29 Martta yapılacak yerel seçimler aylar öncesinden gündemin ana maddesi haline geldi. Seçim gününe yaklaşıldıkça sermaye partileri ve siyasetçilerinin tepişmeleri de artıyor. Bu alt alta üst üste tepişmelerin, seçim dolayısıyla halkın sorunlarını daha fazla gündeme getirme ve bunlara çözüm bulmayla ilgisi yok elbette. Rezilce vaatlerin, oy avcılığının ve ortalığa dökülen pisliğin haddi hududu bulunmuyor. Halkı nasıl kandıracağım diye ar damarını çatlatmış olanların, suyu bile olmayan evlere çamaşır makinesi dağıtmasından tutun; “bize oy vermezseniz size zırnık koklatmayız” yollu halka şantaj yapanlara; “milli-manevi değerlere” bağlı namus timsallerinin evlilik dışı seks kasetlerinin ortalıkta dolaşmasına; aday olamayınca yeniçeri misali kazan kaldıranlara kadar, ne ararsan var!
Ne için bütün bu hengâme, bütün bu rezillik? Lafta “halka hizmet” için! Ama böyle “soylu” bir amaç için bu denli soysuzluk neyle izah edilecek? Bunun bir tek izahı var: Sermaye düzeninin partileri ve siyasetçileri bunları bir yandan baskı ve sömürü düzeninin devamını sağlamak, diğer yandan da emekçi kitlelerin sırtından yürütülen dizginsiz talandan daha fazla pay almak hırsıyla yapıyorlar. Çaresizleştirilmiş yığınlar ise hoşnutsuzluklarını ifade kanallarından yoksun ve örgütsüz. Bu çaresizlik içinde kaçınılmaz olarak “kötünün iyisi” arayışı öne çıkmakta.
Hâlbuki toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçilerin ağır ve acil çözüm bekleyen sorunları var. Düzen partilerinin bu sorunlara çözüm bulması mümkün değil. Onlar bu sorunların başlıca sorumluları arasında yer alıyorlar. Yani çözümün değil sorunun parçasıdırlar. Çözüm bekleyen acil sorunların önemli bir kısmını tam da yerel seçimlerin konusu olan belediye sorunları oluşturuyor. Konut sorunu, ulaşım sorunu, çevre sorunu, diğer altyapı sorunları gibi. Ayrıca bu sorunlar, işçi sınıfının genel mücadele amacının parçasını oluşturmanın yanında, diğer acil taleplerle iç içe geçmiş sorunlardır. Kriz dolayısıyla daha da ağırlaşan işsizliğin, yoksulluğun ve mahrumiyetin, eğitim, sağlık ve sosyal güvence sorunlarının bu sorunlarla bağlantılı olduğu apaçıktır.
Bunların yanı sıra, önümüzdeki yerel seçim, Türkiye’nin yıllardır en yakıcı politik sorunu durumundaki Kürt sorunu ile de somut olarak yakından bağlantılı durumda. Kürt ulusal hareketinin özellikle Kürt illerinde ciddi bir kitlesel gücü var ve bütün düzen güçleri de bunun gayet iyi bilincinde. Bu nedenle düzen, bölgede tüm güçlerini DTP’ye karşı birleştirmiş durumda. Başka her konuda ve her bölgede AKP’ye hücum eden diğer düzen partileri, bu bölgede oy alma şansına sahip tek parti olan AKP’yi sessizce destekliyorlar. Bu o denli açık bir gerçeklik ki, medyada bu siyasetlerin sözcülüğünü yapanlar arasında bunu açık açık itiraf etmek zorunda kalanlar, hatta işi pişkinliğe vurup “Sezar’ın hakkı Sezar’a” diyerek AKP’yi utangaçça övenler bile var. Özetle, Kürt halkı karşısında AKP’siyle, CHP’siyle, MHP’siyle tam anlamıyla gerici bir “kutsal ittifak” oluşturulmuş durumda. Bu gerici-şoven ittifak AKP eliyle özellikle “Diyarbakır Kalesini” fethetmek üzere sefere çıkmış bulunuyor. Dolayısıyla seçimlerde devrimci işçi hareketinin mazlum Kürt halkının temsilcilerini bu gerici-şoven ittifaka karşı elden geldiğince kollayıcı bir tutum alması bir gerekliliktir. Dolayısıyla Kürt düşmanlığına, şovenizme ve milliyetçiliğe karşı mücadele görevi bu seçimler vesilesiyle de işçi sınıfının gündeminde yer almaktadır.
Gelelim yerel seçimlerin başat konusunu oluşturan kent ve çevre sorunlarına. Sermaye düzeninin partileri, memlekete yaptıkları büyük hizmetleri, “halka hizmet” için nasıl da paralandıklarını anlatıp duruyorlar. Peki bu “büyük hizmetler” sonucu önümüzde nasıl bir manzara var? Sağlıklı, temiz, insanca yaşanır bir kent ve çevreye sahip miyiz? Aslında soruyu sormak bile yeterli, ama biz yine de “büyük hizmet” tablosundan birkaç kesit verelim. Bugün Türkiye’nin hemen hemen hiçbir kentinde planlı bir şehirleşmeden söz etmek mümkün değildir. Her şeyi olduğu gibi kenti de bir kâr ve sömürü aracı olarak gören sermayenin mantığına uygun olarak, kentler kanserli hücrelerin anarşik ve kendiliğinden büyümesini andırır biçimde büyümüştür. Bu anarşik kentleşme, yararlı insan emeğinin ölçüsüzce israf edilmesini getirmiş ve kentin yoksulları olan emekçilerin de her bakımdan mahrumiyetine yol açmıştır.
Kırdan kente göçen yoksul emekçilerin yerleşim ve konut ihtiyacına gözlerini kapayan, onlara altyapısı sağlam ve işler vaziyette, sağlıklı yerleşim alanları planlamayan, buralarda insanca yaşanır konutlar sunmayan sermaye düzeni, böylece onları kendi sorunlarıyla baş başa bırakmıştır. Onyıllardır süren gecekondulaşmanın sebebi budur. Bu şekilde, yolu, suyu, elektriği, ulaşımı, sağlık tesisleri, kültür, spor, dinlenme ve eğlence alanları başlangıçta hiç olmayan ve sonrasında da ancak kısmen ve çarpık biçimde olan devasa yerleşim alanları doğmuştur. Sermaye düzeni, işçilerin emeğinin sömürüsüyle elde ettiği artı-değeri ve yine onlardan aldığı vergileri, “halka hizmetten” ziyade kendi öncelik ve tercihleri doğrultusunda kullanmıştır.
Kentlerdeki konutlar ve diğer binaların çok büyük bölümü derme çatma yapılar durumundadır. Su şebekesi yetersiz, musluktan akan su sağlıksız, paralı ve üstelik pahalıdır. Yetmezmiş gibi şimdi özelleştirme de gündemdedir. Derme çatma, yalıtımsız konutları ısıtmaya çalışmanın bedeli zehir solumak olmuştur. İnsan sağlığına ve çevreye zarar vermeyen bir enerji ve ısıtma sistemini planlı biçimde uygulamak için yeterli kaynak bal gibi varken, insanlar büyük ölçüde kömüre (hem de en kalitesizine) mahkûm edilmişlerdir. Başta konutlar olmak üzere binaların büyük bölümü depreme dayanıksız yapılar durumundadır. Örneğin Marmara bölgesinde beklenen büyük deprem konusunda on yıl geçmiş olmasına rağmen hiçbir ciddi önlem alınmamıştır. Yine her ciddi yağışta su baskınları, hatta kuvvetli rüzgârlarda baca zehirlenmelerinden ölümler yaşanmaktadır.
Atıklar çoğu kentte hiç arıtılmamakta, arıtma yapılan yerlerde de tam bir biyolojik arıtma yapılmamaktadır. Bunun sonucu ağır bir doğa tahribidir. Yeraltı ve yerüstü suları, denizler, göller, bu dizginsiz tahribattan nasibini almaktadır.
Emekçi kitleler büyük kentlerde balık istifi tıkıldıkları taşıma araçlarında işe gidip gelebilmek için ömür törpüsü saatler geçiriyorlar. Çocuklar için yeterli kreş, yuva, okul ve oyun alanları; engellilerin sosyal yaşama dâhil olabilmeleri için gerekli düzenlemeler hak getire.
Diğer taraftan tüm hizmetleri sözde getirme adına yapılan çalışmalar tam anlamıyla bir vurgun, bir talan zihniyetiyle yürütülmekte, o nedenle bir şey yapılırken başka şeyler acımasızca tahrip edilmekte, toplumun ortak varlığı olan doğal ve tarihsel varlıklar harap edilmektedir.
Bugün Türkiye’de altyapısı tamamlanmış bir kent bulunmamaktadır. Ve bütün bu zorunlu temel hizmetler için bizlerden büyük bedeller alınıyor. Alınterimizin sömürüsünden elde ettikleri zenginlikler bir yana, aldıkları vergiler de yetmiyormuş gibi, bu hizmetler bir de bizlere yüksek fiyatlarla satılıyor. Enerji, şebeke suyu, ulaşım, hatta atıklar için bizlerden aldıkları paraların haddi hesabı bulunmuyor.
İşte tablo budur. Bunun gerçek sorumlusu kâr mantığına dayalı kapitalizmdir, sermaye düzenidir. Bu sorunlar kapitalizmin plansız, anarşik ve bir avuç sömürücü azınlık çıkarına işleyen yapısından kaynaklanıyorlar. Sermayenin bezirgân partilerine ve siyasetçilerine bel bağlanarak bu sorunlara çözüm bulunamaz. Bu sorunları yaratanlar onlardır.
Bu düzen partileri ve siyasetçileri bol keseden vaatler verip, sonrasında bunları büyük oranda unutacaklar ve hatta günümüzün kriz ortamında bunların tam tersini yapacaklardır. IMF ile görüşmelerin de yürüdüğü bu ortamda seçimlerden sonra halkın sırtına yeni ve ağır yüklerin yükleneceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Halk içinde bir söz vardır: “köprüyü geçene kadar …” Hükümet seçimlerde halkın tokadını yememek için, iç ve dış sermaye çevrelerinin basıncına direnmeyi de göze alarak, daha ağır bazı “kemer sıkma” tedbirlerini (saldırı paketlerini) erteliyor. Bütçe açığını ciddi biçimde artırma pahasına halka gösteriş için sadaka dağıtıyor, kendi belediyelerine bol keseden kaynak aktarıyor. Bunların acısını katmerli biçimde seçimlerden sonra biz işçi-emekçilerden çıkaracaklar. Şayet dişli bir mücadeleyi örgütleyemezsek!
Önümüzde taklalar atarak bizden oy isteyen düzen partilerinin temsilcilerine doğru soruları sormayı bilmeliyiz. Yukarıda özet bir tablosunu çizdiğimiz sorunların gerçek bir çözümü için ne yapmışlardır, ne yapacaklardır, nasıl yapacaklardır? Üretici güçleri ve dolayısıyla toplumsal zenginliği ellerinde bulunduran sermaye sınıfına dokunmadan bu sorunların kalıcı bir çözümü yolunda adım atmak mümkün müdür? Vaatlerin denetimini bizzat halkın yapması için bir düzenlemeleri var mıdır? Kentlerin gerçek ihtiyaçlarının belirlenmesi, kaynaklarının tespit edilmesi ve tahsisinde, planlanması ve hayata geçirilmesinde geniş yığınların söz hakkı olacak mıdır? Vaatlerini yerine getirmeyenleri ya da çalışması beğenilmeyenleri seçmenler istedikleri zaman (5 yıl sonraki seçimi beklemeden) görevden alabilecekler midir? Bu sorular düzen siyasetçilerinin foyalarının açığa çıkarılmasına yardımcı olacaktır.
Aynı yolda, “halka hizmet” demagojisini de bertaraf etmek gerekiyor. Neden halk hangi hizmetin, nereye, ne ölçüde ve nasıl yapılacağına kendi karar veremiyor da, birilerinin lütfuna mahkûm kılınıyor? Asıl sorulması gereken soru budur. İster maddi bir şekil almış olsun ister hizmet biçiminde olsun tüm zenginliklerin gerçek yaratıcısı işçilerdir, emekçilerdir. Dolayısıyla, neden emekçiler kendi emeklerinin ürününden küçük bir miktarı hizmet biçiminde geri alabilmek için sermaye partilerine el açmak zorunda olsunlar? Kendi emeklerinin nerede, ne için, ne kadar ve nasıl harcanacağına emekçiler kendileri karar verdiklerinde bir yeryüzü cenneti yaratmak mümkündür. O halde en iyisi, “halka hizmet” için paralanan bu “iyilikseverleri” bu zahmetten kurtarmak değil midir?
Kent ve çevre sorunlarının kalıcı ve insanca çözümü tümüyle insanı, doğayı ve tarihi gözeten bir kent ve çevre planlamasından geçmektedir. Ama böylesi kaygılar sermayenin esas kaygısı olan kâr kaygısına ters olduğu gibi, planlama da öz olarak onun anarşik piyasa ve rekabet mantığına uymaz. Ya biri ya öbürü! Gerçek tercih, gerçek seçim buradadır. Kâr, israf, vurgun, talan, yıkım mı, emekçi kitlelerin kendi elleriyle hayata geçirdiği demokratik bir planlama mı? Para ve iktidar sahibi bir avuç egemenin insafına terk edilmişlik mi, kaderimizi kendi ellerimize almamız mı?
Bu sorular, insanca yaşanabilir bir kent ve çevre için kalıcı çözümün temel şartının bu sömürücü sermaye düzeninden kurtulmak olduğuna işaret ediyor. Açıktır ki, çözüm bekleyen mahalli-kentsel ve diğer sorunların gerçek çözümü bir düzen değişikliği gerektirmektedir ve bunun anlamı da bir toplumsal devrimdir. Bugün ise, işçi sınıfı devrimcilerinin seçimler dolayısıyla başlıca görevi, oluşmakta olan politizasyonu düzen karşıtı propaganda ve örgütlenme çalışmaları için bir fırsat ve vesile olarak değerlendirmektir. Düzen bir seçimle değişmeyeceğine göre, seçimler nedeniyle düzen partileri tarafından yayılan boş hayalleri teşhir etmek, temel sorunlarımızın çözümü için düzene karşı örgütlenme ve mücadele etme gerekliliğini somut soru ve argümanlarla döne döne anlatmak önceliğimiz olmalıdır.
* Düzen partilerine oy yok!
* İnsanca yaşanabilir bir kent ve çevrenin yolu işçi iktidarından geçiyor!
* Emekçiler için temiz, sağlıklı, güvenli, parasız konut, ulaşım, su ve enerji!
* Kürt halkının temsilcilerine yönelik baskılara son! Yaşasın halkların kardeşliği!
link: Levent Toprak, Düzen Partilerine Oy Yok!, 1 Mart 2009, https://marksist.net/node/2041
Ergenekon ve “Fırat’ın Doğusu”
Gazze’de Mazlumu Savunurken Diyarbakır’da Zalim Kesilenler