Forbes dergisinin Mart başında açıkladığı dünya zenginler listesi, kapitalist sistemde bir avuç azınlığın nasıl milyarlarca insanın sefaleti üzerinden zenginliğine zenginlik kattığını bir kez daha kanıtlar nitelikteydi. Listedeki 946 milyarderin kişisel serveti bir önceki yıla kıyasla dört kattan fazla artarak toplam 900 milyar dolardan 3,9 trilyon dolara çıkmıştı. Yine bir yıl önceki dolar milyarderleri listesine bu yıl aralarında 19 Rus, 14 Hintli, 13 Çinli ve 5 Türkün de bulunduğu toplam 178 yeni milyarder eklenmişti.
Türkiye’de işçi-emekçi kitleler bu listeyi, medyanın övünç vesilesi yaptığı haberler sayesinde öğrendiler. Örneğin Hürriyet’in haber başlığı, “Japonya’yı bile geçtik, «zengini çok ülkeler ligi»nde 6’ncı olduk” şeklindeydi. 9 Mart tarihli bu haberde şöyle deniyor: “İş, ticaret, finans dünyasının bir numaralı dergisi Forbes, 2007 yılının dünya dolar milyarderleri listesini açıkladı. Listede 2005’te 8, geçen yıl ise 21 dolar milyarderi bulunan Türkiye bu yıl 26 milyardere ulaşarak dünyada en fazla milyardere sahip olan ülkeler sıralamasında altıncı sıraya yükseldi. Forbes’un geleneksel zenginler listesine Türkiye damgasını vurdu. … Türkiye, 26 milyarder ile dev ekonomiye sahip Japonya, Kanada, Çin, Fransa, İsveç dahil pek çok ülkeyi geride bıraktı.”
Burjuva medya Türkiye’nin zenginlerinin daha da zenginleşmesiyle övünürken, Forbes dergisinin baş editörü ve ABD’de Cumhuriyetçi Partinin eski başkan adaylarından Steve Forbes şunları söylüyordu: “Dünyadaki tüm çalkantıya, tüm çatışmalara rağmen, son beş yılda küresel ekonomi reel anlamda %25’in üzerinde büyüdü. Tarihte daha önce böyle bir ilerleme görülmedi. İnsanlık tarihi en zengin yılını yaşıyor. … Zenginlerin çoğalması daha fazla iş imkânının yaratılmasına, yoksul ülkelerin kalkınma programlarına da yansıyor.”
Peki ekonomik alanda rekor ilerlemeler kaydedilirken ve “insanlık tarihi en zengin yılını yaşarken”, insanlığın ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi kitlelerin cephesine bu zenginlik nasıl yansıyor? Dergi kuşkusuz bundan söz etmemekte. Oysa dünya üzerindeki her altı insandan biri, yani 1 milyardan fazlamız, her gün yatağa aç giriyor. Kazandığı para ancak ölmeyecek kadar karnını doyurmaya yetenleri de dahil ettiğimizde bu sayı 3 milyarı geçiyor. Özcesi, her gün 24 bin insanın açlıktan öldüğü dünyamızda, insanların yarıya yakını açlık ve şiddetli yoksullukla boğuşuyor. Peki nasıl oluyor da insanlık tarihi en zengin yıllarını yaşarken böylesi bir manzarayla karşı karşıya kalınabiliyor? Aslında bunun yanıtı da Forbes’un yıllık listelerinde gizli. Listedeki zenginlerin sayısı ve varlıkları arttıkça yoksullar listesi de misliyle kalabalıklaşıyor. Yani ürettikçe yoksullaşan bizler, yoksullaştıkça onları daha da zenginleştiriyoruz.
Forbes’un listesine giren 946 milyarderin sahip olduğu varlıkların toplam değerini oluşturan 3,9 trilyon dolar, ABD ve Japonya bir tarafa bırakılırsa diğer ülkelerin her birinin gayri safi yurtiçi hasılalarından (GSYH) daha fazla. Yaklaşık 900 milyon insanın yaşadığı Afrika kıtasındaki ülkelerin toplam GSYH’si 2,3 trilyon doları, 500 milyon insanın yaşadığı Latin Amerika kıtasındaki ülkelerinki de 2,9 trilyon doları geçmiyor. Forbes’un listesinde belirtilen varlıkların, bu milyarderlerin sahibi olduğu şirketlerin (örneğin Sabancı Holding’in, Koç Holding’in ya da Microsoft’un) varlıkları olmayıp, kendi kişisel (örneğin Şevket Sabancı’nın, Rahmi Koç’un, Bülent Eczacıbaşı’nın ya da Bill Gates’in) varlıkları olduğuna dikkat edelim. Dolayısıyla bu milyarder kapitalistlerin sahibi olduğu holdinglerin gerçek varlıklarını hesaba kattığımızda kat kat yüksek değerlerle karşılaşırız ve dünya üzerindeki milyarlarca insanın emeğinin, sayıları birkaç bini geçmeyen bir avuç asalak tarafından gasp edildiğini görürüz. Nitekim dünya nüfusunun yüzde 2’sinin sahip olduğu varlıklar, nüfusun yüzde 50’sinin sahip olduğundan daha fazla.
Dünyanın hali pür melali böyleyken Türkiye’deki emekçi kitlelerin durumu da bundan farklı değil. Son günlerde Milliyet gazetesinde yayınlanan geniş kapsamlı araştırma, hanelerin toplam aylık gelirlerine ve gelir gruplarının oranlarına dair, TÜİK’in uydurma verilerinden oldukça farklı ve çok daha gerçekçi veriler sunuyor. Buna göre, asgari ücretin 403 YTL olduğu Türkiye’de, aylık geliri 1200 YTL’nin altında olan haneler nüfusun %87’sini oluşturmakta, aylık geliri 3000 YTL’nin üzerine çıkan ailelerin oranı ise %2’yi geçmemektedir.
Türk-İş’in yaptığı son araştırmaya göre ise, geçtiğimiz Şubat ayında dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 628,75 YTL’ye, yoksulluk sınırı ise 2048 YTL’ye yükselmiş bulunuyor. Bu iki araştırmayı birlikte değerlendirdiğimizde karşımıza şu çarpıcı sonuç çıkıyor: Türkiye’de nüfusun %30’undan fazlası aç, %90’ından fazlası ise yoksul durumda!
Öte yandan, dünya zenginler listesine 5 milyarder daha katıp toplam 26 milyarderle temsil edilme “onuruna” sahip olan Türkiye, gelir dağılımındaki adalet bakımından AB üyesi 25 Avrupa ülkesiyle kıyaslanamamak bir yana, Tanzanya, Mozambik, Jamaika, Nepal, Ürdün, Yemen, Burundi, Bangladeş gibi adları adeta yoksullukla özdeşleşmiş ülkeleri bile geride bırakacak bir adaletsizliğe sahip olma rekorları da kırıyor. Belli ki yeni milyarderlerimizin sayısının hızla artmasının sırrı da burada yatıyor.
Zenginler çoğaldıkça iş imkânı artıyor mu?
Steve Forbes, “zenginler çoğaldıkça daha fazla iş imkânı yaratılıyor” diyor. Ama burjuva kurumlar bile bu kuyruklu yalanı desteklemiyor. 2007 tarihli ILO raporuna göre, geçtiğimiz yıl küresel işsizlik yeni bir rekor kırmış ve işsiz sayısı bir önceki yıla göre 3,4 milyon artarak 195,2 milyona ulaşmış.
Her şeyden önce şunu belirtelim ki, bütün burjuva kurumların olduğu gibi ILO’nun verdiği işsizlik rakamları da gerçeğin çok çok uzağındadır. Burjuva kurumlar, işsiz sayısını olduğundan çok daha az göstermek için bin bir türlü hokkabazlığa başvururlar. Bunun en bildik yollarından biri ise, “iş bulmaktan umudunu kesenler”in, son bir aydır iş aramayanların, mevsimlik çalışanların, ev kadınlarının, askerlik yapanların işgücünün dışına atılarak işgücünün düşük gösterilmesidir. Söz konusu grupta yer alanlar 15-65 yaş arası olarak tanımlanan çalışabilir nüfusa dahil oldukları halde işgücünden sayılmazlar. Böylece hesaplamalara konu edilen işgücünün sayısına paralel olarak işsizlik oranları ve işsiz sayıları da gerçeğin çok altına indirilmiş olur.
ILO ve Birleşmiş Milletler gibi kuruluşların da bu yönteme dayanarak hesap yaptıklarını biliyoruz. Bu yüzden dünyadaki işsizlerin sayısı 195 milyon gibi komik sayılarla ifade ediliyor. Oysa hokkabazlıklardan arındırılmış veriler, dünya ölçeğinde 1 milyara yakın insanın işsiz olduğunu ortaya koyuyor. Ancak ILO gerçek artış rakamlarını vermese de bir şeyi doğru olarak saptıyor: İşsiz sayısı her geçen gün daha da artıyor! Aslında bunu görmek için burjuvazinin istatistiklerine ihtiyacımız yok. Avrupa ve Amerika’daki köklü dev firmalar birbiri üstüne on binlerce işçiyi işten çıkarıyorlar. Sürekli işçilik tüm dünyada yerini hızla geçici ve kısa süreli işçiliğe bırakıyor. Burjuvazinin sendikasızlaştırma ve sosyal haklardan mahrum etme yöntemi olarak benimsediği bu yöntem, işten atılma korkusuyla burun buruna olan işçinin, çok daha uzun sürelerle çalışıp iki hatta üç kişinin yapması gereken işi tek başına sırtlanmasını da beraberinde getiriyor. Neticede fabrika kapıları kuyruğa giren işsizlerle doluyken, içerideki işçiler haftanın 7 günü, günde 12-16 saat çalışıyorlar. Bu da yetmezmiş gibi, yetişkinler işsizlikten kıvranırken, 5-14 yaş arasındaki 246 milyon çocuk, başta tarım olmak üzere her alanda işçilik yapıyor. İşte kapitalizm böylesine insancıl, böylesine akılcı, böylesine ahlâki bir sistem!
ILO, son on yılda verimliliğin küresel ölçekte %26 arttığını belirtiyor. Bu aslında, sömürü oranlarında muazzam bir artış yaşandığını göstermenin yanı sıra, milyarderler listesinin nasıl hızla kalabalıklaştığını da açıklıyor. Bir tarafta işçiler iliklerine kadar sömürülürken ve devasa büyüklükte bir işsizler ordusu oluşurken, diğer tarafta milyarlara milyarlar katılıyor. Bu sistemde yaşadığımız tüm sorunların kapitalizmin işleyiş yasalarından kaynaklandığını harikulâde bir şekilde anlattığı Kapital’de Marx, bu duruma ilişkin olarak şöyle diyordu:
“Bir yandan, işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı çalışmasıyla diğer kesiminin zorunlu bir işsizliğe mahkûm edilmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini aldığı gibi, aynı zamanda yedek sanayi ordusu üretimini, toplumsal birikimin ilerlemesine tekabül edecek ölçüde hızlandırır.” (Marx’ın Kapitali, Tarih Bilinci Y., 2004, s.179)
Tüm dünyada olduğu gibi, 5 milyardere daha kavuşmanın kıvancını yaşayan Türkiye’de de yaşanan durum budur. Milyarderlerin artışına paralel olarak iş imkânları değil, iş saatleri ve işsizler, yoksullar, açlar ordusu artmaktadır. DİSK, TÜİK’in sadece “iş bulmaktan umudunu kesenler” kategorisindekileri işgücü sayısına dahil etmesi durumunda bile, resmi rakamlara %10 olarak yansıtılan işsizlik oranının en az %26 çıkacağını, gerçek oranınsa bunun da üzerinde olduğunu belirtiyor.
Geçtiğimiz günlerde bir toplantıda konuşan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, işsizliğin burjuvaziyi korkudan titreten bir boyuta ulaştığını şöyle itiraf ediyordu: “Kimsenin Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri merak ettiği yok. İnsanlar işsiz. Bu her yerde böyle. … Türkiye’de aç var mı, var. Artık «bir öğle, bir akşam yemeğine razıyım, bana iş ver» diyen insanların sayısı giderek artıyor. … 7 metrelik duvarların arkasında yaşamak istemiyorum. Meksika en güzel örneği. Gettolar oluşturulmuş. 5 metrelik duvar, 2 metrelik elektrikli tel örgü. Çocuğunun yanında koruma görevlisi, okulun kapısında bekliyor. Böyle bir ülkede kim yaşamak ister? Ancak bu işsizlik sorununu çözemezsek … Türkiye’yi de korkuların ülkesi haline getiririz. Korkarak yaşamak istemiyorum. Türkiye’nin çözmesi gereken acil mesele bu. Çünkü risk unsuru.”
İşsizliğin azaltılması gerektiği yollu sesleri giderek daha fazla çıkmaya başlayan Hisarcıklıoğlu gibi burjuvaların dert edindikleri şey, elbette milyonların aşsız, işsiz kalıp sefalete sürüklenmeleri değil. Onlar bu aç ve işsiz kitlelerin bir gün isyan etmelerinden ve varoşlardan akıp o 7 metrelik duvarları burjuvazinin kafasına yıkma riskinden korkuyorlar. Ama korkunun ecele faydası yok!
Pembe tablolardan kara senaryolara
Bu sefaletin kapitalizm çerçevesinde düzelmesi ihtimali var mı? Kimi dönemlerde dünyanın kimi bölgelerinde kısmi düzelmeler olabilse bile, dünyanın içine girdiği yeni dönem düşünüldüğünde görünür ufukta böyle bir kapı görünmüyor. Kapitalist dünya sistemi tarihsel bir bunalım dönemine girmiştir. Tam da bunun bir yansıması olarak küresel sermaye diktatörlüğü bu aralar insanlığa çok daha büyük yıkımlar hazırlamakla meşgul. Diğer taraftan bir başka gösterge de, giderek sıklaşan ekonomik sarsıntılardır. Geçen yıl yaz başlarında yaşanan sarsıntının üzerinden 8-9 ay geçmeden yeni bir sarsıntı yaşandı. Oysa çok değil daha bir-iki ay önce,2007’ye girilirken burjuva iktisatçılar, ekonominin dünya ölçeğinde istikrar kazandığından, şöyle iyi büyüdüğünden, böyle güzel gittiğinden bahsedip bu yıla ilişkin pembe tablolar çiziyorlardı. Ama bu pembe umut bulutları çok değil iki ay sonra yerini kara fırtına bulutlarına bıraktı. Küresel ölçekte yaşanan sarsıntının tetikleyicisi, borsa kazançlarının vergilendirilmeye başlanacağının açıklanması üzerine Çin borsasında yaşanan %9 civarındaki düşüş oldu. Aynı zaman zarfında eski merkez bankası başkanı Greenspan’ın ABD’nin durgunluğa girme tehdidiyle yüz yüze olduğunu açıklaması ve Japonya’nın durgunluktan kurtulmaya başlayıp yenin değerini ve faizleri arttırması da, uluslararası sermaye hareketlerini ciddi biçimde etkiledi.
Burjuva iktisatçılar bu sarsıntıların öncü mü, artçı mı yoksa depremin kendisi mi olduğunu tartışadursunlar, yaratılmaya çalışılan pembe tabloya rağmen kapitalizmin içinde bulunduğu sallantılı dönemden hâlâ çıkamadığı çok açık. Bu nedenle sık sık sarsıntılar yaşanıyor ve her sarsıntı dönüp işçi ve emekçi sınıfları vuruyor. “Rüyalar ülkesi” ABD, dünyanın hâkimi olarak kasım kasım kasılırken, Amerikan işçi sınıfının tasarrufları üzerine inşa edilen mortgage sektöründeki dev şirketler iflasın eşiğinde.
Mortgage bağlantılı yatırım piyasasında işlem gören kâğıtların piyasa değeri 6,5 trilyon doları geçerken, bu miktar ABD tahvil piyasasından ve dev fonların yönettikleri varlıklardan daha büyük hacme sahip. Ne var ki mortgage şirketleri ve bankalar için keyifli dönem artık sona ermiş bulunuyor. Çünkü ücretlerdeki gerileme ve artan işsizlik nedeniyle, düşük gelirli Amerikan işçileri yüksek faizli bu kredileri ödeyemeyerek borç batağına batmış durumdalar. Mortgage sektöründe kredi batak oranının %10’lara ulaştığı ve ödeme gecikmelerinin son yedi yılın en yüksek noktasına çıktığı belirtiliyor. Bu durum kredi veren şirketlerin iflas bayrağını çekmelerine pek az zaman kaldığının da habercisi. Böylesine devasa bir sektörde yaşanacak büyük ölçekli bir krizin tüm dünya ekonomisini altüst edeceği ortada.
Kapitalizmin tüm ekonomiyle birlikte krizleri de küreselleştirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Türkiye de bu küresel ekonominin bir parçası, üstelik en kırılgan parçalarından biri. Erdoğan’ın yabancı sermaye girişinde kırılan rekorlarla ve ekonomideki “iyi” gidişatla övünen açıklamalarının üzerinden bir hafta geçmeden, dünya piyasalarındaki çalkantının etkisiyle İMKB’de %10’a varan düşüşlerin yaşanması, doların fırlaması ve iktisatçıları panik havasının sarması bu kırılganlığın son göstergesi.
Türkiye özellikle son bir yıldır, izlediği yüksek faiz politikasıyla yabancı sermayenin gözde ülkelerinden biri haline gelmiş bulunuyor. Bilinçli bir şekilde yüksek tutulan yüzde 20’ler civarındaki faiz, yabancı sermayenin ağzının suyunu akıtıyor. Ne var ki, söz konusu ekonomik kırılganlık nedeniyle Türkiye, sermaye açısından aynı zamanda büyük bir riski de barındırmaktadır. Bu yüzden piyasalardaki ciddi oynamalarda, “sıcak para”nın ilk terk ettiği ülkeler Türkiye gibi ülkeler olmaktadır.
Ekonomideki kötü gidişatı biraz olsun hafifletmek ve devlet borçlarını ödeyebilmek için yabancı sermayeyi ülkeye çekme politikası izleyen AKP hükümeti, kısa vadede bunun yolunu yüksek faiz uygulamasının devam ettirilmesinde görüyor. 2006’da Türkiye’nin Latin Amerika kıtasına akan toplam yabancı sermayeden daha fazlasını çektiği belirtiliyor. Bunda yüksek faiz politikasının çok önemli bir rolü bulunmaktadır:
“Başbakan Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması konusuyla en az ilgilenen kesim, herhalde Türkiye’de devlet kâğıtlarına oynayarak para kazanan yabancı fonlar; yaygın deyimiyle sıcak parayı yönetenler. … Japonya gibi para fazlası olan ülkelerde bazen sıfıra dek düşen, genelde çok düşük faizlerle borçlanıp, Türk Lirası satın alıp, Türkiye’de yüzde 18-19 faizle Hazine kâğıtları alan bu fon yöneticilerinin umurunda olan bir tek şey var: Türkiye’de faizlerin düşmemesi. Milyarlarca dolarlık fon yöneten böyle bir uzmanın «Bizim için Türkiye’de önemli olan faizlerin düşmemesi. Bize şu anda Türkiye kadar kazandıran ülke yok» demesini önemli saymak gerekiyor.” (Murat Yetkin, Radikal, 13 Mart 2007)
Peki milyarlarca dolarlık fonları yönetenlerin yüzünü güldüren bu yüksek faiz ödemelerinin kaynağı nereden gelmektedir? Elbette işçilerin, emekçilerin sırtından ve cebinden. Devlet gelirlerinin büyük bölümünü oluşturan emekçi sınıflara ödettirilen dolaylı ve dolaysız vergiler, işçilerin her geçen gün daha da geriletilen ücretleri, sürekli kırpılan kamu harcamaları, eğitime aktarılması gereken fakat aktarılmayan pay, sağlıktan yani insan hayatından yapılan “tasarruf”, yerli ve yabancı sermayedarların daha da zengin kılınması için kullanılıyor.
Şurası çok açık ki, ister Amerika’da olsun ister Türkiye’de, ister Çin’de olsun ister Hindistan’da, sermaye işçi sınıfının emeğinden ve hayatından çalınanlarla büyüyor. Bu sömürü düzeni devam ettiği sürece, burjuvazi milyarderler listesindeki üyelerini her geçen yıl daha da arttırırken, sayıları milyarlara varanlar, açlıktan, yoksulluktan, aşırı çalışmaktan, önlenebilir hastalıklardan, iş kazalarından, savaşlardan dolayı kırılmaya devam edecekler. İki seçeneğimiz var: ya dur diyeceğiz bu gidişe, ya da devam edeceğiz sömürücülere hayat vermeye.
link: İlkay Meriç, Biz Yoksullaştıkça Onlar Zenginleşiyor, Nisan 2007, https://marksist.net/node/1494
Har(a)ç ödeyemeyen öğrenciler sınavlardan atılıyor!
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /13