak içinse bir devrim gerekmektedir.
Devrim nedir? Geçenlerde PRC lideri yoldaş Bertinotti ile bir röportaj yapıldı. İşte oradan kısa bir alıntı: “Devrim bir ayaklanma değildir ve sadece devlet iktidarının ele geçirilmesi olarak düşünülemez. Ayrıca tek bir ülkede gerçekleştirilemez. Tekrar dünya çapında, uzun vadeli bir süreç olarak devrim fikrine geri dönmeliyiz” (Corriere della Sera’yla röportaj, aktaran Liberazione, 21.01.2000).
Kapitalizmin işleyişi grift bir şekilde uluslararasılaştığı ve sosyalizm bunun yerini almak zorunda olduğu için, devrimin dünya çapında olması gerektiği konusunda biz de Bertinotti ile aynı fikirdeyiz. Fakat bunun bir süreç, hatta uzun vadeli bir süreç olduğu fikri ancak kısmen doğrudur. Bu kesinlikle aşamalı bir süreç değil, çok keskin yükselişlere ve ani değişimlere maruz kalan bir süreçtir. Özellikle kapitalizm içinde gerçekleşen ve onun çelişkilerinden kaynaklanan (üzgünüz ama bu konuda Revelli’yle anlaşamıyoruz) moleküler güçlerin bu birikim süreci boyunca, niceliğin niteliğe dönüşümüyle bir kırılma meydana gelir. Bir ayaklanma, bir isyan; burada devlet iktidarının ele geçirilmesi sorunu belirleyici bir önem taşır.
Devrimin sonucu, yığınların iktidarı egemen sınıfın elinden alıp alamamasına bağlıdır tam da. 1997’de Arnavutluk’ta gerçekleşen ayaklanmanın ya da geçtiğimiz Ocak ayında Ekvator’da gerçekleşen ayaklanmanın yenilgisinin nedenleri kesinlikle burada yatmaktadır.
Bununla birlikte, devlet iktidarının ele geçirilmesi, ezilen sınıflar açısından yeterli değildir. Bu zaten Marx için daha 19. yüzyılda çok açıktı:
“İşçi sınıfı basitçe hazır devlet makinesini ele geçirip onu kendi amaçları için kullanamaz.” (Marx, Fransa’da İç Savaş)
Ve yine, Paris Komünü’nden sonra, 1871’de:
“Fransız devriminin bir sonraki adımı, şimdiye kadar olduğu gibi askeri ve bürokratik makineyi bir elden diğerine geçirmek değil, onu paramparça etmek olacaktır.” (Marx, Kugelmann’a Mektuplar)
Bundan dolayı sosyalist devrim, iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi ve burjuva devletin yıkılarak yerine bambaşka bir şeyin, yani bir işçi demokrasisinin kurulması anlamına gelir.
Bir komünist partinin görevi, harekete müdahale etmek, hareketin içinde öncü olarak yer almak ve tarihin belli anlarında göğü fethetmeye karar veren milyonlarca sömürülen insanı koordine etmektir. Yukarıda da açıklandığı gibi, devrimci fırsatların kaçırılmasının başlıca nedeni devrimci bir partinin eksikliğidir.
Bunun çok zor ve güç bir girişim olduğu gerçeğini saklamıyoruz. Bununla birlikte, kapitalist sisteme karşı isyan eden on binlerce insanın katıldığı küreselleşme karşıtı hareket, yaklaşmakta olan yığınsal mücadelelerin habercisidir. Gençlik kesimlerinin radikalleşmesi, Rus Devriminde ya da 1968’de Fransa ve kısmen İtalya’da olduğu gibi, çoğu kez gerçek devrimci patlamaların habercisi olmuştur.
Marksist bir programı savunmak isteyenler, bu düelloyu kabul etmek ve hareket içinde, fakat daha da ötesi genel olarak PRC içinde, sendikalar içinde ve günlük hayatta böyle bir alternatifi inşa etmek zorundadırlar.
[Bu yazının İngilizce orijinali www.marxist.com adresinde yer almaktadır.]
link: Roberto Sarti, Seattle’dan Nice’e Küreselleşme Karşıtı Hareketin Bilançosu, Ocak 2001, https://marksist.net/node/244
Mayıs 68: Fransa'nın Devrim Ayı
“Yeni Dünya Düzeni” ya da Yeni Emperyalist Paylaşım