Türkiye’de burjuva siyaset alanında uzun zamandır yaşanan kıran kırana çatışmalı süreç yeni bir evreye girmiş bulunuyor. Son birkaç ayda yaşanan gelişmeler ve kendini gösteren eğilimler, özellikle de son haftalarda yaşananlar belirgin biçimde buna işaret ediyor. Bu gelişmeler içinde Deniz Baykal’ın CHP liderliğinden belden aşağı bir komployla tasfiye edilmesi ve ardından zihinleri esir alan bir medya kampanyası eşliğinde Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına getirilmesi şüphesiz bu yeni evreyi işaretleyen en çarpıcı olgudur. Görünen odur ki, daha geniş bir burjuva cephe, önümüzdeki seçimlerde AKP’yi hükümet koltuğundan indirmek ya da en azından hizaya getirmek için yeni bir seferberlik başlatmıştır. Bu kez uluslararası iklim de buna daha elverişlidir.
Sınıf bilinçli işçilerin bu süreci doğru biçimde kavramaları önem taşımaktadır, çünkü egemenler arası çatışma sürecinin etkileri sadece egemenlerle sınırlı kalmamaktadır. Bu çatışma geniş işçi-emekçi yığınların ve özel bir durum olarak da ezilen Kürt halkının sırtında yürütülmektedir. Egemenler kendi aralarındaki mücadelede rakiplerine üstün gelebilmek için geniş emekçi yığınların desteğini arkalarına alma ihtiyacını duyarlar. Bunu da kendi kesimsel ve sınıfsal çıkarlarını genel toplumsal çıkarlarmış gibi sundukları ideolojik propagandalarıyla bilinçleri bulandırmak suretiyle yaparlar. Bugünlerde Kılıçdaroğlu üzerinden yürütülen gürültülü propaganda tam da böylesi bir bilinç bulandırma işlemidir.
Burjuvazinin AKP karşısında konumlanan kesimlerinin başlatmış olduğu bu yeni seferberlik sürecinin emekçi kitleler açısından anlamı, kitlelerin bir yandan kabartılmakta olan şovenizm dalgasıyla sersemletilmeye, diğer yandan da bir sürü gibi Kılıçdaroğlu’nun peşine koşulmaya çalışılacak olmasıdır. Kılıçdaroğlu işçi-emekçi-yoksul dostu “sol” bir söylemle kendini pazarlamaya şimdiden başlamıştır. Bu kocaman bir aldatmacadır. O nedenle bilinçli öncü işçiler sınıf kardeşlerinin Kılıçdaroğlu zokasını yutmamaları için var güçleriyle çaba harcamalıdırlar. Çünkü yüzeydeki sol kılıklı söylem marifetiyle yoksul emekçi kitleler gerçekte şovenist-militarist-devletçi burjuva çizginin askeri yapılmaya çalışılacaktır.
Statükonun CHP ya da Deniz Baykal sorunu
Bu yeni seferberlik sürecinin en çarpıcı ve öne çıkan yönü CHP’deki gelişmeler olduğu için sürecin bütününü kavramaya bu halkadan başlamak en isabetlisi olacaktır. Burjuvazinin AKP karşısında konumlanan muhtelif kesimlerinin Erdoğan ve AKP’yi bertaraf etmek üzere yıllardır süren çabalarının en önemli zaaflarından birisi, kitlelerin önüne sürülebilecek alternatif bir burjuva lider ve partinin eksikliğiydi. Zira bu çabaların temel bir ayağı olan hükümeti yıpratma, gözden düşürme, yıldırma ve devirme faaliyetleri bir yandan sürdürülürken, yerine konacak şeyin oluşturulamaması tüm çabayı topallaştırıyordu. Güçlü bir alternatifin olmadığı koşullarda da bir hükümeti baskı yoluyla yıpratıp düşürmek mümkün olsa bile, AKP’nin çeşitli etmenlerin bir bileşimi sonucu bu saldırıları savuşturmayı başarabilmesi, böyle bir alternatifi gitgide daha vazgeçilmez ve yakıcı hale getirmekteydi.
AKP’yi bölüp içinden yeni bir burjuva merkez sağ parti çıkarma çabaları (Erkan Mumcu, Abdüllatif Şener vb.) olsun, merkez sağın tiridi çıkmış eski figürlerini bir araya getirme çabaları (Cindoruk, Yılmaz vb.) olsun bir sonuç vermiyordu. Bunun yanı sıra CHP de Baykal liderliğinde kitlelerin gözünde bir türlü istenen alternatifi oluşturamıyordu. Doğal olarak bu çerçevede CHP’ye yönelik operasyonlar da yapıldı. Örneğin bu yolda en belirgin girişim Mustafa Sarıgül’ün başa getirilmeye çalışılmasıydı. Ancak bu da başarısız oldu. Sonuç olarak, gerek burjuva merkez solda güçlü bir alternatif çıkarma çabaları gerekse de merkez sağ çöplükte yeni kimyasal bileşimler oluşturma çabaları ya hüsranla sonuçlandı ya da henüz bir sonuç vermemiş durumdadır. Sarıgül’ün yeni bir hareket yaratma ve partileşme çabaları da kısa vadede tatminkâr bir sonuç verecek gibi görünmeyince, mevcut zaman sıkışıklığında, geriye tekrar CHP’yi “adam etme” seçeneği dışında başka yol kalmıyordu.
Baykal’ı tasfiye etmek isteyen statükocu burjuva güçlerin bunu yapmasının sebebi, artık Baykal’la bu işin yürümediğine kesin kanaat getirmeleridir. Baykal geniş emekçi kitleleri cezbedememekte, genel olarak partinin oy tabanını sahil şeridinde yoğunlaşan kentli orta sınıfın ve Alevilerin ötesine taşıramamaktaydı. Bu kesimleri tek cephede birleştirmek bir başarı sayılabilirse de, asıl istenen şeye, yani AKP’yi hükümetten uzaklaştırmaya bunun yetmediği açıktır. Hatta bırakalım hükümetten uzaklaştırmayı, AKP’yi tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde etmekten alıkoymaya bile yetmemektedir. Tüm belirtilerin anayasa referandumunda da, sonraki seçimlerde de AKP’nin bir kez daha kazanacağına işaret ettiği bir durumda, söz konusu statükocu burjuva güçler açısından Baykal’sız bir CHP için artık kesin sonuç alıcı bir hamle yapılması elzem hale gelmişti.
Sorun Baykal’ın onların çıkarlarını şimdiye dek savunmaktan yana kusur etmiş olması değildi elbette. Aksine Baykal cansiperane elinden geleni yapmıştır. Ama denilir ya, olmayınca olmuyor! Ona “efendice” çekilmesi için aslında nicedir telkinler yapıldığını tahmin etmek zor değildir. Daha öncesini (Sarıgül vb.) bir kenara bırakacak olursak, son yerel seçimlerde Kılıçdaroğlu’nun parlatılması ve aldığı nispeten başarılı sonucun bu anlama yorulmasını sağlamak için yapılan medya kampanyasının neyi işaret ettiği açıktı. Ama Baykal kişisel ihtirasları hayli güçlü bir burjuva politikacı olarak bu basınç ve telkinlere direnmiş, kendisine karşı geliştirilen hamleleri bertaraf etmede şimdiye dek başarılı olmuştu. Ve sonuçta onu başka yollarla CHP’nin başından uzaklaştırmak mümkün olamadığı için böylesi bir komploya başvurulmuştur. Özetlemek gerekirse, Baykal uğruna mücadele ettiği statükocu davada yeterli başarı getiremediği için sonunda statükocu mekanizma tarafından tasfiye edilmiştir.
Burjuva siyaset kuburu
Baykal’ın tasfiyesi vesilesiyle burjuva siyaset alanında son birkaç haftada yaşananlar ibretlik manzaralarla doludur. Doğrusu önümüzdeki tablo bir bütün olarak kokuşmuş bir lağımdan beterdir. Genelde emperyalist çürüme çağının ve özelde de Türkiye’nin Bizans-Osmanlı mirası kokuşmuş siyasi geleneklerinin en rezil görünümleri sahnede at oynatmıştır. Öyle ki, neredeyse bu kuburdan bir umut ve coşku seli yaratmayı bile başardıkları söylenebilir. Unutmamak gerekiyor ki, bütün bunlar işçi sınıfının kahredici derecedeki örgütsüzlüğünün ve meydanın boş olmasının sonucu mümkün olabilmektedir. Egemenler ancak böylesi örgütsüzlük koşullarında gerçek bir ahlâki çöküş ve ibret tablosunu bir zafer ve coşku tablosuna dönüştürebilecek cüreti bulabilirlerdi.
Tablo burjuva düzenin moral değerlerinin tam bir riyakârlık üzerine kurulu olduğunu göstermektedir. Baykal kendisinin de yeniden üretimine en üst düzeyde gönüllü katkıda bulunduğu bu düzenin riyakârlığının kurbanı olmuştur. Bu nedenle, kişisel dramı ne denli hazin görünürse görünsün, fazla şikâyetçi olmaya hakkı yoktur.
İşçi sınıfı açısından Baykal’a yönelik muhasebenin ölçüsü onun gizli gönül ilişkisi içinde olup olmaması değil, şimdiye kadar savunduğu politikaların sınıfsal içeriğidir. O son derece tutarlı biçimde sömürücü burjuvazinin politikalarını gütmüş, ömrünü burjuva düzenin bekasına hasretmiştir. Bu haliyle o kendiliğinden işçi sınıfı açısından bir sınıf düşmanı konumundadır. Ama dahası var. Baykal burjuva siyasetin görece ilerici sayılabilecek, tarihsel anlamda demokratik değerlerinin bir savunucusu da olmamıştır. O bu topraklarda burjuva siyasetin gerici, anti-demokratik biçimlerinin bir savunucusu olarak, militarizmin ve şovenizmin bir şampiyonu olarak sivrilmiştir. İşçi sınıfı düşmanlığını geçtik, burjuva siyasetin olağan akışı içinde dahi, hükümetleri olağanüstü yöntemlerle devirme hevesindeki darbeci-militarist-statükocu güçlerin parlamento ayağı rolüne soyunmuştur. Bu uğurda her türlü oportünistçe yalan-dolan ve manevranın da önde gelen bir aktörü olmuştur. Baykal’ın düşüp kalktığı odaklar tam da bu topraklarda siyasette en kirli yöntemlerin usta uygulayıcıları olmuşlardır. Entrikanın, kumpasın, kahpeliğin, arkadan hançerlemenin daniskası bu odaklardadır. Ve şu hazin sona bakın ki, bu aynı odaklar aynı rezil yöntemlerle kendilerinin sadık avukatlığını yapan Baykal’ı harcamışlardır.
Baykal’a ilişkin video görüntülerinin internete servis edilmesinin ertesi günü tekelci medyadaki tescilli CHP ve statüko yandaşlarının “istifa” çığırtkanlığı yapmaları yeterince açıklayıcıdır. Bu kesimlerin Ergenekon ve ilişkili soruşturmalar bağlamında ortaya dökülen ses kayıtları, görüntüler, CD’ler, yazılı belgeler vb. delilleri sahici kabul etmeme konusunda gösterdikleri olağanüstü gayretkeşlik düşünüldüğünde bu durum daha bir anlam kazanmaktadır. Onca zaman Baykal’ın arkasında durmuş izlenimi veren bu kesimlerin tutumuna Baykal ne kadar şaşırmıştır bunu bilmek zor. Ama partide kendi yanı başında duran adamlarının bir gecede saf değiştirdiklerini ve onun için gösterişli gözyaşları döken bindirme kıtaların, çok değil birkaç gün sonra sevinç içinde başkalarının amigoluğunu yaptığını görmek onu bile şaşırtmış olsa gerek. Kral öldü, yaşasın Kral!
Aynı iğrenç riyakârlık Kılıçdaroğlu’nun allanıp pullanmasında da kendisini göstermektedir. Onu sözde halkçı bir lidermiş gibi göstermek için kurgulanan ucuz numaralardan (kravat takmama, kasketli poz verme gibi) tutun, tekelci medyanın ağırlıklı kesiminin cümbüş havası içinde fazla mesai yaparak Kılıçdaroğlu imaj pazarlama organizasyonu gibi çalışmasına varıncaya kadar vıcık vıcık bir amigoluk sergilenmektedir. Bu rezil medya kesimlerinin rakiplerini “yandaş medya” diye damgalamasına denecek söz bulmak zordur doğrusu.
Dışta ve içte genişleyen AKP hoşnutsuzları koalisyonu
Deniz Baykal’ın bir bel altı vuruş marifetiyle tasfiyesi ve Kılıçdaroğlu’nun paraşütle başkanlığa gelişi kesinlikle salt parti içi dinamiklerle açıklanabilecek bir hadise değildir. Bu hadise uluslararası bağlantıları içinde egemen sınıf içi çatışma sürecinin dinamikleri tarafından belirlenen ve şüphesiz sonunda parti içi dinamiklerde de ifadesini bulan bir hadisedir. Kim tarafından tezgâhlanmış olursa olsun, Baykal komplosu belirli bir uluslararası siyasal bağlam içine oturmaktadır.
AKP’nin şimdiye kadar kendisine yönelik olarak statükocu burjuva güçlerden gelen baskılara direnebilmesini ve bunları savuşturabilmesini sağlayan önemli etmenlerden birisi şüphesiz elverişli uluslararası iklim ve bu iklimde sahip olduğu emperyalist destekti. Ancak özellikle son bir yılın gelişmeleri bu noktada bazı değişimlerin yaşandığını düşündürtecek niteliktedir.
Dünya kapitalizminin içinde bulunduğu derin bunalım koşullarında çok hızlı değişimlerin yaşandığı bir süreçten geçiliyor. Geleneksel emperyalist güçlerin dünya ekonomisi içindeki ağırlıklarının göreli olarak azaldığına ve buna mukabil yeni ve dinamik emperyalist güçlerin yükselmekte olduğuna, bunların dünya ekonomisi içindeki paylarının arttığına tanık oluyoruz. ABD ve Batı emperyalizmi genel anlamda göreli bir gerileme içindedir. Bu durum, tek ve otoritesi mutlak olarak tanınan bir hegemon emperyalist gücün yokluğunda, yeni yeni palazlanmakta olan güçleri cesaretlendirmekte ve onlara daha fazla manevra alanları açmaktadır.
Dünyanın en büyük 17. ekonomisi konumuna gelen ve uluslararası platformlarda gitgide daha fazla görünen Türkiye de bu yeni yükselen güçler arasındadır. Ve büyük emperyalist güçler, sofraya yeni ve genç rakip olarak gelen herkesten olduğu gibi Türkiye’den de rahatsızlık duymaktadır. Türkiye son yıllarda AKP hükümeti eliyle dışa dönük büyük bir hamle yapmış ve kapitalist gelişmenin ulaştığı düzeyin bir sonucu olarak tam anlamıyla bir bölgesel güç konumuna yükselen emperyalist bir dış politika geliştirmeye yönelmiştir. Bu uğurda sadece ABD emperyalizmine bağımlı kalmayan, ona rakip diğer tüm güçlerle ve özellikle çevresindeki ülkelerle aktif bir ilişki geliştirmeye başlamıştır. Küçük ülkeler hariç tutulacak olursa, bir ülkede kapitalizm geliştiği ölçüde o ülkenin bağımsız hareket imkânlarının ve eğilimlerinin artacağı kendiliğinden belli olan bir gerçektir. Henüz yeterince idrak edilemiyor olsa da Türkiye kapitalizmi de böylesi bir süreç yaşamaktadır. Bunda yeni palazlanan ve “İslamcı” diye anılan sermaye kesimlerinin kendilerine yer açma ve büyüme iştahlarının, sonradan gelmeliğe özgü girişkenliklerinin ve buna uygun yetişmiş siyasi kadrolarının varlığının önemli bir rolü de bulunmaktadır.
Yakın zamana kadar bu durum ABD’nin emperyalist dış siyaset çıkarlarıyla büyük ölçüde örtüştüğü için ortaya büyük bir sorun çıkmıyordu. Ancak gelinen noktada görünen odur ki, Türkiye’nin özellikle İran ve İsrail konusundaki siyaseti ABD emperyalizminin bazı somut politikalarına zarar vermektedir. İran’la ilgili olarak en son yaşanan uranyum takas anlaşması hadisesi bunu oldukça belirgin biçimde ortaya koymaktadır. Emperyalist Batı medyasında yakın zamanlara kadar Türkiye hakkında yapılan olumlu değerlendirmeler yerini yavaş yavaş olumsuz değerlendirmelere bırakmaktadır. “Yükselen güç Türkiye” benzeri söylemlerin yerini, “Batıdan kopmaya başlayan”, “İslamcılığa yönelen”, “şüpheli davranan” bir Türkiye söylemi almaktadır. Aynı minvalde, yakın zamanlara kadar Ergenekon soruşturmaları genelde Batı medyasında olumlu karşılanmasına rağmen şimdilerde giderek olumsuz biçimde ve AKP karşıtı değerlendirmeler eşliğinde yer almaya başlamış durumdadır. Sonuç olarak AKP için İsrail ve ABD emperyalizmi cephesinde de işler eskisi kadar iyi gitmemektedir. Bu da içeride AKP’yi önümüzdeki seçimlerde hükümetten uzaklaştırmayı hedefleyen yeni seferberlik sürecini yürütenler açısından daha elverişli bir uluslararası ortam anlamına gelmektedir.
Diğer taraftan AKP’nin statükocu güçlere karşı mücadelesinde bir başka avantajı da, kabaca TÜSİAD’cı diyebileceğimiz geleneksel büyük sermaye kesimlerinin de ona açıkça destek vermesiydi. Zira onlar da, ta Özal’dan beri bu güçleri geriletme ve Avrupa ölçülerine daha fazla yaklaşan bir siyasal rejim tesis etme arzusundaydılar. Ancak AKP’nin 8 yıllık hükümet sürecinde kendiyle organik bağlar içinde olan sermaye kesimlerini fazlasıyla palazlandırması, bunların dişli rakipler olarak sivrilmeleri, geleneksel büyük sermaye kesimlerinin AKP’ye karşı daha mesafeli ve gelgitli bir tutum geliştirmesine yol açtı. TÜSİAD’cı sermaye de son dönemde genel olarak AKP’nin gitmesi ya da tek başına hükümet olmamasından yana hale gelmiştir. Onlar şüphesiz statükocu kesimler gibi AKP’ye diş biliyor ve adeta onun yok olmasını istiyor değiller, onların istediği AKP’nin kendileri tarafından daha kontrol edilebilir bir konuma getirilmesidir. İşte bu gibi saiklerle onlar da son zamanlarda muhtelif konularda olduğu gibi, Baykal’ın tasfiyesi ve Kılıçdaroğlu’nun gelişi konusunda da statükocularla ortak bir konum almışlardır. Bu tutumu yansıtan büyük medyanın (Doğan, Çukurova, Ciner, Doğuş) yaklaşımı çok açıktır. Ayrıca bu kesimler, AKP’nin son birkaç yılda iyice belirginleşen “aykırı” dış politika yönelişlerine karşı da emperyalist medyada son dönemde yansıtılana benzer bir tutum içindedirler.
Tüm bunları toplarsak, egemen sınıf içi çatışma süreci yeni bir düzleme gelmiştir ve AKP açısından bu yönüyle daha zorlu bir süreç söz konusudur. Ancak AKP yanlısı sermaye kesimleri olsun, medya olsun, devlet içi örgütlenme ve diğer örgütlenmeler olsun, süreç içinde hayli güç, mevki ve birikim kazanmışlardır. Ayrıca AKP geliştirdiği yeni dış ilişkilerle uluslararası alanda da kendine yeni yeni müttefikler, dayanaklar edinmiş, bu alanda da uzantıları olan yeni çıkar ilişkileri tesis etmiştir. Dolayısıyla AKP’nin de elinde küçümsenmeyecek bir güç bulunmaktadır.
Anayasa değişikliği, seçimler ve Kürt sorunu
Tüm bu gelişme ve eğilimler önümüzdeki yaklaşık bir yıllık süreçte bir dizi yeni politik çarpışmalar yaşanacağına işaret etmektedir. Anayasa mahkemesindeki iptal davası, referandum, belki AKP hakkında yeni bir kapatma davası ve seçimler… Burjuvazinin AKP karşıtı kesimlerinin başlattığı bu yeni seferberlik sürecinin sadece CHP ve Kılıçdaroğlu propagandası ile sınırlı olmadığını bir kez daha vurgulamalıyız. Bu süreç şimdiden başlamış olan askeri operasyonlar, hava bombardımanları, şovenist histeri gösterilerine dönüştürülmeye çalışılan asker cenazeleri, Ahmet Türk’e yönelik fiziki saldırı ve Muğla’da yaşananlar türü gelişmelerle paralel olarak yürütülmeye çalışılacaktır.
Kılıçdaroğlu rüzgârında kesilmeler veya tıkanmalar görüldüğü ölçüde bu boyutun daha da öne çıkarılacağını tahmin etmek zor değildir. Dahası Kürt hareketine yönelik saldırılar sadece TC devletininkilerle sınırlı değildir. Tam da bu son dönemde İran da genel bir fiili ateşkes durumundan çıkarak Kürt hareketine yönelik askeri saldırılarını ve genel baskıyı arttırmıştır. TC’nin son dönemde İran’la sıkıfıkı ilişkileri düşünüldüğünde bu da anlamlıdır.
Tüm bu çatışmaların üzerinde cereyan edeceği işçi-emekçi yığınlar ise ne yazık ki bu sürece bir kez daha örgütsüz biçimde yakalanma tehlikesiyle yüz yüzedir. Sınıf devrimcileri ulaşabildikleri tüm sınıf kesimlerine bu sürecin gerçek doğasını anlatmak ve işçilerin tüm burjuva kanatlardan bağımsız bir politik çizgiyi benimsemelerine ve bu temelde örgütlendirilmelerine gayret etmek durumundadırlar.
Kılıçdaroğlu zokasına dikkat
Tüm bu sürecin emekçi kitleler açısından özellikle dikkat edilmesi gereken yönü Kılıçdaroğlu üzerinden estirilen rüzgârdır. Şimdilerde rotatifler dürüst, halkçı, mütevazı, işçi-emekçi-yoksul dostu gibi sıfatlar üzerinden “umut ve değişimin simgesi” lider diye Kılıçdaroğlu imajını parlatmak üzere döndürülmektedir. Gören de sanır ki Türk burjuvazisinin 90 yıllık kadim partisi CHP, sihirli bir değnek dokunuşuyla bir gecede işçi sınıfının ve diğer ezilenlerin partisi haline gelmiştir! Doğrusu tarihte siyasi partilerin sınıf değiştirdikleri görülmemiş bir şey değildir. Ama bu değişim her zaman sömürülen ve ezilen sınıfların temsilciliğinden egemen sınıfların temsilciliği yönüne doğru olmuştur. Bunun tersi tek bir örnek yoktur.
Böyleymiş gibi görünen ya da gösterilen örneklerin hepsi gerçekte egemen sınıfların ezilen sınıfların tehdidini savuşturmak için onlara şirin gözükme çabaları ve onlara vermek zorunda kaldıkları tavizlerden ibarettir. Gerçekte bu partiler birtakım değişikliklerle her daim kurulu düzenin temellerini korumaya çalışmışlardır. Örnek için hiç de uzaklara gitmeye gerek yok. Geçmişte Ecevit’in CHP’de yaptığı değişiklik tam da bunun bir örneğiydi (Bkz. Levent Toprak, Sol Nedir? CHP Kimdir?, MT, Eylül 2006). Ecevit o zamanlar sola doğru kaymakta olan toplumu kontrol altına alabilmek için, Kemalist devletçi CHP’ye sosyal demokrat bir parti görünümü vermeye çalıştı. O zamanlar gerçekten güçlü bir toplumsal ve devrimci hareket olduğu için Ecevit’in çabası yine de şimdikine göre çok daha sahici bir hal almak zorundaydı. Oysa şimdi böylesi bir toplumsal ve devrimci hareket basıncı bulunmamaktadır. O nedenle her şey çok daha uyduruktur.
Ama genel tarihsel örneklemeleri bir kenara bırakıp da güncel gerçekliği kendi içinde ele alacak olursak ne görüyoruz? CHP’nin programı mı değişmiştir, izlemekte olduğu politik çizgiyi değiştireceğine dair anlamlı bir belirti mi vardır, belirleyici kadroların sınıfsal bileşimi mi değişmiştir? Bunların ve daha sorulabilecek nice benzeri sorunun cevabı koca bir “hayır”dır.
Peki değişen hiç mi bir şey yoktur ya da olmayacaktır? Elbette değil. Öyle olsaydı tüm bu şamatanın hiçbir anlamı olmazdı. Hiç sözü uzatmadan söyleyelim ki, değişiklik esasen söylemde ve vurgularda olacaktır ve bu da büyük bir çizgi değişikliğiymiş gibi pazarlanacaktır. Söylemin ana odağının yoksulluk, işsizlik ve yolsuzluk gibi sorunlara kaydırılacağı, laiklik yaygarasının gerekmedikçe öne çıkarılmayacağı görülmektedir. Böylece geniş emekçi halk yığınlarında hiçbir zaman rağbet görmeyen statükocu-militarist-devletçi çizgi kamufle edilmeye çalışılacaktır. Bunun yanı sıra bu kamuflajı pekiştirmeye dönük olarak çok da öne çıkmayan düşük yoğunluklu bir demokrasi söylemi de söz konusu olabilir. Sonuç olarak çarpık bir laiklik ve “rejim tehlikede” söylemiyle yüzülebilecek deniz bitmiştir. Ancak söylem değişikliği CHP’nin gerçek siyasal konumlanışı ve duruşunun değiştiği anlamına asla gelmemektedir.
CHP burjuva düzenin yeminli bir bekçisi olmaya devam edeceği gibi, daha dar anlamda statükocu burjuva kesimlerin çıkarlarının savunucusu olmayı da sürdürecektir. Kürt halkına düşmanlığa devam, militarist-bürokratik vesayet kurumlarının varlığını korumaya devam ve bu çerçevede elbette Ergenekon avukatlığına da devam! Parti yönetimine yeni seçilen statükoculuğun, ulusalcılığın ve militarizmin borazanı üyeler, Kılıçdaroğlu CHP’sinin bu niteliğini pek güzel gösteriyor. Genelkurmay Başkanına bilfiil “iletişim danışmanlığı” yapanlardan tutun, Ergenekon’un medyatik avukatlığını yapan profesörlere, Kürt düşmanı ve militarizm borazanı gazetecilerden, sosyalist kisveli ulusalcı gazetecilere kadar tam bir postal sevenler şürekâsı. Bu konudaki değişiklik sadece bu çizginin Baykal’ın yaptığı gibi yüksek perdeden ve en öne çıkarılan hususlar biçiminde savunulmayıp, aksine mümkün olduğunca örtülerek götürülmeye çalışılacak olmasıdır.
Diğer taraftan Kürt sorunu gibi ülkenin en yakıcı sorunu durumuna gelmiş bir sorunda ne diyor Kılıçdaroğlu? Anlı şanlı kurultay konuşmasında hazret Kürt kelimesini bile ağzına almadan bu sorunun “iş ve aş” sorunu olduğunu ilan etti! Bıraktık AKP’yi, Baykal’ın söyleminden bile geriye düşen bu aşağılayıcı şoven ve pespaye anlayış iflas edeli çok olmuştur ve Kürt hareketinin temsilcilerinden hak ettiği cevabı da gecikmeden almıştır.
Kılıçdaroğlu’yla gelen söylem değişikliği bağlamında asıl hatırda tutulması gereken husus, yeni söylemin unsurlarının geniş emekçi yığınlar için önümüzdeki dönemin tuzakları olacak olmasıdır. Sınıf bilinçli işçiler bu noktada uyanık olmalıdırlar. Burada dikkatten kaçmaması gereken bir nokta da, Kılıçdaroğlu’nun bir Alevi olması dolayısıyla Alevi emekçilerin düzene ve Kemalizme ilişkin yanılsamalarının daha da pekişebileceği gerçeğidir.
Kılıçdaroğlu’yla estirilen havayı ve AKP’nin yerine CHP’li bir hükümet ihtimalini işçi sınıfı ve diğer ezilenler açısından olumlu bir şeymiş gibi görmek büyük bir yanılsamadır. Ama bıraktık bazı sıradan emekçileri, sosyalist hareketin kimi kesimleri bile bu yanılsamayı beslemeye şimdiden başlamış durumdadırlar. Kemalizm ve ulusalcılıkla bulaşık bu sosyalist kesimler (SİP-TKP, ÖDP, Halkevleri vb.) genellikle biraz mahcup biçimde, oluşan duruma sevinmektedirler. Oysa işçi sınıfının devrimci davası açısından bunda hiçbir olumluluk bulunmamaktadır. Aksine muhtemel bir CHP’li hükümet, statükocu güçlere yeni bir hayat öpücüğünün verilmesi, Ergenekoncuların yeniden özgürce faaliyetlerinin başına dönmesi, vesayet kurumlarının yeniden tahkim edilmeye çalışılması, Kürt halkına karşı yeni yeni baskıcı önlemlerin hayata geçirilmesi, mevcut birkaç hak kırıntısının bile geri alınması, dışı politikada da Kıbrıs, Yunanistan, Ermenistan, İran ve Arap halkları cephesinde yine eski şoven düşmanlık söylemine geri dönülmesi, keza İran’a karşı ABD emperyalizminin saldırgan politikalarına taşeronluğa girişilebilmesi, İsrail yalakalığına yine geri dönülmesi gibi daha kötü olasılıkları ifade etmektedir. O nedenle önümüzdeki dönemde AKP’ye olduğu kadar sol kılıklı CHP’li seçeneklere de sonuna kadar karşı duran bağımsız bir sınıf çizgisini yükseltmeye çalışmanın önemi büyüktür. Yaratılan atmosfere hiçbir biçimde olumlu gözle değil, aksine yeni aldatmacaların, laikçi-şeriatçı gibi sahte kutuplaştırmaların zemini olarak bakılmalıdır. Bu havanın aynı zamanda sol kavramının geniş emekçi yığınlar gözünde bir kez daha itibarsızlaştırılması tehlikesi anlamına geldiği de unutulmamalıdır.
link: Levent Toprak, Baykal’a Derin Darbe, Statükoculuğa Hayat Öpücüğü!, 1 Haziran 2010, https://marksist.net/node/2456
Yunanistan’da “Tembeller” İsyanda, Burjuvazi Panikte
İngiltere Seçimlerinin Ardından