35 ilerici aydın ve sanatçının Sivas’ta alevler içinde can vermesinin üzerinden 17 yıl geçti. Bu katliamın gerçekleştiği 2 Temmuz 1993’te, iktidarda DYP-SHP koalisyonu bulunuyordu. Ama tıpkı 1978’de iktidarda bulunan CHP lideri Bülent Ecevit’in Maraş ve Çorum katliamlarına açıkça göz yumması ve gerçek sorumlularını açığa çıkartmak için ciddi bir girişimde bulunmaması örneğindeki gibi, Erdal İnönü’nün lideri olduğu SHP de Sivas katliamını korkakça bir sessizlikle geçiştirmiştir. Katliamı gerçekleştiren ırkçı, faşist ve dinci gericilerin birer taşeron olduğu, gerçek sorumlu ve planlayıcısının sermaye devleti ve onun karanlık örgütleri olduğu aşikârdır. Bu nedenledir ki soruşturmalar derinleştirilmemiş, “tetikçi” sanıkların yargılanma süreci bizzat yargı organlarınca defalarca sekteye uğratılmıştır. Yine Kemalist SHP’nin ve CHP’nin olayın üzerine ciddi biçimde gitmekten çekinmesi de aynı gerçekten kaynaklanır; aman Kemalist devletimize zeval gelmesin!
Tarih boyunca ezilenlerin hareketini katliamlarla ilelebet ortadan kaldırmak hiçbir zaman mümkün olmamış, katliamlar eninde sonunda ters tepmiştir. Nitekim Alevi hareketi Sivas katliamının ardından daha da gelişip güçlenmiştir. Bugünse bu hareket hem Kemalistlerin hem de AKP’nin kıskacı altındadır. Yürüttüğü bir dizi Çalıştayla bir nevi devletlû Alevilik yaratmaya çabalayan AKP hükümetinin girişimleri şimdilik başarıya ulaşamadı. Onun bu çabasını şu şekilde değerlendirmiştik: “AKP hükümeti, bu çürümüş burjuva rejimin çirkin yüzünü makyajla kapatmayı, sorunları çözermiş gibi yaparak sorunu yaşayan toplum kesimlerini kendi içerisinde ayrıştırmayı, bu kesimlerin mümkün olan en geniş kısımlarını bu aldatmacayla kendi yanına çekmeyi ve geri kalanlarını da marjinal sıfatıyla yaftalamayı hedeflemektedir. … Ama AKP’nin adımlarının basit bir oy avcılığından ibaret olduğunu ileri sürmek de pek doğru değildir, çünkü sorun bunun çok daha ötesindedir. AKP, bir yandan diğer burjuva kesimle girdiği iktidar mücadelesinde kendi siyasal konumunu pekiştirme ve toplumsal destek tabanını genişletmeyi arzularken bir yandan da emperyalistleşmiş Türk sermayesinin genel çıkarlarına daha iyi hizmet etmeyi hedeflemektedir. Nitekim AKP hükümeti emperyalist dünya hiyerarşisinde daha üst basamaklara tırmanabilmek için, ülke içindeki sorunları en azından hafifletmesi gerektiğinin farkındadır.”[1] Bu kaygılarla hareket eden bir burjuva hükümetin Alevi kitlelerinin taleplerini karşılaması mümkün değildi ve bu durum hızla ortaya çıkmıştır. Alevi emekçiler, AKP’nin çevirdiği dolaplara kolayca kanmayacaklarını göstermişlerdir.
Kemalistlere gelince. Onlar da Alevi emekçileri kendi gerici planları için suistimal etmekten hiçbir zaman geri durmadılar ve bugünlerde bu çabalarını daha da yoğunlaştırmış durumdalar. Diğer yandan sosyalist hareketin bir bölümü de eleştiri oklarını neredeyse tümüyle AKP’nin üzerine yöneltirken, Kemalistlerin melun planları karşısında hiç de benzer bir uyanıklık ve teşhir çabasını gerekli görmüyor. AKP’yi her fırsatta “dinci gerici” şeklinde yaftalayan bu küçük-burjuva sosyalizmi, Kemalizmin de burjuva gericiliğinin bir başka versiyonu olduğunu bir türlü kabullenmek istemiyor.
CHP’nin taze lideri ve Aleviler
Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geçmesinin Aleviler açısından da “önemli bir dönüşüm” olduğunu ileri sürenler hayli fazla. Yalan söylüyorlar. Çünkü, sözkonusu olan ister köklü bir parti olsun isterse de bir devlet, tek başına liderlerin değişimiyle köklü değişimler gerçekleşmez. Kaldı ki Kılıçdaroğlu gibi çapsız ve silik bir “lider”e yönelik bu tür beklentiler abesle iştigaldir. İpleri fosilleşmiş Kemalistlerin elinde olan Kılıçdaroğlu’na dönük beklentilerin hüsranla sonuçlanacağı apaçıktır.
Çıkmamış candan ümit kesilmez misali, statükocular hummalı bir kampanyayla Kılıçdaroğlu’na sarılmış durumdalar. Partinin başına paraşütle Kılıçdaroğlu’nun geçmesi, apoletli medya ve statükocu burjuvazi için bulunmaz bir fırsat yarattı. Kılıçdaroğlu, halkın çocuğuydu, dürüsttü, yoksul dostuydu, yolsuzluk düşmanıydı, ama daha da önemlisi Aleviydi! Onun üzerinden büyük oy deposu olan Alevileri bir kez daha kandırmak hiç de zor olmayacaktı.
Tam da böyle bir ortamda, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ilgili olarak eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay’ın evinin aranması, statükocular için yeni bir fırsat oldu. Statükocu cenah, Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in, 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’in ve Seyfi Oktay’ın Aleviliğine işaret ederek, bu operasyonlarda tutuklanan subayların da Alevi olduklarına dikkatleri odaklaştırmaya çabaladı. AKP’nin arka çıktığı bu operasyon ve davaların hedefinin Aleviler olduğu demagojisiyle, Alevilerin bir kez daha kendilerini saldırı altında hissetmesi sağlanmaya çalışılıyor. Kendilerini yoketmeye dönük her saldırı karşısında savunma konumuna geçerek Kemalizmin arkasına sığınma ve statükoyu destekleme refleksinin Alevilerin en büyük zaafı olduğunu gayet iyi biliyor statükocular. İşin aslına bakılırsa, sayıları çok fazla olmasa da, başta ordu ve yargı kurumları olmak üzere devlet aygıtı içerisindeki Alevi bürokratların, statükocu-darbeci kesimin gözbebeği haline gelmesinde şaşırtıcı bir taraf yoktur. Keza yıllardır Kemalist rejimin teminatı olarak görülen ve gösterilen Alevilerin “dinci gericilik” karşısında bir panzehir olarak “değerlendirildiği” bilinen bir gerçektir.
Öte yandan başta Vakit gazetesi gibi dinci kesimlerin bu gerçeği çarpıtan ve abartan açıklamaları statükocuların işini epey kolaylaştırıyor. Bu çevrelerin, Alevilerin devlet ve Ergenekon içerisinde belirgin biçimde kadrolaştığını ileri süren ve aslında Alevilere karşı yerleşik önyargılara seslenen iddiaları tümüyle gerici mahiyettedir.
Aleviler ve devlet
Alevilerin devlet aygıtı içerisinde bürokratik görevler üstlenmeye başlaması, 90’lı yıllarla birlikte mümkün olmuştur. O yıllara değin, Alevilerin kimliklerini gizlemeksizin bürokratik devlet aygıtı içerisinde kilit birtakım pozisyonları işgal etmeleri mümkün değildi. Bu tür görevleri yürüten Aleviler ise bunu ancak kimliklerini gizledikleri ölçüde sürdürebiliyorlardı, o da çok küçük bir azınlık olarak. Ne var ki, bu durum bile yıllarca Aleviler tarafından bir kazanım olarak görülebilmiştir. Zira TC’den önce Alevi olarak yaşamak çok daha büyük bir ıstıraptı.
Osmanlı döneminde Aleviler her zaman açık devlet baskısı ve zülmü altında ve katliam tehdidiyle yaşadılar. Osmanlı’nın tebasını oluşturan Hıristiyan topluluklara uyguladığı baskı ve dışlama politikası bile, yine İslamın bir parçası olarak görmedikleri Alevilere karşı uyguladığı politikalardan daha hafif idi. Kimliklerini dışa vurmayan Alevilere dahi siyasal alan tam olarak kapatılmış, en küçük devlet memurluklarından bile dışlanmışlardı. Osmanlı’nın son döneminde İttihat Terakki Alevileri keşfeder. O güne dek “kızılbaş” kavramıyla anılanlara Alevi kavramını yakıştıran, bu kavramı ilk olarak ortaya atan da İttihat Terakki’dir.
Anadolu’da “İslamlaşma, Türkleşme ve muasırlaşma” politikasının mimarı olan İttihat Terakki, bu amacına ulaşmak üzere, hangi toplulukların yokedileceğinin hangi topluluklarınsa nasıl asimile edileceğinin anlaşılması için bir dizi insana etnik-sosyolojik incelemelerde bulunma görevi verir. İslamlaşma hedefinin iki ayağı vardır. Birincisi, Rumlara, Ermenilere, Süryanilere dönük baskı ve kırımlarla Anadolu’nun gayrimüslimlerden tümüyle arındırılması. Bu hedefe büyük oranda ulaşılır. İkincisi, Alevilerin İslama dahil edilmesi yani Sünnileştirilmesi. Aleviliğin “öz be öz Türk Müslümanlığı”olduğu düşüncesi ortaya atılır ve bu şekilde Alevilerin “İslamlaştırılarak” gerek gayrimüslümlere karşı gerekse de gerektiğinde Kürtlere karşı kullanılmasının yolları aranır, bu dönemde özellikle Bektaşilerle yakın ilişkiler kurulur. Ne var ki, o tarihlerde Anadolu nüfusunun dörtte birini oluşturan Alevilere ilişkin bu hedefe tam olarak ulaşılamaz. Benzer şekilde Türkleştirme politikasıyla Kürtlere dair girişimler de başarısızlıkla sonuçlanır.
Ancak bu politikadan vazgeçilmez. Dünya Savaşı sonrası kurulacak Kemalist rejimin izlediği politika da özünde aynı politikadır.
Kemalist rejimin teminatı mı?
Bugün Alevilerin önemli bir çoğunluğunun Kemalist ideolojinin etkisi altında olduğu doğruysa da, bu her dönem böyle olmamıştır. “Milli Mücadele” döneminde ilk örgütlenme çalışmalarına Anadolu’nun doğusunda girişen Mustafa Kemal, sırtını yörenin gerçekliğine dayamaksızın tek bir adım bile atamayacağını görmüş ve bu doğrultuda bölgedeki Alevi ve Kürt aşiretlerini yanına çekebilmek için türlü vaatlerde bulunmaktan çekinmemiştir. Tüm iktidar gücünü kendi tekeline alıncaya kadar gerek etnik gerekse de dini grup ve azınlıklarla her türlü uzlaşmayı mubah sayan Kemalist önderlik, kendini güçlü hissettiği andan itibaren verdiği tüm sözlerden geri dönmüş, vaatlerini bir tarafa atmış, yaptığı gizli ya da açık anlaşmalardan caymıştır. Kemalist önderliğin kendilerine de özgürlük getireceği inancındaki bu grupların her biri tam bir hayal kırıklığına uğramış ve çok geçmeden katliamlarla karşı karşıya kalmışlardır. Aleviler de bu gruplardan biridir aslında.
“Milli Mücadele” döneminde özellikle Bektaşiler ve Kürt olmayan Aleviler, Kemalist önderliğe tam destek vermişlerdi. Onun gerçekleştireceği reformlarla, Osmanlı zamanında çektikleri acılardan kurtulacakları umudundaydılar. Onlarda bu umudu doğurmak üzere Kemalist önderlik her türlü politik manevrada bulunmuştu kuşkusuz. Erzurum ve Sivas kongrelerinde Aleviler ve Kürtlerle kurduğu yakın temaslardan sonra Ankara yoluna düşen M. Kemal, önce Hacı Bektaş Dergâhına uğrar ve dergâhın postnişini Cemalettin Çelebi tarafından ağırlanır. Aralarındaki “muhabbet”, “Pir Evi Protokolü” diye anılan bir anlaşmayla somutlanır. M. Kemal’in saltanat ve hilafeti eleştiren, halk egemenliği ve eşit yurttaşlıktan bahseden konuşmaları Alevi dedeler tarafından içtenlikle karşılanır. “Pir Hacı Bektaş don değiştirip geldi” fısıltıları ilerleyen günlerde Mustafa Kemal’in de Alevi ve hatta mehdi olduğu söylentilerine dönüşür!
Benzer bir anlaşma Dersim aşiretlerinin lideri Seyit Rıza ile de yapılmıştır. Bu anlaşmaların özü, yeni kurulacak devletin cumhuriyet olması ve Alevilerin kendi örf ve adetlerine göre özgürce yaşaması, kendi görevlilerini kendilerinin seçmesi ilkelerine dayanmaktaydı. Bu anlaşmalar doğrultusunda, Cemalettin Çelebi Birinci Meclis’in Başkan Vekili yapılmış, bazı kilit mevkilere Aleviler getirilmiş, Meclis’te Alevi kimliğiyle yer alan vekillerin sayısı kimi kaynaklara göre 27’yi bulmuştu. Yıllarca Osmanlı zulmü altında inleyen ve sıradan bir devlet memuru bile olamayan Aleviler için tüm bunlar muazzam bir jest anlamına geliyordu.
Aleviler ile Kemalist önderlik arasındaki bu işbirliği, Alevi-Kürt Koçgiri aşiretleri federasyonunun başını çektiği Koçgiri ayaklanmasıyla bir ölçüde zedelense de, Koçgiri ayaklanmasının temelinde Aleviliğin değil Kürt kimliğinin yatması, bu hoşnutsuzluğun büyümesini engellemiştir.[2] Alevi Türklerin Kemalist rejimle ilişkilerinin soğumasının temelinde yatan faktör, 1925’te tekkelerin, zaviyelerin ve dergâhların kapatılması, Alevi-Bektaşi ileri gelenlerinin kullandığı sıfatların yasaklanmasıdır. Kemalist rejim, geleneksel İslamı karşısına almıştı almasına ama onun yerine gerçekten laik bir düzeni de getirmiş değildi. Kemalizm, Anadolu Sünniliğini Arap etkilerinden ve geleneksel uygulamalarından arındırarak, modernize edip Türkleştirilmiş bir din haline getirmiş, devletin mutlak denetimi altına sokmuştur. Bu haliyle devletlû Sünnilik TC rejiminin temel taşlarından birini oluşturmuştur. Yeni kurulan TC devletinin, Sünniliği devletin resmi dini olarak tanımasına rağmen bizzat devlet kurumları aracılığıyla Sünniliğin dizginlerini kendi eline alması, Alevi kitleler arasında ikircikli bir tutuma yol açmıştır. Bir taraftan, Sünniliğin dizginlenmesi Aleviler üzerindeki baskıların da hafifleyerek onlara yaşam hakkının tanınması anlamına geliyordu, ki bu durum rejime ve daha da önemlisi rejimin liderine karşı bir sempati doğuruyordu. Diğer taraftan, Alevilerin temel taleplerinin hiçbirinin karşılanmaması, rejime karşı Alevi kitleler arasındaki hoşnutsuzluğu sürekli besleyip büyütüyordu. Türk egemen sınıfı, bu ikircikli ruh halini (hoşnutsuz statükoculuk), zaman zaman gerçekleştirdiği Alevi katliamlarıyla sürekli diri tutmayı, Alevi kitleleri ölümü göstererek sıtmaya razı etmeyi başarmıştır.
1937’de Dersim isyanıyla birlikte Kürt ve Alevi kimliği bir kez daha gündeme oturmuş ve bu isyanın da büyük bir katliamla bastırılması, Alevi kitleler arasında bu kez daha büyük bir tepkiyi doğurmuştur. Hiç kuşku yok ki, bunda, Koçgiri isyanından farklı olarak Dersim isyanında Alevi kimliğinin Kürt-Zaza kimliğinin yanı sıra önemli bir yer işgal ediyor oluşu rol oynamıştır.
Diğer taraftan, artan baskılara, hoşnutsuzluğa ve hayal kırıklıklarına rağmen, gerek TC’nin kuruluş döneminde üretilen Mustafa Kemal’in Alevi olduğu vb. söylentilerin halen güçlü bir etkiye sahip olmasından gerekse de baskılara rağmen TC rejimi altında Alevilerin bir parça da olsa yaşam şansı bulmuş ve kâğıt üzerinde kalsa bile “eşit yurttaş” statüsüne kavuşmuş olmalarından kaynaklı olarak, özellikle Kürt olmayan Alevi kitleler arasında Mustafa Kemal imgesi bir ikon olarak varlığını sürdürmüştür. Aleviler bu dönemde rejimden duydukları hoşnutsuzluğu M. Kemal’i muaf tutarak, CHP’ye tepki biçiminde dışa vurmuşlardır.
Keza tek parti diktatörlüğüne karşı gelişen hoşnutsuzluk sonucunda, Alevi kitleler, 1946 yılında yapılan ilk “serbest” seçimlerde Demokrat Partiye (DP) oy vermişlerdi. 1950 seçimlerinde bu destek bir nebze azalsa da, Alevi kitleler bir kez daha Demokrat Partiyi tercih etmişlerdi. Dersim, Amasya, Tokat, Erzincan, Sivas, Çorum, Yozgat ve Maraş gibi Alevi nüfusun yoğun olduğu illerde seçimi DP kazanmıştı. Ama DP iktidarının uyguladığı kimi politikaların toplumda yarattığı hoşnutsuzluğun yanı sıra, DP’nin giderek muhafazakâr eğilimler göstermesi ve Sünni grup ve tarikatlarla yakınlaşmasıyla durum değişir. Bu dönemde Kemalist CHP’nin başlattığı “karşı-devrim” söylemi ve körüklediği “şeriat gelecek” paranoyası 1957 seçimlerinde Alevi kitleleri bir kez daha CHP’nin kuyruğuna takar.
1960’lı yıllar, Türkiye’de kapitalizmin hızla serpildiği yıllardır ve toplumun diğer kesimleri gibi Alevi emekçiler de kırdan kentlere akmaya başlar. Bu gelişmeler, o güne dek içe kapalı bir yaşantı süren Alevileri de henüz sınırlı bir ölçüde bile olsa dışa açılmaya zorlar. Bunun önemli sonuçlarından biri kentli işçi sınıfı içerisinde Alevilerin artan ölçüde yer almasıdır. Böylelikle yavaş yavaş da olsa Alevilerin içerisinde de sınıfsal ayrışmalar daha belirgin hale gelir. Buna paralel olarak, siyasal tercihler daha da çeşitlenir. Nitekim, Alevilerin bir kısmı bir Alevi partisi kimliğinde kurulan Türkiye Birlik Partisine oy verip, bir kesimi hâlâ CHP’yi desteklerken, yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) de Alevi işçilerden belli bir destek görmeye başlar. Böylelikle TİP şahsında Alevi kimliği sol bir söylemle buluşmuş olur. Aynı yıllarda serpilip gelişen sosyalist ve devrimci hareket içerisinde de Alevi gençler giderek artan ölçüde önemli bir yer tutmaya başlarlar.
Geniş Alevi kitlelerse, bu devrimci gençlik dolayımıyla devrimci harekete sempatiyle yaklaşmalarına rağmen, 70’li yıllarda kendilerini esas olarak Bülent Ecevit’in “ortanın solu” söylemiyle dirilttiği CHP’yle özdeşleştirirler. Başta işçi sınıfı ve Aleviler olmak üzere, CHP toplumun sömürülen ve ezilen kesimlerinin gözünde bir kurtarıcı olarak görülmeye başlanır. Giderek güçlenen bu yanılsama 1978-80 döneminde tırmanan faşist terörün Alevilere dönük katliam boyutlarına varmasına rağmen kırılmamıştır. Alevilerin hiçbir talebini karşılamayan CHP hükümeti, öncesinde uyarılmasına rağmen bu katliamlara açıkça göz yummuş, sorumlularının yargılanması hususunda kararlı adımlar atmamış ve dahası 12 Eylül faşizmine giden yolda sıkıyönetim uygulamasının yerleşip yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bu yaşananlar Alevi kitlelerde hayal kırıklığı yaratsa da, muhafazakâr, dinci ve faşist partiler karşısında CHP’ye bir kez daha kötünün iyisi gözüyle bakılması sonucundan başka bir sonuç üretmemiş, Alevi kitleler üzerindeki Kemalist CHP’nin ipoteği kırılamamıştır.
Diğer taraftan, CHP hakkında yanılsama içerisinde olanlar yalnızca Aleviler değildi! Gerek küçük-burjuva devrimci çevreler içerisinde, gerekse de işçi hareketi içerisindeki reformist grup ve partiler arasında da CHP’ye dönük aynı yanılsamalar belirleyici bir rol oynuyordu. Birçok küçük-burjuva hareket CHP’nin örgütlerinde “devrimci çalışma” yürütürken, faşizme karşı icat edilen türlü cephe formülasyonlarında da CHP başköşeye oturtuluyordu. Özellikle taşrada CHP’lilik ile devrimcilik arasında sınırların neredeyse silinmiş olduğunu söylemek mümkündür. Bir başka deyişle, yanılsamanın temelinde Ecevit’in sahte sol söylemi ve oportünist çizgisinin yanı sıra küçük-burjuva sosyalizminin damgasını taşıyan devrimci hareketin de Kemalizm hakkındaki son derece yanlış değerlendirmeleri yatar. Küçük-burjuva sosyalizminin, Kemalizmi, ilerici, devrimci, anti-emperyalist vb. sıfatlarla onurlandırması, zaten bu yorumlara teşne olan Alevi kitleleri gerek CHP gerekse de Kemalizm hususunda körleştirip felçleştirmiş, Alevi kitlelere karşı işlediği tüm suçlara rağmen onun yine de kötünün iyisi olarak görülmesinde rol oynamıştır. Bugün ister burjuva partiler içerisinde ister çeşitli demokratik kitle örgütlerinin yönetim kademelerinde olsun, siyaset sahnesinde yer alan Alevi şahsiyetlerin önemli bir bölümünün, o yıllarda böylesi bir devrimci hareketin tedrisatından geçtiği hatırlanacak olursa, bu gerçeklik daha iyi kavranır. Bu kahredici bilinç çarpıklığının boyutlarından biri de, devrimci hareketin saflarında, Aleviliğin tarihsel bir gelenek olarak barındırdığı kimi muhalif öğelerin haddinden fazla abartılarak, neredeyse Alevilerin doğuştan devrimci olduğuna dair üretilen yanılsamalı izlenimdir.
Alevi hareketinin şekillenişi
80’li yıllarda faşist cunta, işçi ve devrimci harekete ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine karşı, CIA patentli “Yeşil Kuşak” projesine hız verip, burjuva devletin olanaklarını başta imam hatipler olmak üzere her türlü dini örgütlenme faaliyetinin hizmetine sunmuştu. Bu koşullarda Alevi kitleler de edindikleri refleksle sahte sol partilerin peşinden gitmeye devam ettiler. 90’larla birlikte ise, özellikle de 2 Temmuz 1993’teki Sivas katliamının ardından, Alevilik kimliği, Alevilerin yüzyıllar boyunca bir savunma refleksi olarak geliştirdikleri gibi, artık özenle saklanması gereken bir şey olmaktan çıkarak savunulması gereken bir kimlik haline geldi. Aleviler kendi kurumlarını yaratmaya başladılar. Bunda hiç kuşku yok ki, dağılan devrimci gruplar içerisindeki Alevi kadroların, siyaset alanında kendilerini Alevi kimlikleriyle açıktan ifade etmelerinin büyük bir rolü vardır. Bu öznel durum bir başka nesnellikle de çakışmıştı. Kapitalizmin büyük bir hızla geliştiği, yeni bir kente göç dalgasının yaşandığı bu dönemde, kentlere akan Alevi kitlelerinin, eninde sonunda kendi talep ve ihtiyaçlarını öne çıkararak kimliklerini dışa vurmaları kaçınılmazdı. Bu aynı zamanda Aleviler içerisindeki sınıfsal farklılaşmanın belirginleşerek, farklı örgütlülüklerde somutlaşmasını da beraberinde getirmiştir.
Bugün Alevi burjuvazisinin sözcüsü durumundaki örgütler ile emekçilere daha yakın bir söylem benimseyen örgütlülükler giderek daha net biçimde ayrışmaktadır. Bu aslında Alevi emekçilerin Kemalist gözbağlarından kurtulmasının bugün daha mümkün olduğu anlamına gelmektedir. Buna rağmen, daha bir sol söylem tutturan kimi Alevi örgütlülüklerinin halen Kemalizm konusundaki yanılsamayı koruduğunu ve hatta yeniden ürettiğini de unutmamamız gerekiyor. Kemalist partilerden giderek güçlenen kopma eğilimi henüz Kemalizmin bir bütün olarak sorgulanmaya başlanması noktasına ulaşmamıştır. Bunda hiç kuşku yok ki, hem bu kadroların sol Kemalist önyargıları hem de yine aynı çarpık kavrayışın ürünü olan “şeriat tehlikesi” vurgusu büyük rol oynamaktadır.
Nitekim, yine 90’lı yıllar boyunca, burjuvazi içerisinde giderek gelişerek sertleşen hegemonya mücadelesi, statükocu burjuvazi tarafından halk kitlelerine, kimi zaman AB süreci hedef gösterilerek “ulusal egemenlik yitiriliyor” söylemiyle, kimi zaman Kürtler hedef gösterilerek “bölüneceğiz” söylemiyle, kimi zaman da siyasal İslam hedefe oturtularak “şeriat geliyor” söylemiyle yansıtıldı. Bu propagandanın bilhassa Alevi emekçi kitleler üzerinde hayli etkili olduğu açıktır. “Şeriat tehlikesi” söylemi, solcu geçinen Alevi örgütlerinin bile diline dolanmış durumdadır. Devletin malum güçlerince körüklenen şeriat korkusu, CHP vb. Kemalist partilerden kopma eğilimi içine giren Alevi kitlelerinin, her seçimde bir kez daha gönülsüzce bu partilere oy vermesine yol açmaktadır. Örneğin 2002 seçimlerinde CHP oylarının yüzde 65’inin Alevilerin yaşadığı bölgelerden gelmesi, CHP açısından bu paranoyanın körüklenmesinin ne denli hayati bir önemi olduğunu göstermektedir.
Bunun bir paranoya olduğunun, gerçeklikle hiçbir bağı olmadığının, bilinçlice oluşturulup abartılmış bir yanılsamadan ibaret olduğunun döne döne tekrarlanmasında fayda vardır. Bu gerçeklik kavranmadığı sürece, Alevi kitleler, üstelik de solculuk iddiasındaki örgütlülüklerince Kemalizmin, darbeciliğin ve hatta faşizmin peşinde sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Açıkça darbe çığırtkanlığı yapılan, faşist grup ve partilerin boy gösterdiği Cumhuriyet mitinglerinin temel direğinin bu paranoyayla korkutulan Alevi kitleler olması, tehlikenin boyutlarını yeterince sergilemektedir.
2007 seçimlerine dek, “şeriat geliyor” korkusuyla Kemalistlerin peşine takılan Alevi kitleler, aynı zamanda ezilen Kürt halkının mücadelesinin karşısına da bir bariyer olarak çıkarılmak istendi, isteniyor. Aleviliğin Orta Asya ve Horasan’dan gelen göçer Türk boylarının dini inançlarını temsil ettiği, Alevilerin öz be öz Türk oldukları gibi iddialar, körüklenen Türk şovenizminin Alevi kitleler içerisine daha büyük ölçüde sızması için faşist çevreler ve akademisyenler tarafından yinelenen safsatalardır. Alevi kitlelerin şeriat korkusuyla statükocu cephenin peşine takılmasının onları bu tür faşist propagandalara daha açık hale getirdiği ortadadır.
Bugün Alevi emekçilerinin, Kemalist partilerden yavaş yavaş da olsa uzaklaşma eğilimleri önemlidir. Bu eğilim giderek güçlendirilmeli ve dahası yalnızca Kemalist partilerden değil bir bütün olarak Kemalizmden de kopuş noktasına kadar ilerlemesi için çaba gösterilmelidir. Cumhuriyet mitinglerinin gerici slogan ve simgelerinden uzaklaşılıp, Alevilerin haklarını talep eden, sözde laiklik uygulamalarını teşhir edip Diyanet’in lağvedilmesini, zorunlu din derslerinin kaldırılmasını vb. talep eden yüzbinlerce kişilik gösterilere doğru katedilen mesafe kuşkusuz ki anlamlıdır. Ne var ki, bugün bu belirginleşmekte olan ilerici eğilimin halen statükocu-Kemalist eğilimle yan yana olduğu gerçeği, Alevi emekçiler açısından bir geçiş durumunu ifade ediyor. CHP gibi Kemalist partilerde yaşanan gelişmeler, Alevi emekçiler içerisinde halen varlığını sürdüren özde gerici Kemalist eğilimi yeniden güçlendirmeye başlamıştır. Güçlü bir devrimci işçi hareketi ortaya çıkmadığı sürece de Kemalizmden kesin bir kopuşun yaşanması mümkün olamayacaktır. Bunun için kuşkusuz ki sosyalistlere önemli görevler düşüyor.
[1] Oktay Baran, Alevi Çalıştayları ve Laiklik Sorunu, Marksist Tutum, Mart 2010
[2] 1921 yılının bahar aylarında Sivas’ın Zara ilçesinde başlayan Koçgiri ayaklanması bir katliamla bastırılmıştı. 200’den fazla Alevi Kürt köy ve mezrası, içinde yaşayan insanlarla birlikte “imha” edilmiş, kimi kaynaklara göre yaklaşık 70.000 kişi öldürülmüş ve binlerce insan da Anadolu’nun farklı bölgelerine sürgüne gönderilmişti. Kemalist önderliğin Kürtlere ve bu arada dolaylı olarak da Alevilere verdiği ilk mesajlardan biriydi bu. Arkası 1937’de Dersim’de gelecekti.
link: Oktay Baran, Aleviler, CHP ve Statükoculuk, 1 Temmuz 2010, https://marksist.net/node/2473
Büyüyen Yerli Silah Sanayii ve Sanayinin Militarizasyonu
İşbirlikçi Sendikalar Büyüyor, KESK Ne Yapıyor?