***************************
BİRİNCİ KISIM
***************************
KOMÜNİST ENTERNASYONAL TASLAK PROGRAMI
Temellerin Bir Eleştirisi
Komintern’in tüm faaliyetini yıllar boyunca belirleyecek temel belge olan Taslak program, Beşinci Kongreden dört yıl sonra yapılmakta olan Kongre toplantısından yalnızca birkaç hafta önce yayınlandı. Taslağın yayınlanmasındaki bu gecikme, ilk taslağın[6] daha Beşinci Kongre öncesinde yayınlanmış olmasından dem vurularak haklı çıkarılamaz, çünkü o günden bu yana yıllar geçti. İkinci taslak tüm yapısı itibarıyla ilkinden farklıdır ve son birkaç yılın gelişmelerini özetlemeye çalışmaktadır. Telâş izleri taşıdığı açık olan ve hatta baştan savma olan bu taslağın, Altıncı Kongrede kabul edilmesinden daha aceleci ve daha düşüncesizce bir şey olamazdı. Zira ne basında başlangıç kabilinden ve bilimsel nitelikte herhangi bir eleştiri yer almıştır, ne de Komintern (Komünist Enternasyonal) partilerinde geniş bir tartışma yürütülmüştür.
Taslağın elimize ulaşmasıyla bu mektubun gönderilmesi arasında bize kalan birkaç gün boyunca, programda ele alınması gereken yaşamsal sorunlardan ancak birkaçı üzerinde durabildik.
Zaman kısıtlılığı yüzünden, taslakta değinilen ve bugün belki daha az yakıcı olan ama yarın istisnai bir önem kazanabilecek olan çok önemli kimi sorunları hiç düşünmeksizin bir kenara bırakmak zorunda kaldık. Bu hiç de, onları eleştirmenin, mevcut çalışmanın hasredildiği taslak kısımlarını eleştirmekten daha az gerekli olduğu anlamına gelmemektedir.
Yeni taslak üzerindeki çalışmamızı, birtakım elzem bilgilerin elde edilmesini olanaksız kılan koşullar altında yapmak zorunda olduğumuzu da eklemeliyiz. İlk program taslağını bile edinemediğimizden ve bununla bağlantılı olarak, diğer bir-iki durumda olduğu gibi, hafızamıza güvenmek zorunda kaldığımızdan söz etmek sanırız yeterlidir. Hiç kuşku yok ki, tüm alıntılar orijinal kaynaklardan yapılmış ve dikkatle kontrol edilmiştir.
I
ULUSLARARASI DEVRİM PROGRAMI MI, TEK ÜLKEDE SOSYALİZM PROGRAMI MI?
Altıncı Kongrenin gündemindeki en önemli sorun bir programın kabulüdür. Bu programın niteliği, Enternasyonal’in çehresini uzun bir süre belirleyip şekillendirebilir. Bir programın önemi, genel teorik görüşleri formüle ediş tarzından kaynaklanmaz (son tahlilde bu, bir “kaleme alma”, yani gerçeklerin ve kesin olarak elde edilmiş genellemelerin özlü bir şekilde açıklanması sorununa indirgenir); sorun daha çok, özellikle de olaylar ve hatalar bakımından çok zengin olan son beş yılın devrimci mücadelelerinin ekonomik ve politik deneyimlerinin bir muhasebesini çıkarma sorunudur. Zira son birkaç yıldır Komünist Enternasyonal’in kaderi, kelimenin gerçek anlamıyla bu olayların, hataların ve anlaşmazlıkların programda yorumlanış ve karara bağlanış tarzına bağlıdır.
1. Programın Genel Yapısı
Çağımız, mali sermayenin hegemonyası altındaki dünya ekonomisi ve dünya politikası çağı olan emperyalizm çağıdır. Bu çağda hiçbir komünist parti, yalnız ya da esas olarak kendi ülkesindeki gelişme koşullarından ve eğilimlerinden yola çıkarak programını oluşturamaz. Bu, SSCB sınırları içinde devlet iktidarını elinde bulunduran parti için de tümüyle geçerlidir. 4 Ağustos 1914’te,[7] ulusal programlar için sonsuza dek ölüm çanları çaldı. Proletaryanın devrimci partisi, kendini ancak, kapitalizmin en yüksek derecede gelişme ve çökme çağı olan mevcut çağın karakterine uygun olan bir uluslararası programa dayandırabilir. Bir uluslararası komünist program, hiçbir durumda, ulusal programların bir toplamı ya da onların ortak özelliklerinin bir karışımı değildir. Uluslararası program, doğrudan doğruya, tüm bağlantıları ve çelişkileri içinde, yani ayrı ayrı parçalarının kendi aralarındaki karşılıklı uzlaşmaz bağımlılığı içinde, bir bütün olarak alınan dünya ekonomisinin ve dünya politik sisteminin koşullarının ve eğilimlerinin tahlilinden yola çıkmalıdır. Çağımızda, proletaryanın ulusal yönelimi geçmiştekinden çok daha büyük ölçüde, ancak bir dünya yöneliminden doğabilir ve doğmalıdır; tersi geçerli değildir. Komünist enternasyonalizm ile tüm ulusal sosyalizm çeşitlemeleri arasındaki temel ve başlıca farklılık burada yatmaktadır.
Bu düşünceler temelinde, bu yılın Ocak ayında şunu yazmıştık: “Bir Komintern program taslağı hazırlamak için çalışmaya başlamalıyız (Buharin’in programı, bir dünya komünist partisi programı değil Komintern’in bir ulusal seksiyonunun kötü bir programıdır).” (Pravda, 15 Ocak 1928)
Amerika Birleşik Devletleri sorununun bir dünya sorunu, terimin en doğrudan anlamıyla bir Avrupa politikası sorunu olarak ortaya çıktığı 1923-1924’ten beri, ısrarla bu düşünceler üzerinde durduk.
Pravda, yeni taslağı tavsiye ederken, komünist bir programın “yalnızca temel varsayımlarının varlığıyla değil, yapısının karakteristik enternasyonalizmiyle de uluslararası sosyal demokrasinin programından kökten farklı olduğu”nu yazdı. (Pravda, 29 Mayıs 1928)
Bu biraz bulanık formülasyonda, yukarıda belirttiğimiz ve daha önceleri inatla reddedilen görüş açıkça ifade edilmiştir. Buharin tarafından sunulan ve ciddi bir düşünce alış verişini dahi uyarmadığı gibi, buna herhangi bir olanak da sunmayan ilk taslak programdan kopuş ancak memnunlukla karşılanabilir. İlk taslak, soyut bir ülkenin sosyalizme doğru gelişiminin kuru ve şematik bir tasvirini verirken, yeni taslak, ne yazık ki ve göreceğimiz gibi tutarsız ya da başarısız bir biçimde, dünya ekonomisinin bütününü, tek tek parçalarının kaderini belirleyen temel olarak almaya çalışmaktadır.
Farklı gelişme düzeylerindeki ülkeleri ve kıtaları bir karşılıklı bağımlılık ve karşıtlık sistemi içinde birleştiren, gelişimlerinin çeşitli aşamalarını aynı düzeye getiren ve aynı zamanda derhal bunlar arasındaki farklılıkları arttıran ve ülkeleri acımasızca karşı karşıya getiren dünya ekonomisi, tek tek ülkelerin ve kıtaların ekonomik yaşamı üzerinde hüküm süren güçlü bir gerçeklik haline gelmiştir. Tek başına bu temel olgu, bir dünya komünist partisi düşüncesine erişilmez bir gerçeklik kazandırmaktadır. Emperyalizm, bir bütün olarak dünya ekonomisini gelişimin özel mülkiyet temelinde genel olarak ulaşabileceği en yüksek evreye getirerek, taslağın girişinde oldukça doğru olarak ifade edildiği gibi, “dünya ekonomisinin üretici güçlerinin büyümesi ile ulusal-devlet engelleri arasındaki çelişkiyi aşırı derecede şiddetlendirmiştir.”
İlk kez son emperyalist savaş sırasında insanlığa canlı olarak gösterilen bu önermenin anlamını kavramaksızın, dünya politikasının ve devrimci mücadelenin en büyük sorunlarının çözümü için tek bir adım dahi atamayız.
Bu tek doğru bakış açısını, tamamen karşıt nitelikteki eğilimlerle uzlaştırma çabası, sorunun temel yanlarına ilişkin yeni yaklaşım tarzının ilkesel önemini tümüyle sıfırlayarak, taslağı en kaba çelişkilerin arenasına dönüştürmeseydi, yeni taslakta programın ana eksenindeki radikal değişikliği ancak memnunlukla karşılardık.
2. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa
Talih eseri olarak ıskartaya çıkarılan ilk taslağı nitelendirmek için, bu taslakta, anımsadığımız kadarıyla, Amerika Birleşik Devletlerinin adının dahi ağza alınmadığını söylemek yeterlidir. Emperyalist çağın gerçek karakterinden dolayı, yalnızca soyut ve teorik değil, somut ve tarihsel kesitlerinde de incelenmesi gereken bu çağa özgü temel sorunlar, ilk taslakta, “genel olarak” kapitalist bir ülkenin cansız şeması içinde eritildi. Bununla birlikte, yeni taslak –ve bu şüphesiz ileriye doğru ciddi bir adımdır– şimdi, “dünyanın ekonomik merkezinin Amerika Birleşik Devletleri’ne kaydığından”; “Dolar Cumhuriyetinin bir dünya sömürücüsüne dönüşmesinden”; ve son olarak da, Kuzey Amerika ile Avrupa kapitalizmi, öncelikle de İngiliz kapitalizmi arasındaki rekabetin “dünyadaki çatışmaların ekseni haline geldiğinden” söz etmektedir. Bugün oldukça açıktır ki, dünya durumunun bu temel olgularının ve etkenlerinin açık ve kesin bir tanımını içermeyen bir program, uluslararası devrimci partinin programıyla hiçbir ortaklık taşımayacaktır.
Ne yazık ki, biraz önce işaret ettiğimiz modern çağdaki dünya gelişiminin temel olguları ve eğilimlerinden, taslak metninde yalnızca ismen söz edilmekte ve bunlar bütünsel yapıyla içsel herhangi bir bağlantıya sahip olmaksızın ve perspektif ya da strateji konusunda hiçbir sonuca varmaksızın, teorik geri-yazım yoluyla adeta ona aşıyla tutturulmaktadır.
Alman Komünist Partisinin teslimiyetinden ve Alman proletaryasının 1923’teki yenilgisinden bu yana Amerika’nın Avrupa’daki yeni rolü, kesinlikle değerlendirilmeden bırakılmıştır. Sosyal demokrasinin “yeniden doğma”sı gibi, Avrupa’nın “istikrar kazanma”,[8] “normalleşme” ve “pasifleşme” döneminin de, Avrupa’daki olaylara Amerikan müdahalesinin ilk adımlarıyla yakın maddi ve ideolojik bağlantı içinde ilerlediği şeklinde bir açıklama girişiminde hiçbir biçimde bulunulmamıştır.
Üstelik, Amerikan yayılmasının kaçınılmaz olarak artan gelişmesinin ve Avrupa pazarının kendisi de dahil Avrupa sermayesinin tüm pazarlarının daralmasının, ardında tüm geçmişin fonda kaybolup gideceği, en büyük askeri, ekonomik ve devrimci çalkantılara yol açacağı da gösterilmemiştir.
Yine, Birleşik Devletlerin karşı durulmaz basıncının, kapitalist Avrupa’nın dünya ekonomisindeki payını sürekli olarak daha da sınırlayacağı da açığa kavuşturulmamıştır; ve bu, şüphesiz, şiddetli askeri çatışma nöbetlerinin eşlik ettiği Avrupa’daki devletlerarası ilişkilerde bir yumuşamaya değil korkunç bir gerginleşmeye işaret etmektedir. Zira sınıflar gibi devletler de, kıt ve azalan bir pay için, bol ve büyüyene göre daha sert bir şekilde mücadele ederler.
Taslak, Avrupa’daki devletlerarası çelişkiler kaosunun, sürekli olarak daha da merkezileşen bir Kuzey Amerika cumhuriyetine karşı herhangi türden ciddi ve başarılı bir direnci ümitsiz kıldığını; ve Avrupa kaosunun Avrupa Birleşik Sovyet Devletleri yoluyla çözümünün proleter devrimin ilk görevlerinden birisi olduğunu ifade etmemektedir. Proleter devrim (kesinlikle sınırların varlığı nedeniyle), Amerika’ya göre Avrupa’da sınırsız derecede daha yakındır ve bu yüzden çok muhtemelen Kuzey Amerika burjuvazisine karşı kendini savunmak zorunda kalacaktır.
Diğer taraftan, Birleşik Devletler’in uluslararası gücü ve bundan kaynaklanan karşı konulmaz yayılışının, onu, tüm dünyadaki barut depolarını, yani Doğu ile Batı arasındaki tüm çelişkileri, yaşlı Avrupa’daki sınıf mücadelesini, sömürgelerdeki kitlelerin ayaklanmalarını, tüm savaşlar ve devrimleri, yapısının temellerine dahil etmeye zorladığı olgusundan (ve bu tam da aynı dünya sorununun önemli bir evresidir) hiçbir şekilde söz edilmemiştir. Bir yandan bu, yerkürenin her köşesinde “düzen”in devamıyla sürekli olarak daha fazla ilgilenen Kuzey Amerikan kapitalizmini modern çağın esas karşı-devrimci gücüne dönüştürürken; diğer yandan zaten egemen olan ve halen genişleyen dünya emperyalist iktidarı için de muazzam bir devrimci patlamaya zemin hazırlamaktadır. Dünya ilişkilerinin mantığı, bu patlama anının Avrupa’daki proleter devrim patlamasının ardından çok fazla oyalanamayacağını göstermektedir.
Amerika ile Avrupa arasındaki karşılıklı ilişkilerin diyalektiğini açıklamamız, bizi Avrupa’daki çelişkilerin varlığının pasifist inkârıyla, Kautsky’nin ultra-emperyalizm teorisinin kabulüyle ve diğer pek çok günahla suçlayan son yılların en değişik ithamlarının hedefi haline getirdi. Burada, olsa olsa gerçek süreçler ve bu süreçler karşısındaki tavrımıza ilişkin tam bir cehâletten kaynaklanan bu “ithamlar” üzerinde durmaya hiç gerek yok. Ne var ki, laf arasında, taslak programın yazarlarının bu en yaşamsal dünya sorununu karıştırmak ve bulandırmak için, bizim sorunu formüle edişimize karşı küçük mücadelelerinde harcadıklarından daha fazla boşa çaba harcamanın güç olacağını gözlemekten kendimizi alamıyoruz. Bununla birlikte, formülasyonumuz olayların akışı tarafından tümüyle doğrulanmıştır.
Daha şu yakınlarda, önde gelen komünist organlarda, Birleşik Devletler’de patlamak üzere olan ticari ve sınai krizden söz edilerek, Amerikan hegemonyasının önemi kâğıt üzerinde küçümsenmeye çalışıldı. Burada Amerikan krizinin süresi ve onun olası derinliği özel sorununa ilişkin bir çalışmaya giremiyoruz. Bu bir konjonktür sorunudur, program sorunu değil. Hiç kuşku yok ki, bize göre, bir krizin kaçınılmazlığı tümüyle su götürmezdir; Amerikan kapitalizminin mevcut dünyasal ölçeğini hesaba katarak, gelecek krizin muazzam bir derinliğe ve keskinliğe ulaşacağının konu dışı olduğunu da düşünmüyoruz. Fakat buradan Kuzey Amerika’nın hegemonyasının sınırlanacağı ya da zayıflayacağı sonucuna varma çabası için hiçbir gerekçe yoktur. Böyle bir sonuç, yalnızca en büyük stratejik hatalara yol açabilir.
Durum tam da tersidir. Kriz döneminde, Birleşik Devletler’in hegemonyası, yükseliş dönemine göre daha tam, daha açıkça ve daha acımasızca işleyecektir. Birleşik Devletler, bunun Asya, Kanada, Güney Amerika, Avustralya ya da bizzat Avrupa’da olup olmamasına ya da bunun barış ya da savaş yoluyla gerçekleşip gerçekleşmemesine bakmaksızın, öncelikle Avrupa’nın zararına, sıkıntı ve hastalıklarının üstesinden gelmeye ve kendini bunlardan kurtarmaya çalışacaktır.
Açıkça anlamalıyız ki, Amerikan müdahalesinin ilk dönemi, bugün hâlâ hatırı sayılır ölçüde ayakta kalan Avrupa’da istikrar ve pasifleşme etkisi doğurmuşsa ve bu dönemsel olarak tekrarlayabilecekse ve daha da güçlenecekse (özellikle proletaryanın yeni yenilgileri durumunda), Amerikan politikasının genel çizgisi, özellikle de onun ekonomik sıkıntıları ve krizi sırasında, tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da da çok derin çalkantılara yol açacaktır.
Buradan önemsiz olmayan bir sonuç çıkarıyoruz; gelecek on yıldaki devrimci durumlar geçen on yıldakinden hiç de az olmayacaktır. Bu nedenledir ki, bu tip hareketlere beklenmedik bir anda yakalanmamak için, gelişmenin ana etkenlerini doğru bir şekilde kavramak son derece önemlidir. Eğer geçen on yıldaki devrimci durumların ana kaynağı emperyalist savaşın doğrudan sonuçlarına bağlıysa, savaş sonrası ikinci on yıldaki devrimci kabarışların en önemli kaynağı Avrupa ve Amerika’nın karşılıklı ilişkileri olacaktır. Birleşik Devletler’deki büyük bir kriz, yeni savaşlar ve devrimler için tehlike çanlarını çalacaktır. Tekrarlıyoruz: Devrimci durumlar eksik olmayacaktır. Tüm sorun proletaryanın uluslararası partisi, Komintern’in olgunluğu ve savaşma yeteneği, ve onun stratejik konumunun ve taktik yöntemlerinin doğruluğu üzerinde dönmektedir.
Komintern’in taslak programında, kesinlikle, bu düşünce eğilimine ilişkin hiçbir ifade bulunamaz. Bu kadar önemli bir olgunun üzeri, öyle görünüyor ki, “dünya ekonomik merkezinin Birleşik Devletler’e kayması” gibi rasgele bir gazetecilik yorumuyla örtüldü. Bunu yer darlığı temelinde haklı göstermek şüphesiz tümüyle olanaksızdır, bir programda temel sorunlara değilse neye yer ayrılacaktır? Üstelik, şu da eklenmelidir ki, programda ikincil ve üçüncül önemdeki sorunlara çok fazla yer ayrılmıştır, genel yazınsal gevşeklik ve çıkarıldığında programı en az üçte bir kısaltabilecek sayısız tekrarlar da cabası.
3. Avrupa Birleşik Sovyet Devletleri Sloganı
Oldukça uzun bir iç mücadeleden sonra 1923’te Komintern tarafından kabul edilen Avrupa Birleşik Sovyet Devletleri sloganının, yeni taslak programda atlanmasını haklı çıkaracak hiçbir şey yoktur.[9] Yoksa bu, yazarların Lenin’in 1915’teki konumuna “geri dönme”yi istemesi midir? Eğer durum buysa öncelikle konuyu doğru anlamalıdırlar.
İyi bilindiği gibi Lenin, savaşın başlarında, Avrupa Birleşik Devletleri sloganı konusunda tereddütlüydü. Slogan, orijinal olarak Sosyal Demokrat’ın (o zamanlar partinin merkezi yayın organı) tezlerinde içeriliyordu ve daha sonra Lenin tarafından reddedildi. Bizzat bu, burada ele alınan sorunun, sloganın prensipte genel olarak kabul edilebilirliği sorunu olmadığını, yalnızca onun taktik bir değerlendirmesi, mevcut durum açısından olumlu ve olumsuz yönlerini tartma sorunu olduğunu göstermektedir. Söylemek gereksiz ki, Lenin, kapitalist bir Avrupa Birleşik Devletleri’nin gerçekleşebilmesi olasılığını reddediyordu. Avrupa Birleşik Devletleri sloganını sırf Avrupa’da muhtemel bir proletarya diktatörlüğü devlet biçimi olarak ileri sürdüğümde, soruna benim yaklaşımım da buydu.
O zamanlar şöyle yazmıştım:
Avrupa’nın az çok tam ekonomik birliğinin, kapitalist hükümetler arasındaki bir anlaşma sayesinde yukarıdan gerçekleştirilmesi, bir ütopyadır. Bu yolda, kısmi uzlaşmalar ve yarım tedbirlerin ötesine geçilemez. Fakat, hem üreticiler ve tüketiciler hem de genel olarak kültürün gelişimi açısından muazzam avantajlara yol açacak olan Avrupa’nın ekonomik birliği, tek başına bu, emperyalist korumacılığa ve onun aracı olan militarizme karşı mücadelesinde Avrupa proletaryasının devrimci görevi haline gelmektedir. [Troçki, “Barış Programı”, Eserler, Cilt III, kısım 1, s.85, Rusça baskı]
Ayrıca,
“Avrupa Birleşik Devletleri, herşeyden önce, Avrupa’da proletarya diktatörlüğünün bir biçimidir –tek makûl biçimi.” [age, s.92]
Ama Lenin, sorunun bu formülasyonunda bile, o zamanlar belli bir tehlike görmüştür. Tek bir ülkede bir proletarya diktatörlüğü deneyiminin ve o dönemin Sol kanat sosyal demokrasisinde bile bu konuda teorik açıklığın bulunmadığı koşullarda, Avrupa Birleşik Devletleri sloganı, proleter devrimin en azından tüm Avrupa kıtasında eşzamanlı olarak başlaması gerektiği düşüncesine yol açabilirdi. Lenin’in bir uyarı yayınlaması tam da bu tehlikeye karşıdır, ama bu noktada Lenin ve benim aramda en ufak bir fark yoktur. O sırada şöyle yazmıştım:
Hiçbir ülke, mücadelesinde diğer ülkeleri “beklemek” zorunda değildir. Şu temel düşünceyi tekrarlamak yararlı ve gerekli olacaktır; savsaklamacı uluslararası eylemsizlik, paralel uluslararası eylemin yerini alamaz. Diğerlerini beklemeksizin, inisiyatifimizin diğer ülkelerdeki mücadeleye bir itilim kazandıracağı inancıyla, ulusal temellerde mücadeleye başlamalıyız ve devam etmeliyiz. [age, s.89-90]
Daha sonra, KEYK’in Yedinci Plenumunda Stalin’in, “Troçkizm”in en uğursuz ifadesi olarak, yani devrimin iç güçlerine “güven eksikliği” ve dışarıdan yardım ümidi olarak sunduğu şu sözlerim gelmektedir:
Ve eğer bu [diğer ülkelerde devrimin gelişmesi -L.T.] olmazsa, örneğin devrimci bir Rusya’nın tutucu Avrupa karşısında dayanabileceğini ya da sosyalist bir Almanya’nın kapitalist bir dünyada yalıtık kalabileceğini düşünmek umutsuz olacaktır (bu hem tarihsel deneyim tarafından, hem de teorik bakımlardan doğrulanmıştır). [age, s.90]
Yedinci Plenumun, “Troçkizmi”, bu “temel sorunda Leninizmle ortak hiçbir yanı olmayan” bir tutum almakla kınamasının temelinde, bu ve birkaç benzer alıntı yatmaktadır. Bu yüzden bir an için duralım ve bizzat Lenin’i dinleyelim.
Lenin, 7 Mart 1918’de, Brest-Litovsk barışı sırasında şunları söylemiştir:
“Bu bize bir derstir, çünkü Almanya’da bir devrim olmaksızın yok olacağımız mutlak gerçektir.” [Lenin, Eserler, Cilt XV, s.132, Rusça (eski) baskı]
Bir hafta sonra şöyle demiştir:
“Dünya emperyalizmi, ilerleyen muzaffer bir toplumsal devrimle yan yana yaşayamaz.” [age, s.175]
Birkaç hafta sonra, 23 Nisanda Lenin şunları demektedir:
“Geriliğimiz bizi ileri itti ve eğer diğer ülkelerin ayaklanan işçilerinin güçlü desteğiyle karşılaşana kadar dayanamazsak yok olacağız.” [age, s.187, vurgu bizim]
Ama belki de bu, tümüyle Brest-Litovsk krizinin özgün etkisi altında söylenmişti? Hayır! Mart 1919’da Lenin tekrar şunları söylemektedir:
Biz yalnızca bir devlette değil bir devletler sisteminde yaşıyoruz ve Sovyet Cumhuriyeti’nin herhangi bir zaman dilimi için emperyalist devletlerle yan yana varolması tasavvur edilemez bir şeydir. Sonunda biri ya da öteki muzaffer olmak zorundadır. [Eserler, Cilt XVI, s.102]
Bir yıl sonra, 7 Nisan 1920’de Lenin tekrarlar:
Kapitalizm, uluslararası ölçekte alınırsa, şimdi bile, yalnızca askeri anlamda değil, ekonomik anlamda da, Sovyet iktidarından güçlüdür. Bizler bu temel düşünceden hareket etmeliyiz ve bunu asla unutmamalıyız. [Eserler, Cilt XVII, s.102]
27 Kasım 1920’de, Lenin, ödünler sorununa değinirken, şöyle demektedir:
Şimdi, savaş arenasından barış arenasına geçtik ve savaşın tekrar geleceğini unutmadık. Kapitalizmle sosyalizm yan yana durdukça, bizler barış içinde yaşayamayız; sonunda biri ya da öteki muzaffer olacaktır. Ya dünya kapitalizminin ölümü ya da Sovyet Cumhuriyeti’nin ölümü üzerine bir ölüm ilânı okunacaktır. Şu anda yalnızca savaşa ara vermiş durumdayız. [age, s.398]
Ama belki de Sovyet Cumhuriyeti’nin devam eden varlığı, Lenin’i, “hatasını kabul etme”ye ve Ekim Devriminin “iç gücüne güven eksikliğinden” vazgeçmeye sevk etmiştir?
Temmuz 1921’de, Komintern’in Üçüncü Kongresinde, Lenin, Rusya Komünist Partisinin taktikleri üzerine tezlerde şunu bildirir:
Her ne kadar aşırı derecede güvenilmez ve kararsızsa da, sosyalist cumhuriyetin kapitalist kuşatma altında varlığını sürdürmesini olanaklı kılan –şüphesiz büyük bir zaman dilimi için değil– bir denge yaratıldı.
Tekrar, 5 Temmuz 1921’de, Lenin Kongre oturumlarından birinde doğrudan şunu ifade etmiştir:
Bizim için açıktır ki, uluslararası dünya devriminin yardımı olmaksızın, proleter devrimin bir zaferi olanaksızdır. Devrim öncesinde bile, sonrasında olduğu gibi, devrimin diğer geri ülkelerde ve daha yüksek derecede gelişmiş ülkelerde, ya acilen ya da en azından çok yakında meydana geleceğini, aksi taktirde yok olacağımızı düşündük. Bu kanıya rağmen, Sovyet sistemini her koşul altında korumak için elimizden geleni yaptık, çünkü biliyoruz ki, yalnızca kendimiz için değil, aynı zamanda uluslararası devrim için çalışıyoruz. [Eserler, Cilt XVIII, kısım 1, s.321]
Yalınlıkta bu kadar muhteşem olan ve her tarafına enternasyonalizm ruhu sızan bu sözler, epigonların mevcut kendini beğenmiş uydurmalarından nasıl da sonsuz ölçüde uzaktır!
Her durumda, şunu sorma hakkına sahibiz: Lenin’in tüm bu ifadelerinin, benim 1915 yılında, Rusya’da yaklaşan devrimin ya da yaklaşan sosyalist Almanya’nın “kapitalist bir dünyada yalıtık” kalırsa tek başına dayanamayacağı şeklindeki kanımdan farklı olduğu yer neresidir? Zaman faktörünün, yalnızca benim tarafımdan önerilenden değil, Lenin’in tahminlerinden de farklı olduğu ortaya çıkmıştır. Ancak temel düşünce bugün bile tüm gücünü korumaktadır, hatta belki eskisinden bile daha fazla. Bu düşünce, KEYK’in Yedinci Plenumunun beceriksiz ve gayri dürüst bir konuşma temelinde yaptığı gibi mahkûm edilmek yerine, Komünist Enternasyonal programına dahil edilmeliydi.
1915’te Avrupa Birleşik Sovyet Devletleri sloganını savunarak, eşitsiz gelişme yasasının kendi içinde bu slogana karşı bir argüman olmadığına, çünkü farklı ülkelerin ve kıtaların tarihsel gelişimindeki eşitsizliğin kendi içinde eşitsiz olduğuna işaret ettik. Avrupa ülkeleri de, birbirlerine göre eşitsiz gelişirler. Ancak mutlak tarihsel kesinlikle iddia edilebilir ki, en azından değerlendirme konusu olan tarihsel dönemde, bu ülkelerden hiçbirisi Amerika’nın Avrupa’nın önünde koşması gibi, diğerlerinin önünde koşmaya yazgılı değildir. Amerika için bir eşitsizlik ölçüsü vardır, Avrupa için bir başka. Coğrafi ve tarihsel olarak, koşullar, Avrupa ülkeleri arasında öylesine sıkı bir organik bağ oluşturmuştur ki, kendilerini bundan koparmalarının hiçbir yolu yoktur. Avrupa’nın modern burjuva hükümetleri, bir tek arabaya zincirle bağlı katiller gibidirler. Avrupa’da devrim, zaten söylendiği gibi, son tahlilde Amerika için de belirleyici önemde olacaktır. Fakat doğrudan doğruya, yakın tarihte, Almanya’da bir devrim, Fransa için, Amerika Birleşik Devletleri için olduğundan sonsuz derecede daha büyük bir öneme sahip olacaktır. Avrupa Sovyet Federasyonu sloganının politik canlılığı, kesinlikle bu tarihsel olarak gelişen ilişkiden doğmaktadır. Onun göreli canlılığından söz ettik, çünkü şurası bellidir ki, bu Federasyon büyük Sovyetler Birliği köprüsünden geçerek Asya’ya uzanacak ve daha sonra bir Dünya Sosyalist Cumhuriyetler birliğini gerçekleştirecektir. Ama bu, ikinci bir çağı ya da emperyalizm çağının sonraki büyük bir bölümünü kapsayacaktır ve yaklaştıkça ona uygun düşen formülleri de bulacağız.
Başka alıntılarla da hiçbir zorluk olmaksızın kanıtlanabilir ki, Avrupa Birleşik Devletleri sorunu üzerine Lenin’le 1915’teki farklılığımız sınırlı, taktiksel ve özünde geçici bir nitelikteydi; fakat bu, olayların sonraki akışı tarafından daha iyi doğrulanmıştır. Komünist Enternasyonal 1923’te bu ihtilâflı sloganı benimsedi. Avrupa Birleşik Devletleri sloganının, taslak programın yazarlarının şimdi savunmaya çalıştıkları gibi, 1915’te ilkesel temellerde kabul edilemez olduğu doğru olsaydı, Komünist Enternasyonal onu muhtemelen benimseyemezdi. Eşitsiz gelişme yasası –herhalde– bu yıllarda etkinliğini kaybetmemişti.
Sorunun yukarıda özetlenen tüm formülasyonu, bir bütün olarak ele alınan devrimci sürecin dinamiklerinden kaynaklanmaktadır. Tüm somutluğu ve meydana geliş sırası içinde önceden haber verilemeyen fakat genel tarihsel hatları içinde büsbütün açık seçik olan uluslararası devrim, birbirine bağlı bir süreç olarak düşünülür. Sonuncusu anlaşılmadıkça, doğru bir politik yönelim tümüyle olanaksızdır.
Ne var ki, tek ülkede oluşan ve hatta tamamlanan bir sosyalist gelişme düşüncesinden hareket edersek, sorun oldukça farklı bir şekilde görünür. Bugün, sosyalizmin tek ülkede tümüyle kuruluşunun olanaklı olduğunu ve bu ülkenin kapitalist dünyayla ilişkilerinin dünya burjuvazisini “tarafsızlaştırma” (Stalin) temelinde kurulabileceğini öğreten bir “teorimiz” var. Esasen ulusal-reformist olan ve devrimci-enternasyonalist olmayan bu bakış açısı benimsenirse, bir Avrupa Birleşik Devletleri sloganının gerekliliği gitgide yok olur ya da en azından azalır. Ancak bu slogan, bizim bakış açımızdan önemlidir ve yaşamsal derecede gereklidir, çünkü içinde yalıtık bir sosyalist gelişme düşüncesinin mahkûm edilmesi saklıdır. Kendi başına sınıfları harekete geçiremeyen herhangi türden soyut uluslararası dayanışma kaygılarından dolayı değil, Lenin’in yüzlerce kez formüle ettiği yaşamsal kaygılardan –yani, uluslararası devrimden zamanında yardım gelmezse dayanamayacağımız– dolayı, devrimi komşu ülkelere yaymak ve oralardaki ayaklanmaları elde silâh desteklemek, her Avrupa ülkesinin proletaryası için, hatta SSCB’den çok daha büyük bir ölçüde –bununla birlikte farklılık yalnızca bir derece farkıdır– yaşamsal zorunluluk olacaktır. Birleşik Sovyet Devletleri sloganı, tüm ülkelerde eşzamanlı olarak patlak vermeyen, ancak ülkeden ülkeye geçen ve bu ülkeler arasında, özellikle Avrupa arenasında, en sıkı bağları gerektiren –hem en güçlü dış düşmanlara karşı savunma amacıyla hem de ekonomik inşa amacıyla– proleter devrimin dinamiklerine tekabül etmektedir.
Bu sloganın kabulü için en son itkiyi sağlayan Ruhr krizi dönemi izlenerek, bu krizin Avrupa komünist partileri için ajitasyonda çok büyük bir rol oynamadığı ve deyim yerindeyse kök salmadığı ileri sürülerek, elbette bir itiraz yükseltmeye kalkışılabilir. Ancak bu, işçi devleti, Sovyetler, vs., yani doğrudan doğruya ön-devrim durumunun sloganları gibi sloganlar için de aynı derecede doğrudur. Bunun açıklaması, Beşinci Kongrenin yanlış politik değerlendirmelerine rağmen, Avrupa kıtasındaki devrimci hareketin 1923’ün sonundan beri gerileme içinde olması olgusunda yatmaktadır. Ama tam da bu nedenle, bir programı yalnızca bu dönem boyunca edinilen izlenimlere tamamen ya da kısmen dayandırmak ölümcüldür. Tüm önyargılara rağmen, Avrupa Birleşik Sovyet Devletleri sloganının 1923’te, yani Almanya’da devrimci bir patlamanın beklendiği ve Avrupa’daki devletlerin karşılıklı ilişkileri sorununun aşırı derecede yakıcı bir nitelik kazandığı bir sırada kesin olarak kabul edilmesi yalnızca bir rastlantı değildi. Avrupa ve gerçekte dünya krizindeki her yeni şiddetlenme, temel politik sorunları öne çıkarmak için ve Avrupa Birleşik Devletleri sloganına çekici bir güç kazandırmak için yeterince keskindir. Bu yüzden, programda, bu sloganı reddetmeyip sessizce geçiştirmek, yani “acil durumda” kullanmak için rezerve etmek esas itibarıyla yanlıştır. İlkesel sorunlar söz konusu olduğunda, rezervasyonlar yapma politikası boşunadır.
4. Enternasyonalizmin Kriteri
Taslak, öğrenmiş olduğumuz gibi, kendi inşasına dünya ekonomisi ve onun içsel eğilimleri bakımından devam etmeye çalışmaktadır; takdire layık bir girişim. Pravda, bizimle ulusal-yurtsever sosyal-demokrasi arasında prensipteki temel farkın burada yattığını söylerken kesinlikle haklıdır. Proletaryanın uluslararası partisinin programı, ancak tek tek parçalarına hükmeden dünya ekonomisi kalkış noktası olarak alınırsa inşa edilebilir. Fakat taslak, dünya gelişiminin ana eğilimlerini incelerken, yalnızca kendi değerini düşüren yetersizlikleri açık etmekle kalmamakta, yukarıda da dikkat çekildiği gibi, onu ciddi gaflar yapmaya sevk eden kaba bir tek yanlılık da sergilemektedir.
Taslak, temel bakımdan ve bu gelişmenin neredeyse toptan belirleyici yasası olarak, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasına, yerli yersiz defalarca gönderme yapmaktadır. Temel bir yanlış da dahil olmak üzere, Taslaktaki bir dizi hata teorik olarak eşitsiz gelişme yasasının tek taraflı ve Marksist ve Leninist olmayan yanlış bir yorumuna dayandırılmaktadır.
Taslağın ilk bölümü, “ekonomik ve politik gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bu eşitsizlik, emperyalizm çağında daha belirgin ve şiddetli olmaktadır” diyor.
Bu doğru. Bu formülasyon, son dönemde Stalin’in, eşitsiz gelişme yasasının ne Marx ne de Engels tarafından bilinmediğini, fakat güya ilk kez Lenin tarafından keşfedildiğini ileri süren formülünü kısmen mahkûm etmektedir. 15 Eylül 1925’te Stalin, Troçkinin Engels’e gönderme yapmak için hiçbir dayanağının olmadığını, çünkü Engels’in “kapitalist ülkelerin eşitsiz gelişmesi yasasına dair hiçbir sözün (!!) edilemeyeceği” bir dönemde yazdığını söylüyordu. Bu sözler inanılmaz olabilir, ne var ki taslak programın yazarlarından biri olan Stalin, bu sözleri birden çok kez tekrarlamıştır. Gördüğümüz gibi taslak metni, bu konuda bir adım ileri gitmektedir. Bununla birlikte, bu temel hatanın düzeltilmesini bir kenara bırakırsak, eşitsiz gelişme yasası hakkında taslağın söyledikleri, özünde tek taraflı ve yetersiz kalmaktadır.
Herşeyden önce, eşitsiz gelişme yasasının tüm insanlık tarihine hükmettiğini söylemek daha doğru olacaktır. Kapitalizm, her biri kendi muazzam iç çelişkilerini yaşayan insanlığın çeşitli parçalarını, farklı gelişim aşamalarında yakalar. Ulaşılan düzeylerin aşırı çeşitliliği ve çeşitli çağlar boyunca insanlığın farklı parçalarının gelişim hızlarının olağanüstü eşitsizliği, kapitalizmin kalkış noktası olarak hizmet görür. Kapitalizm, kendine miras kalmış eşitsizliği, kendi araç ve yöntemlerini yürürlüğe koymak suretiyle parçalayıp değişikliğe uğratarak, onun üzerinde ancak tedricen hakimiyet kazanır. Kendinden önceki ekonomik sistemlerin aksine, kapitalizm, doğası gereği ve sürekli olarak ekonomik yayılmaya, yeni topraklara sızmaya, ekonomik farklılıkların üstesinden gelmeye, kendi yağında kavrulan yerel ve ulusal ekonomilerin bir karşılıklı mali ilişkiler sistemine dönüştürülmesine gayret eder. Böylelikle onların birbirlerine yaklaşmalarına neden olur ve en ileri ve en geri ülkelerin ekonomik ve kültürel düzeylerini eşitler. Bu ana süreç olmaksızın, önce Avrupa’yla İngiltere’nin ve daha sonra Amerika’yla Avrupa’nın görece eşit düzeye gelmesini; sömürgelerin sanayileşmesini, Hindistan ve İngiltere arasında kapanan aralığı ve Komünist Enternasyonal’in yalnız programının değil, aynı zamanda tüm varlığının üzerine dayandığı sayısız süreçlerden çıkan tüm sonuçları kavramak imkânsız olurdu.
Ne var ki kapitalizm, ülkeleri birbirine ekonomik olarak yaklaştırıp bunların gelişme aşamalarını eşitlerken, kendine özgü, yani anarşik yöntemlerle işini görür, öyle ki, sürekli olarak kendi eserini baltalar, bir ülkeyi diğerinin karşısına, sanayinin bir kolunu diğerinin karşısına çıkarır, dünya ekonomisinin bazı parçalarını geliştirirken diğerlerinin gelişmelerine engel olup geriye savurur. Ancak bu iki temel eğilimin, ki her ikisi de kapitalizmin doğasından kaynaklanırlar, birbiriyle ilişkilendirilmesi bize tarihsel sürecin canlı dokusunu açıklar.
Emperyalizm, evrenselliği, girginliği ve hareketliliği ve onun itici gücü olan mali sermayenin oluşumunun boyun kırıcı hızı sayesinde, bu her iki eğilimi de şiddetlendirir. Emperyalizm, tekil ulusal ve kıtasal birimleri, emsalsiz derecede daha hızlı ve daha derin bir şekilde tek bir varlık halinde birbirine bağlar; bunları en yakın ve yaşamsal şekilde birbirine bağımlı kılar; ekonomik yöntemlerini, toplumsal formlarını ve gelişme derecelerini daha benzer hale getirir. Aynı zamanda o, bu “hedefe” öyle çelişkili yöntemler, öyle kaplanvari sıçramalar, ve geri ülkeler ve bölgeler üzerine öyle saldırılarla erişir ki, yol açtığı dünya ekonomisinin birleşmesi ve eşitlenmesi, yine onun tarafından, önceki çağlara göre daha şiddetli ve kıvrandırıcı şekilde bozulur. Eşitsiz gelişme yasasının katıksız mekanik kavranışı değil, ancak böyle diyalektik bir kavranışı, Altıncı Kongreye sunulan taslak programın sakınmayı başaramadığı temel hatadan kaçınmayı olanaklı kılabilir.
Eşitsiz gelişme yasasını tek yanlı nitelendirişine dikkat çekişimizden hemen sonra taslak program şöyle demektedir: “Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki, uluslararası proleter devrim, tek, eşzamanlı ve evrensel bir eylem olarak değerlendirilemez. Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki, sosyalizmin zaferi, önce birkaç, ya da hatta tek bir yalıtık kapitalist ülkede olanaklıdır.”
“Cephenin aynı hizaya gelmesi için” ileri ülkelerin proletaryasını zerrece beklemeksizin, tarihsel zorunluluğun basıncı altında geri bir ülkenin proletaryası tarafından başarılan Ekim Devrimi deneyiminden sonra, proletaryanın uluslararası devriminin eşzamanlı bir eylem olamayacağı konusunda yetişkin insanlar arasında şüphesiz hiçbir tartışma olamaz. Bu sınırlar içinde, eşitsiz gelişme yasasına gönderme yapmak kesinlikle doğrudur ve oldukça yerindedir. Ama, sonucun ikinci yarısı, yani sosyalizmin zaferinin “tek bir yalıtık kapitalist ülkede” olanaklı olduğu şeklindeki içi boş iddia için tam aksi söz konusudur. Taslak program maksadını kanıtlamak için, sadece şunu söylemektedir: “Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki ...” Bunun eşitsiz gelişme yasasından çıktığı izlenimi verilmektedir. Fakat “buradan” böyle bir şey hiçbir surette çıkmaz, tam tersi şeyler “çıkar”. Eğer tarihsel süreç, bazı ülkelerin yalnızca eşitsiz değil, ama aynı zamanda birbirlerinden bağımsız olarak, birbirlerinden yalıtık gelişmesi şeklinde işleseydi, o zaman eşitsiz gelişme yasasından tek bir kapitalist ülkede sosyalizmi inşa etme imkânı şüphesiz çıkardı; önce en ileri ülkede, ve sonra olgunlaştıkça daha geri olanlarda. Sosyalizme geçiş konusunda, savaş öncesi sosyal demokrasinin saflarındaki, geleneksel ve adeta ortalama diyebileceğimiz fikir buydu. Ve bu kesinlikle sosyal-yurtseverlik teorik temelinde şekillenen bir fikirdi. Şüphesiz taslak program bu bakışa sahip değildir. Ancak buna meyillidir.
Taslağın teorik hatası, onun, eşitsiz gelişme yasasının ima etmediği ve edemeyeceği bir şeyi bu yasadan çıkarmaya çalışmasında yatmaktadır. Çeşitli ülkelerin eşitsiz ya da düzensiz gelişmesi, bu ülkeler arasındaki giderek artan ekonomik bağları ve karşılıklı bağımlılığı sürekli olarak bozar, fakat hiçbir durumda yok etmez. O ülkeler ki, dört yıllık iğrenç katliamdan sonra, hemen ertesi günü birbirleriyle kömür, ekmek, yağ, pudra ve pantolon askısı mübadele etmek zorunda kalmışlardır. Bu noktada taslak, sorunu, sanki tarihsel gelişme yalnızca düzensiz sıçramalar temelinde ilerliyormuşçasına koymakta, bu sıçramalara yol açan ve bunların üzerinde gerçekleştiği ekonomik temel, taslağın yazarları tarafından ya tümüyle konu dışı bırakılmakta ya da zorlamayla ortadan kaldırılmaktadır. Bunu yalnızca, savunulması mümkün olmayan tek ülkede sosyalizm teorisini savunma gayesiyle yapıyorlar.
Söylenenlerden sonra sorunun tek doğru formülasyonunun şu olduğunu anlamak zor değildir: Marx ve Engels, daha emperyalist çağdan önce, bir yandan eşitsizliğin, yani düzensiz tarihsel gelişmenin, proleter devrimi ulusların birbiri ardına devrimci tufana girecekleri bütün bir çağa yayacağı sonucuna; diğer yandan çeşitli ülkelerin uluslararası bir işbölümüne doğru gelişen karşılıklı organik bağımlılığının sosyalizmin tek ülkede inşası olanağını dışladığı sonucuna varmışlardı. Bu, tek ülkede sosyalizmin inşası olanaksızken, sosyalist devrimin yalnızca ulusal bir temelde başlayabileceğini öne süren Marksist teorinin, emperyalizmin bu her iki uzlaşmaz eğilimi geliştirdiği, derinleştirdiği ve keskinleştirdiği modern çağda iki-üç misli, hatta çok daha fazla doğru kılındığı anlamına gelir. Bu noktada Lenin, Marx’ın formülasyonunu ve Marx’ın bu soruya verdiği yanıtı yalnızca geliştirdi ve somutlaştırdı.
Parti programımız, tümüyle, Ekim Devrimi ve sosyalist kuruluşun temelini teşkil eden uluslararası koşullara dayandırılmıştır. Bunu kanıtlamak için, yalnızca, programımızın tüm teorik bölümünün kopyasının yazılması gerekir. Burada sadece, partimizin Sekizinci Kongresi sırasında sabık Podbelski programın bazı formülasyonlarının yalnızca Rusya’daki devrime gönderme yaptığını imâ ettiğinde, Lenin’in parti programı sorunu üzerine konuşmasında (19 Mart 1919) verdiği şu yanıta dikkat çekmekle yetineceğiz: “Podbelski, yaklaşan toplumsal devrimden söz eden bir paragrafa itiraz etti... Argümanı besbelli ki temelsizdir, çünkü programımız dünya ölçeğindeki sosyalist devrimi ele almaktadır.” (Eserler, Cilt XVI, s.131)
Burada, Lenin’in aşağı yukarı aynı sıralarda partimizin adını Rusya Komünist Partisinden Komünist Partiye çevirmesi gerektiğini –onun bir uluslararası devrim partisi olduğunu daha da vurgulamak için– önerdiğine işaret etmek yersiz olmayacaktır. Leninin önergesine Merkez Komitede oy veren sadece bendim. Bununla birlikte o, Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşundan dolayı, konuyu kongrenin önüne getirmedi. Bu tavır, o zamanlar tek ülkede sosyalizmin imâsının bile olmadığının kanıtıdır. Parti programının bu “teori”yi mahkûm etmeyip, sadece dışlamasının tek nedeni budur. Fakat iki yıl sonra kabul edilen Genç Komünistler Birliğin programı, gençliği enternasyonalizm ruhuyla eğitmek için, proleter devrim sorununda yerli-mamûl hayallere ve ulusal dar görüşlülüğe karşı doğrudan bir uyarıda bulunmak zorunda kalmıştı. Bu konuya daha sonra döneceğiz.
Komintern’in yeni taslak programı, sorunu oldukça farklı bir şekilde koymaktadır. Gördüğümüz gibi taslak, yazarlarının 1924ten sonraki revizyonist evrimiyle uyum içinde, doğrudan zıt yolu seçmektedir. Ama tek ülkede sosyalizm sorununun çözümleniş biçimi, tüm taslağın –Marksist ya da revizyonist bir belge olarak– doğasını belirlemektedir.
Şüphesiz taslak program, sorunların komünist ve reformist formülasyonları arasındaki ayrımı, özenle, ısrarla ve birer birer sunmakta, vurgulamakta ve açıklamaktadır. Ama bu güvenceler sorunu çözmemektedir. Burada, mayistra yelkeni her revizyonist ve reformist rüzgârla şişecek şekilde kasten yükseltilirken, çok sayıda Marksist mekanizma ve araçla donatılan ve hatta fazla yüklenen bir gemininkine benzer bir durumla karşı karşıyayız.
Son otuz yılın deneyimlerinden ve özellikle geçmiş yıllarda Çin’deki olağanüstü deneyimden dersler çıkaran herkes, sınıf mücadelesiyle programatik parti belgeleri arasındaki güçlü diyalektik ilişkiyi anlamaktadır ve yeni revizyonist yelkenli geminin, Marksizm ve Leninizmin tüm güvenlik araçlarını geçersizleştirebileceği şeklindeki ifademizi anlayacaktır. Komünist Enternasyonal’in gelişimini ve alınyazısını uzunca bir süre belirleyecek olan bu ana sorun üzerinde daha ayrıntılı durmaya mecbur olmamızın nedeni budur.
5. Partinin Teorik Geleneği
Taslak program, yukarıda sözü edilen alıntıda, “sosyalizmin tek ülkede zaferi” ifadesini, Lenin’in 1915’teki makalesi ile kendi metni arasında dışsal ve tümüyle lafzi bir benzerlik elde etmek için kasten kullanmaktadır. Bu makale, tek ülkede sosyalist bir toplum inşa etme sorunu üzerine yürüyen tartışma boyunca, eğer canice değilse, insafsızca kötüye kullanılmıştır. Taslak, bir kanıt olarak her yerde Lenin’in sözlerine “gönderme yaparak” sık sık aynı yönteme başvurmaktadır. “Taslağın bilimsel yöntemi” budur.
Lenin’in söylediği, yazdığı ve yaptığı herşeyi doğrudan doğruya görmezlikten gelerek, parti programını ve Genç Komünistler Birliğin programını görmezlikten gelerek, sorunun kategorik olarak (hem de nasıl kategorik!) ortaya konulduğu Ekim Devrimi boyunca istisnasız tüm parti liderleri tarafından ifade edilen düşünceleri görmezlikten gelerek, bizzat programın yazarlarının, Stalin ve Buharin’in, 1924’e kadar ve 1924 de dahil söylediklerini görmezlikten gelerek, Marksist yazının büyük zenginliğinden ve Lenin’in eserlerindeki hazineden, biri 1915’te yazılan Avrupa Birleşik Devletleri makalesinden ve diğeri kooperatifçilik üzerine 1923’te yazılan, ölümünden sonra yayınlanan bitmemiş çalışmasından alınan topu topu iki Lenin alıntısı, 1924’ün sonunda ya da 1925’in başında sözde “Troçkizm”e karşı mücadelenin gereklerini yerine getirmek için yaratılan ulusal sosyalizmin savunusunda kullanılmaktadır. Birkaç satırlık bu iki alıntıyla çelişen herşey ‑Marksizmin ve Leninizmin tamamı‑ basitçe bir kenara atılmıştır.
Yapay bir şekilde çekilip alınan, kaba ve epigonca yanlış yorumlanan bu iki alıntı, politik sonuçları bakımından sınır tanımayan, yeni ve halis revizyonist teorinin temeli olarak alınmaktadır. Bizler, skolastizm ve safsata yöntemleriyle, Marksist gövdeye tamamen yabancı bir dal aşılama çabalarına tanık oluyoruz. Şayet bu dal aşılanırsa tüm ağacı acımasızca zehirleyecek ve öldürecektir.
KEYK’in Yedinci Plenumunda, Stalin şöyle söylüyordu (ilk kez değil):
“Tek ülkede sosyalist bir ekonominin inşası sorunu, partide ilk kez Lenin tarafından 1915’in sonunda ileri sürüldü.” [Tutanaklar. KEYK’in Yedinci Plenumu, s.14, vurgu bizim]
Böylelikle burada, 1915’ten önce tek ülkede sosyalizm sorununun hiç bahsinin geçmediği itiraf edilmektedir. O halde Stalin ve Buharin, proleter devrimin uluslararası karakteri konusunda Marksizmin ve partinin tüm geleneğine tecavüz etmeyi göze almıyorlar. Bunu akılda tutalım.
Ama Lenin’in “ilk kez” 1915’te, Marx’ın, Engels’in ve bizzat kendisinin daha önce söylediklerinin aksine ne söylediğine bakalım.
1915’te Lenin şunları söyledi:
Eşitsiz ekonomik ve politik gelişme kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Buradan, sosyalizmin zaferinin, başlangıçta birkaç, hatta bir tek kapitalist ülkede olanaklı olduğu sonucu çıkar. Kapitalistleri mülksüzleştiren ve ülkesinde sosyalist üretimi örgütleyen bu ülkenin muzaffer proletaryası, öteki ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekerek, bu ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmalara yol açarak, hatta gerekirse sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı askeri güçle harekete geçerek, kapitalist dünyanın geri kalan bölümüne karşı ayaklanacaktır. [Eserler, Cilt XIII, s.133, 23 Ağustos 1915. vurgu bizim]
Lenin’in düşündüğü neydi? Yalnızca, bir proletarya diktatörlüğünün kurulması anlamında sosyalizmin zaferinin, ilkin, tam da bu olgu nedeniyle kapitalist dünyayla karşı karşıya gelecek olan tek ülkede olanaklı olduğuydu. Proleter devlet, bir saldırıya karşı koyabilmek ve bir devrimci saldırıya girişebilmek için “ülkesinde sosyalist üretimi örgütlemek” zorunda olacaktır, yani kapitalistlerden aldığı fabrikaların çalışmasını örgütlemek zorunda olacaktır. Hepsi bu. Böyle bir “sosyalizmin zaferi”, görüldüğü gibi, ilk önce Rusya’da başarıldı ve ilk işçi devleti kendisini dünya müdahalesine karşı savunmak için, herşeyden önce “ülkesinde sosyalist üretimi örgütlemek” ya da “sürekli olarak sosyalist tipte” tröstler yaratmak zorundaydı. Tek ülkede sosyalizmin zaferiyle, Lenin sonuç olarak kendi kendine yeten bir sosyalist toplum hayali –ve geri bir ülkede– kurmadı, ama çok daha gerçekçi bir şeyin, yani varlığının ilk dönemleri boyunca Ekim Devriminin başardığı şeyin hayalini kurdu.
Bunun kanıta ihtiyacı var mı? O kadar çok kanıt ileri sürülebilir ki, tek güçlük en güzelini nasıl seçeceğinizdir.
Savaş ve barış üzerine tezlerinde (7 Ocak 1918) Lenin, “Rusya’da sosyalizmin zaferi için, en azından birkaç aylık, belli bir dönemin gerekliliği...”nden söz eder. (Eserler, Cilt XV, s.64).
Aynı yılın, yani 1918’in başında, Lenin, Buharin’e karşı yöneltilen “Sol Kanat Çocukluk ve Küçük Burjuva Eğilimler Üzerine” adlı makalesinde, aşağıdakileri yazar:
Eğer diyelim devlet kapitalizmi ülkemizde altı ay içinde kurulabilseydi, bu, muazzam bir başarı ve bir yıl içinde sosyalizmin kesinlikle kurulacağına ve yenilmez olacağına dair en sağlam garanti olurdu. [Eserler, Cilt XV, kısım 2, s.263. vurgu bizim]
Lenin nasıl “sosyalizmin kesin kuruluşu” için böyle kısa bir süre koyabildi? Onun bu sözcüklere yüklediği maddi-üretici ve toplumsal içerik neydi?
Bu sorun, Lenin’in 29 Nisan 1918’de Sovyet hükümetinin Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesine raporunda söylediklerini hatırlarsak derhal farklı bir görünüme bürünecektir.
“Çok daha gelişmiş olacak olan gelecek neslimizin sosyalizme tam bir geçişi başaracağını ummak çok zordur.” [age, s.240]
3 Aralık 1919’da, Komünler ve Arteller Kongresinde Lenin çok daha açıkça şöyle der:
“Biliyoruz ki, şu anda sosyalist bir düzen kuramayız. Eğer çocuklarımız ve belki de torunlarımız bunu kurabilirlerse iyi olur.” [Eserler, Cilt XVI, s.398]
Lenin bu iki durumun hangisinde haklıydı? On iki ay içinde “sosyalizmin kesin kuruluşundan” söz ederken mi, yoksa “sosyalist düzeni kurmayı” çocuklarımıza değil torunlarımıza bırakırken mi?
Lenin her iki durumda da haklıydı, zira onun aklındaki, sosyalist inşanın tümüyle farklı ve ortak noktası olmayan iki aşamasıydı. İlk durumda “sosyalizmin kesin kuruluşu”yla Lenin bir yıllık bir zamanda, hatta birkaç ay içinde sosyalist bir toplumun inşasını anlatmaz, yani sınıfların ortadan kaldırılacağını, kent ve kır arasındaki çelişkinin bertaraf edileceğini anlatmaz; proleter devletin elindeki imalâthane ve fabrikalarda üretimin yeniden ayağa kaldırılmasını ve böylece ürünlerin kent ve kır arasında değişime sokulması olanağının temin edilmesini anlatır. Sürenin çok kısa olması, tüm bakış açısını anlamak için aslında sağlam bir anahtardır.
Şüphesiz, bu temel görev için bile, 1918’in başında çok kısa bir süre saptandı. Bu tümüyle, Lenin’in “o zaman şimdi olduğumuzdan çok daha akılsızdık” diyerek Komintern’in Dördüncü Kongresinde alaya aldığı saf pratik “yanlış hesaptı.” Fakat “biz genel perspektifler açısından doğru bir görüşe sahiptik ve on iki ay zarfında ve geri bir ülkede tam bir ‘sosyalist düzenin’ kurulmasının olanaklı olduğuna bir an için bile inanmadık.” Bu ana ve nihai hedefe, sosyalist bir toplumun inşasına erişme, Lenin tarafından tüm üç kuşağa bırakılmıştı; kendimiz, çocuklarımız ve torunlarımız.
1915’teki makalesinde, Lenin’in “sosyalist üretimin örgütlenmesiyle” anlattığı şeyin, bir sosyalist toplumun yaratılması değil de, SSCB’de zaten gerçekleştirilmiş olan sonsuz derecede daha temel bir görev olduğu açık değil mi? Aksi taktirde, Lenin’e göre iktidarı ele geçiren proleter partinin devrimci savaşı üçüncü kuşağa kadar ertelemesi gibi saçma bir sonuca varılabilirdi.
1915 alıntısı söz konusu olduğu ölçüde, yeni teorinin ana kalesinin acıklı konumu budur. Ne var ki daha da hazin olan şey, Lenin’in bu pasajı Rusya’ya uygulanmak üzere yazmamış olduğudur. Lenin Rusya’nın aksine Avrupa’dan bahsediyordu. Bu, yalnızca Avrupa Birleşik Devletleri sorununa hasredilen ve alıntı yapılan makalenin içeriğinden değil, aynı zamanda Lenin’in o zamanki tüm konumundan da anlaşılır. Birkaç ay sonra, 20 Kasım 1915’te, Lenin Rusya’ya özgü olarak şunu yazar:
Proletaryanın görevi, bu güncel durumdan apaçık ortaya çıkmaktadır. Bu görev, monarşiye karşı cesur, kahramanca, devrimci bir mücadele (1912 Ocak konferansının sloganları; “Üç Balina”[10]), tüm demokrat kitleleri, yani ilk ve en başta köylülüğü çekecek bir mücadeledir. Aynı zamanda, şovenizme karşı yürütülmesi gereken amansız bir mücadele, Avrupa’da sosyalist devrim için Avrupa proletaryasıyla ittifak içinde bir mücadele... Savaş krizi, köylülüğü de kapsayan küçük burjuvaziyi sola doğru iten ekonomik ve politik etkenleri güçlendirmiştir. Rusya’da demokratik devrimin zaferi için kesin olanağın nesnel temeli burada yatmaktadır. Batı Avrupa’da bir sosyalist devrim için nesnel koşulların tamamen olgunlaşmış olduğu, savaştan önce, bütün ileri ülkelerin tüm sosyalistleri tarafından kabul edilmişti. [Eserler, Cilt XIII, s.212. vurgu bizim]
Böylece 1915’te Lenin açıkça, Rusya’da demokratik bir devrimden, Batı Avrupa’da ise sosyalist bir devrimden söz ediyordu. Geçerken, sanki apaçık bir şeyden söz edermiş gibi, Batı Avrupa’da, Rusya’dan farklı olarak, Rusya’nın tersine, bir sosyalist devrim için koşulların “tamamen olgunlaşmış olduğunu” söylemektedir. Ama yeni teorinin yazarları, taslak programın yazarları, doğrudan Rusya’ya değinen bu alıntıyı –çoğu alıntıdan biri– kolayca gözardı etmekteler, tıpkı diğer yüzlerce pasajı gözardı ettikleri gibi, Lenin’in tüm eserlerini gözardı ettikleri gibi. Onlar bunu dikkate almak yerine, gördüğümüz gibi, Batı Avrupa’ya gönderme yapan diğer pasajın üzerine atlamakta, ona içeremeyeceği ve içermediği bir anlam atfetmekte, atfedilen bu anlamı Rusya’ya, pasajın hiç değinmediği bir ülkeye iliştirmekte ve bu “temel” üzerinde yeni teorilerini inşa etmekteler.
Hemen Ekim döneminden önce, bu konuda Lenin’in konumu neydi? 1917 Şubat devriminden sonra İsviçre’yi terk ederken, Lenin İsviçreli işçilere şunları bildirdiği bir mektup yazdı:
Rusya bir köylü ülkesidir; Avrupa’nın en geri ülkelerinden biridir. Sosyalizm orada hemen zafer kazanamaz, ama feodal aristokrasi ve büyük toprak sahiplerinin ellerindeki toprağın devasa alanıyla birlikte ülkenin köylü karakteri, 1905 deneyimi temelinde, Rusya’da burjuva demokratik devrime korkunç bir ivme kazandırabilir ve devrimimizi dünya sosyalist devrimine bir başlangıç, ona doğru bir adım haline getirebilir.... Rus proletaryası, kendi güçleriyle sosyalist devrimi muzaffer bir şekilde tamamlayamaz. Fakat o, Rus devrimine, bunun için [sosyalist devrim için –ç.n.] en elverişli koşulları yaratacak, bunu belli bir anlamda başlatacak boyutlar kazandırabilir. En önemli, en güvenilir müttefiki olan Avrupalı ve Amerikalı sosyalist proletaryanın, kesin bir mücadeleye giriş koşullarını kolaylaştırabilir. [Eserler, Cilt XVI, kısım 2, s.407]
Sorunun tüm unsurları, bu birkaç satırda içerilmektedir. Eğer Lenin 1915’te, savaş ve gericilik döneminde, Rus proletaryasının sosyalizmi tek başına inşa edebileceğine ve böylelikle bu işin tamamlanmasından sonra burjuva devletlere savaş ilân edebileceğine inansaydı, 1917’nin başında, Şubat devriminden sonra, kendi güçleriyle sosyalizmi inşa etmenin geri köylü Rusya için olanaksızlığından açık bir şekilde nasıl söz edebilirdi? Hiç olmazsa biraz mantıklı, ve açıkça söylemek gerekirse, Lenin’e karşı biraz saygılı olunmalı.
Daha fazla alıntı eklemek gereksiz. Lenin’in sosyalist devrimin uluslararası karakteriyle koşullanmış ekonomik ve politik görüşlerinin tam bir özetini vermek, pek çok konuyu kapsayacak ayrı bir çalışmayı gerektirir, fakat bu çalışma tek ülkede kendine yeterli bir sosyalist toplum inşa etme konusunu kapsamayacaktır; çünkü Lenin bu konuyu bilmiyordu.
Bunun yanında, taslak program, yazarı öldükten sonra yayınlanmış bir makaleyi geniş bir şekilde alıntılıyor göründüğü için, yani makaleye tümüyle yabancı olan bir amaç için ifadelerinden bazılarını kullandığı için, burada Lenin’in bu diğer makalesi ‑“Kooperatifçilik Üzerine”‑ üzerinde durma zorunluluğunu hissediyoruz. Taslak programın, Sovyet Cumhuriyetlerinin işçilerinin “... ülkede sosyalizmin tam inşası için gerekli ve yeterli tüm maddi koşullara sahip olduğu”nu (vurgu bizim) ifade eden beşinci bölümünü hatırımızda tutuyoruz.
Eğer hastalığı sırasında Lenin tarafından dikte edilen ve onun ölümünden sonra basılan makale, gerçekten Sovyet devletinin tam sosyalizmin bağımsız bir inşası için tüm gerekli ve maddi önkoşullara, yani herşeyden önce üretici önkoşullara sahip olduğunu söyleseydi, sadece, ya dikte sırasında Lenin’in dilinin sürçtüğünün ya da stenografın notlarını düzenlerken bir hata yaptığının tahmin edilmesi gerekecekti. Her iki tahmin de herhalde Lenin’in Marksizmi ve kendisinin ömür boyu öğretisini iki ani krizle terk etmesinden çok daha olasıdır. Ama bereket versin ki, böyle bir açıklamaya en küçük bir ihtiyaç yoktur. Tamamlanmamış olsa da, diğerine düşünce birliğiyle bağlı olup, en az Lenin’in son dönemindeki diğer makaleler kadar dikkate değer olan ve adeta Batı ve Doğudaki devrimler zincirinde Ekim Devriminin tuttuğu yere değinen tamamlanmamış bir kitabın bir bölümünü oluşturan “Kooperatifçilik Üzerine”, Leninizmin revizyonistlerinin bu kadar hafiflikle ona atfettiği şeylerden hiç söz etmemektedir.
Bu makalede Lenin, “ticari” kooperatiflerin, işçi devletinde toplumsal rollerini tümüyle değiştirebileceklerini ve değiştirmeleri gerektiğini ve bunların doğru bir politikayla özel köylü çıkarlarını sosyalist kanallar üzerinden genel devlet çıkarlarıyla birleşmeye yöneltebileceğini açıklamaktadır. Lenin bu çürütülemez düşünceyi aşağıdaki şekilde kanıtlar:
İşin doğrusu, tüm büyük ölçekli üretim araçları üzerinde devlet iktidarı, proletaryanın ellerindeki devlet iktidarı, bu proletaryanın milyonlarca küçük, minik mülk sahibi köylüyle ittifakı, köylüler karşısında proletarya önderliğinin güvenliği; eskiden sadece tüccarlar olarak gördüğümüz ve belli bir açıdan aslında NEP altında şimdi bile böyle görme hakkına sahip olduğumuz kooperatifler, yalnız kooperatifler için gerekli olan herşey bunlar değil midir, tam bir sosyalist toplumu kurmak için gerekli olan herşey bunlar değil midir? Bu henüz bir sosyalist toplumun kurulması değildir, ama bu kuruluş için gerekli ve yeterli olan herşeydir. [Eserler, Cilt XVIII, kısım 2, s.140]
Tamamlanmamış bir ifade [“yalnız kooperatifler” (?)] içeren pasaj metni, önümüzde, dikte edilip yazılan ve düzeltilmemiş bir taslağın var olduğunu çürütülemez bir şekilde kanıtlamaktadır. Makalenin genel fikrini almaya çalışmaktan çok, metnin birkaç yalıtık sözcüğüne sıkıca sarılmak haydi haydi kabul edilmezdir. Şükür ki, bunun yanında, delil olarak aktarılan pasajın yalnızca ruhu değil, harfi bile hiç kimseye, onu, taslak programın yazarları tarafından kullanıldığı gibi yanlış kullanma hakkını bahşetmez. “Gerekli ve yeterli” koşullardan söz ederek, Lenin, bu makaledeki konusunu sıkı sıkıya sınırlandırmıştır. Bu makalede yalnızca, Sovyet rejiminin önkoşullarını kendimize temel alarak yeni sınıf kalkışmaları olmaksızın, atomize olmuş ve dağınık köylü girişimleri arasından hangi yollar ve araçlarla sosyalizme ulaşacağımız sorununu ele almıştır. Makale, tümüyle, küçük özel meta ekonomisinden kolektif ekonomiye geçişin sosyo-örgütsel biçimlerine adanmıştır, bu geçişin maddi-üretici koşullarına değil. Eğer Avrupa proletaryası bugün muzaffer olsaydı ve teknolojisiyle yardımımıza yetişseydi, bireysel ve toplumsal çıkarların düzenlenmesinde bir sosyo-örgütsel yöntem olarak Lenin tarafından ortaya atılan kooperatifleşme sorunu, hâlâ önemini tam olarak muhafaza edecekti. Bir kez Sovyet rejimi varolursa, elektrik de dahil ileri teknoloji, kooperatifleşme sayesinde milyonlarca köylü girişimini yeniden örgütleyebilir ve birleştirebilir. Ama kooperatifleşme, teknolojinin yerini alamaz ve bu teknolojiyi yaratmaz. Lenin yalnızca genelde gerekli ve yeterli önkoşullardan söz etmez, gördüğümüz gibi, onları kesin bir şekilde birer birer sayar da. Bunlar: (1) “tüm büyük ölçekli üretim araçları üzerinde devlet iktidarı” (düzeltilmemiş bir ifade); (2) “proletaryanın ellerindeki devlet iktidarı”; (3) “bu proletaryanın milyonlarca köylüyle ... ittifakı”; (4) “köylüler karşısında proletarya önderliğinin güvenliği”. Ancak bu tümüyle politik koşulları saydıktan sonra –burada maddi koşullar hakkında hiçbir şey söylenmemektedir– Lenin sonucuna, yani “bunun” (yani yukarıdakilerin tümünün) bir sosyalist toplumu inşa etmek için “gerekli ve yeterli olan herşey olduğu” sonucuna ulaşır. Politik planda “gerekli ve yeterli olan herşey”, daha fazlası değil. Ama, Lenin hemen ekler, “bu henüz bir sosyalist toplumun kurulması değildir”. Niçin değildir? Çünkü, tek başına politik koşullar, yeterli olmasına rağmen, sorunu çözmez. Kültürel sorun henüz durmaktadır. “Sadece” bu, der Lenin, sahip olmadığımız önkoşulların muazzam önemini göstermek için “sadece” sözcüğünü vurgulayarak. Bizim gibi Lenin de kültürün teknolojiyle bağlantılı olduğunu biliyordu. “Kültürlü olmak için” –Lenin revizyonistleri gerçekler dünyasına döndürür– “belli bir maddi temel gereklidir.” (age, s.145) Lenin’in laf arasında kasten uluslararası sosyalist devrim sorununa bağladığı elektrifikasyon sorunundan söz etmek yeterlidir. Gerileme halinde olsa da teknolojik olarak güçlü olan dünya kapitalizmine karşı geri bir temelde sosyalist bir toplum inşa etmeye angaje olmuş ülkenin kesintisiz ve uzlaşmaz ekonomik, politik, askeri ve kültürel mücadelesi sorunu söz konusu olmasaydı, kültür için mücadele, “gerekli ve yeterli” politik (maddi değil) önkoşullar veri olmak kaydıyla, tüm çabalarımızı yutacaktı.
Şunu ifade etmeye [Lenin, bu makalenin sonuna doğru özel bir vurguyla altını çizmektedir] hazırım; konumumuz için uluslararası ölçekte mücadele görevimiz olmasaydı, bizim için ağırlık noktası kültürel çalışmaya kayardı. [age, s.144]
Tüm diğer çalışmalarından ayrı olarak, kooperatifleşme üzerine makalesini incelediğimizde bile Lenin’in gerçek düşüncesi işte böyledir. Tam da sahip olmadığımızı ve “konumumuz için uluslararası ölçekte” –yani uluslararası proleter devrimle bağlantılı olarak– mücadelemizde kazanmamız gerektiğini söylediği maddi önkoşullardan parantez içinde kesin olarak söz etmesine rağmen, Lenin’in “gerekli ve yeterli” önkoşullara sahip olmamız hakkındaki sözlerini kasıtlı olarak alıp, bunlara temel maddi önkoşulları ekleyen taslak programın yazarlarının formülünü, bir tahrifat olarak adlandırmazsak başka nasıl adlandırabiliriz? Teorinin ikinci ve son kalesiyle ilgili durum budur.
Burada, Lenin’in, muzaffer bir dünya devrimi olmaksızın başarısızlığa mahkûm olduğumuzu, burjuvaziyi tek ülkede, özellikle de geri bir ülkede ekonomik olarak bozguna uğratmanın olanaksız olduğunu, sosyalist bir toplum inşa etme görevinin özünde uluslararası bir görev olduğunu en kategorik şekilde ileri sürdüğü ve tekrarladığı, onun, yeni ulusal gerici ütopyanın tellâlları için “kötümser” olabilen ama devrimci enternasyonalizm açısından yeterince iyimser olan sonuçlar çıkardığı 1905’ten 1923’e kadarki sayısız makale ve konuşmasına kasten değinmedik. Burada argümanımızı yalnızca, taslağın yazarlarının ütopyaları için “gerekli ve yeterli” önkoşullar yaratmak amacıyla bizzat seçtikleri pasajlar üzerinde yoğunlaştırdık. Ve gördük ki, tüm yapıları, dokunulduğu anda paramparça oluyor.
Bununla birlikte, hiçbir yorum gerektirmeyen ve herhangi bir yanlış yorumlamaya izin vermeyen tartışmalı konu üzerine Lenin’in doğrudan ifadelerinden en azından birini sunmanın yerinde olacağını düşünüyoruz:
Pek çok çalışmamızda, konuşmamızda ve tüm basınımızda, Rusya’daki durumun ileri kapitalist ülkelerdekiyle aynı olmadığını, Rusya’da sanayi işçilerinin azınlıkta, küçük toprak sahiplerininse ezici çoğunlukta olduğunu vurguladık. Böyle bir ülkede toplumsal devrim, son tahlilde yalnızca iki koşulda başarılı olabilir: İlki, bir ya da daha fazla ileri ülkedeki toplumsal devrim tarafından zamanında desteklenmesi koşulunda ... ikincisi, diktatörlük kuran ya da devlet iktidarını eline geçiren proletarya ile köylü nüfusun çoğunluğu arasında bir anlaşma olduğu koşulda ... Biliyoruz ki, diğer ülkelerde devrim gelmedikçe, Rusya’da sosyalist devrimi yalnızca köylülükle bir anlaşma koruyabilir. [Eserler, Cilt XVIII, kısım 1, s.137. vurgu bizim]
Bu pasajın yeteri kadar öğretici olduğunu ümit ediyoruz. İlkin Lenin, onun tarafından ileri sürülen fikirlerin “pek çok çalışmamızda, konuşmamızda ve tüm basınımızda” geliştirildiğini burada bizzat vurgulamaktadır; ikinci olarak, Ekim Devriminden iki yıl önce, yani 1915’te değil, ama Ekim Devriminden sonraki dördüncü yılda, 1921’de, Lenin tarafından bu perspektif tasavvur ediliyordu.
Lenin söz konusu olduğunda, bu konunun yeteri kadar açık olduğunu düşünmeye cüret ediyoruz. Geriye şunu sormak kalıyor: Taslak programın yazarlarının şu anda karşımızda duran temel sorun üzerindeki düşünceleri eskiden neydi?
Bu hususta, Kasım 1926’da Stalin şunları söylemektedir:
Parti, tek ülkede sosyalizmin zaferinin, bu ülkede sosyalizmi inşa etmenin olanaklılığı anlamına geldiği ve bu görevin bir tek ülkenin güçleriyle başarılabileceği düşüncesini daima hareket noktası olarak aldı. [Pravda, 12 Kasım 1926]
Halihazırda biliyoruz ki, parti, bunu hiçbir zaman hareket noktası olarak almadı. Aksine, Lenin’in dediği gibi, “pek çok çalışmamızda, konuşmamızda ve tüm basınımızda”, parti, en yüksek ifadesini SBKP’nin programında bulan karşıt bir konumdan hareket etmiştir. Fakat en azından bizzat Stalin’in “daima”, “sosyalizm tek ülkenin güçleriyle inşa edilebilir” yanlış görüşünden hareket ettiği düşünülecektir. Görelim.
Konu hakkında hiçbir belge bulunmadığı için, Stalin’in bu sorun üzerine 1905 ya da 1915’teki görüşlerinin ne olduğunu bilme araçlarına kesin olarak sahip değiliz. Ama 1924’te, Stalin, Lenin’in sosyalizmin inşası konusundaki görüşlerini aşağıdaki gibi özetlemektedir:
Tek ülkede burjuva iktidarının devrilmesi ve bir proleter hükümetin kurulması, sosyalizmin tam zaferini henüz garantilemez. Sosyalizmin temel görevi –sosyalist üretimin örgütlenmesi– hâlâ önde durmaktadır. Birkaç ileri ülke proletaryasının ortak çabaları olmaksızın, bu görev başarılabilir mi, sosyalizmin nihai zaferine tek ülkede erişilebilir mi? Burjuvaziyi devirmek için, tek ülkenin çabaları yeterlidir; devrimimizin tarihi bunu doğrulamaktadır. Sosyalizmin nihai zaferi için, sosyalist üretimin örgütlenmesi için, tek ülkenin, özellikle de Rusya gibi bir köylü ülkesinin çabaları yetersizdir. Bunun için, birkaç ileri ülke proletaryasının çabaları gereklidir ... Leninist proleter devrim teorisinin karakteristik özellikleri, genel olarak böyledir. [Stalin, Lenin ve Leninizm, s.40, Rusça baskı, 1924]
“Leninist teorinin karakteristik özelliklerinin” oldukça doğru bir şekilde özetlendiği kabul edilmeli. Stalin’in kitabının bu pasajı, daha sonraki baskılarda tamamen karşıt anlama gelmek üzere değiştirildi ve “Leninist teorinin karakteristik özellikleri” bir yıl içinde ... Troçkizm olarak ilân edildi. KEYK’in Yedinci Plenumu, kararını, 1924 baskısı temelinde değil, 1926 baskısı temelinde kabul etti.
Konunun Stalin’deki durumu budur. Daha acıklısı olamazdı. Şüphesiz mesele KEYK’in Yedinci Plenumu söz konusu olduğunda da bu denli acıklı olmasaydı, buna rıza gösterebilirdik.
Geriye tek ümit kalıyor, o da, en azından taslak programın gerçek yazarı Buharin’in, “daima” tek ülkede sosyalizmin gerçekleşmesinin olabilirliğinden “hareket ettiğidir.” Bakalım.
İşte Buharin’in konu üzerine 1917’de yazdıkları:
Devrimler tarihin lokomotifleridir. Geri Rusya’da bile, bu lokomotifin eşsiz mühendisi yalnızca proletarya olabilir. Ama proletarya artık burjuva toplumun mülkiyet ilişkileri çerçevesinde kalamaz. O, iktidara ve sosyalizme doğru yürümektedir. Bununla birlikte, Rusya’da “gündeme girmiş” olan bu görev, “ulusal sınırlar içinde” başarılamaz. Burada işçi sınıfı, yalnızca Uluslararası İşçi Devriminin şahmerdanı aracılığıyla delinebilecek olan aşılamaz bir duvarla karşılaşır [Dikkat edin: “aşılamaz bir duvar”. –L. T.]. [Buharin, Rusya’da Sınıf Mücadelesi ve Devrim, s.3, Rusça baskı, 1917]
Buharin kendisini daha açık ifade edemezdi. Lenin’in 1915’teki iddia edilen “değişim”inden iki yıl sonra, 1917’de, Buharin tarafından bağlı kalınan görüşler bunlardı. Ama belki de Ekim Devrimi Buharin’e başka türlüsünü öğretmiştir? Tekrar bakalım.
1919’da Buharin, “Rusya’da Proletarya Diktatörlüğü ve Dünya Devrimi” konusunda Komünist Enternasyonal teorik organında şöyle yazmaktaydı:
Varolan dünya ekonomisi ve onun parçaları arasındaki ilişki altında, çeşitli ulusal burjuva grupların karşılıklı bağımlılığı düşünüldüğünde, tek ülkedeki mücadelenin, birkaç uygar ülkede taraflardan birinin kesin zaferi olmaksızın sona eremeyeceği besbellidir. [vurgu bizim]
O zaman bu “besbelli” idi. Devam ediyor:
Marksist ve sözde-Marksist savaş öncesi yazında, sorun, çoğu zaman, sosyalizmin zaferinin tek ülkede mümkün olup olmadığı konusunda ortaya çıktı. Çoğu yazar bu soruya, tek ülkede devrimi başlatmak ve iktidarı ele geçirmek olanaksız ya da izin verilemezdir şeklinde bir sonuca çıkmadan, olumsuz [ya 1915’teki Lenin’den ne haber? –L.T.] yanıt veriyordu.
Tastamam öyle! Aynı makaleden okuyoruz:
Üretici güçlerde bir artış dönemi, yalnızca, birkaç büyük ülkede proletaryanın zaferiyle başlayabilir. Bu nedenle dünya devriminin komple bir gelişimi ve sanayileşmiş ülkelerle Sovyet Rusya’nın güçlü bir ekonomik ittifakının oluşması gereklidir. [N. Buharin, “Rusya’da Proleter Devrim ve Dünya Devrimi”, Communist International, No 5, s.614, 1919]
Buharin’in, üretici güçlerde bir artışın, yani gerçek sosyalist gelişmenin, ülkemizde yalnızca Avrupa’nın ileri ülkelerinde proletaryanın zaferinden sonra başlayacağı şeklindeki iddiası, KEYK’in Yedinci Plenumundaki suçlama da dahil, “Troçkizm”e karşı tüm suçlamaların bir temeli olarak kullanılan ifadenin gerçekten tam da aynısıdır. Özgün olan tek şey, kurtuluşunu zayıf hafızasına borçlu olan Buharin’in suçlayıcı rolde ortaya çıkmasıdır. Bu komik durumla yan yana olan bir diğeri ve trajik olanı, suçlananlar arasında tam da aynı temel düşünceyi düzinelerce kez dile getiren Lenin’in de yer almasıdır.
Son olarak, 1921’de, Lenin’in iddia edilen değişiminden altı yıl sonra ve Ekim Devriminden dört yıl sonra, Lenin’in başında olduğu Merkez Komitesi, Buharin tarafından yönetilen bir komisyonca kaleme alınan Genç Komünistler Birliğin programını kabul etti. Bu programın 4. paragrafını okuyalım:
SSCB’de devlet iktidarı halihazırda işçi sınıfının ellerindedir. Dünya kapitalizmine karşı kahramanca mücadelenin üç yılı süresince, proletarya, kendi Sovyet hükümetini korudu ve güçlendirdi. Rusya, muazzam doğal zenginliklere sahip olmasına rağmen yine de, sınai açıdan, küçük burjuva nüfusun baskın olduğu geri bir ülkedir ve yalnızca dünya proleter devrimi –içine girmiş olduğumuz dönem– sayesinde sosyalizme ulaşabilir.
Genç Komünistler Birliği programından (tesadüfi bir makale değil, bir program!) bu tek paragraf, taslak yazarlarının, partinin bir sosyalist toplumun kurulmasının tek ülkede ve üstelik kesinlikle Rusya’da olanaklı olduğunu “daima” savunduğunu kanıtlama girişimlerini, gülünç ve gerçekten rezil kılmaktadır. Eğer bu “daima” böyle idiyse, o zaman Buharin Genç Komünistler Birliği programında böyle bir paragrafı niçin formüle etti? Bu sırada Stalin nereye bakıyordu? Lenin ve tüm Merkez Komite böyle sapkın bir düşünceyi nasıl onayladı? Nasıl oldu da partideki hiç kimse bu “ıvır zıvır”ın farkına varmadı ya da ona karşı bir ses yükseltmedi? Buna partinin, onun tarihinin ve Komintern’in açık bir alayına dönüşen uğursuz bir şaka gibi bakılmaz mı? Bunu durdurmanın tam vakti değil mi? Revizyonistlere seslenmenin tam zamanı değil mi: Lenin’in ve partinin teorik geleneğinin arkasına gizlenmeye kalkışmayın!?
Güvenliği hafızasının zayıflığında yatan Buharin, KEYK’in Yedinci Plenumunda “Troçkizmi” mahkûm eden karara temel oluşturmak maksadıyla aşağıdaki iddiada bulundu:
Yoldaş Troçki’nin sürekli devrim teorisinde –yoldaş Troçki bu teoriyi bugün bile ileri sürmektedir– ekonomik geriliğimiz nedeniyle, dünya devrimi olmaksızın kaçınılmaz olarak yok olmamız gerektiği şeklinde bir iddianın yer aldığı görülecektir. [Tutanaklar, s.115]
Yedinci Plenumda 1905-1906’da formüle etmiş olduğum şekliyle sürekli devrim teorisindeki boşluklar hakkında konuştum. Ama, doğal olarak, bu teoride temel olan, Lenin’e meyleden ve beni ona yaklaştıran ve Leninizmin bugünkü revizyonunu benim için tümüyle kabul edilemez kılan herhangi bir şeyi reddetmek asla aklımdan bile geçmedi.
Sürekli devrim teorisinde iki temel önerme vardı. İlki, Rusya’nın tarihsel geriliğine rağmen, devrimin, ileri ülkelerin proletaryasından önce, iktidarı Rus proletaryasının ellerine geçirebileceği. İkincisi, kapitalist düşmanlar dünyası tarafından kuşatılmış geri bir ülkedeki proletarya diktatörlüğünün maruz kalacağı çelişkilerden çıkış yolunun, dünya devrimi arenasında bulunacağıdır. İlk önerme, eşitsiz gelişme yasasının doğru bir kavranışı üzerine temellendirilmiştir. İkincisi, kapitalist ülkeler arasındaki ekonomik ve politik bağın kopmazlığının doğru bir kavranışına dayanır. Buharin sürekli devrim teorisinin bu iki temel önermesini bugün bile hâlâ savunduğumu söylerken haklıdır. Bugün, öncekinden bile daha fazla savunuyorum. Zira bana göre, bu önermeler tümüyle kanıtlanmış ve doğrulanmıştır: Teoride Marx ve Lenin’in eserleri tarafından; pratikte Ekim Devrimi deneyimi tarafından.
6. “Sosyal Demokrat Sapma” Nerededir?
Aktarılan alıntılar, Stalin ve Buharin’in dünkü ve bugünkü teorik konumlarını karakterize etmek için fazlasıyla yeterlidir. Fakat politik yöntemlerinin karakterini belirlemek için, Stalin ve Buharin’in, Muhalefet tarafından kaleme alınan belgelerin içinden, 1925’e kadar kendilerinin sarf ettikleriyle (bu kez Lenin’le tam bir uyum içinde) tam bir benzerlik içinde olan ifadeleri, “sosyal demokrat sapma”mıza ilişkin teoriye temel yaptıklarını hatırlamak gerekir. Öyle görünüyor ki, Ekim Devrimi ile uluslararası devrim arasındaki ilişkilere dair merkezi sorunda Muhalefet, Rusya’da sosyalist inşanın olabilirliğini kabul etmeyen Otto Bauer’le aynı görüşlere sahiptir. Matbaa makinesinin ancak 1924’te keşfedildiği ve bu tarihten önce meydana gelen herşeyin unutulmaya mahkûm olduğu gerçekten düşünülebilir. Kartlar tamamen zayıf hafıza üzerine oynanmıştır!
Oysa Komintern Ekim Devriminin doğası sorununda, Otto Bauer ve İkinci Enternasyonal’in diğer dar kafalılarıyla kozlarını Dördüncü Kongrede paylaştı. Merkez Komite tarafından yayınlanan Yeni Ekonomik Politika (NEP) ve dünya devriminin olasılıkları üzerine raporumda, Otto Bauer’in konumu, bizim, dolayısıyla merkez komitenin görüşlerini ifade eden bir tavırla değerlendirildi; bu, kongrede hiçbir itirazla karşılaşmadı ve ben bugün de bunun tümüyle geçerli olduğunu düşünüyorum. Bizzat Buharin’e gelince, o “Lenin ve Troçki dahil pek çok yoldaş, konu üzerinde zaten konuşmuş bulunuyorlar” diyerek sorunun politik tarafını açıklamayı reddetti; bir başka deyişle, Buharin o zaman benimle aynı fikirdeydi. İşte Dördüncü Kongrede Otto Bauer ile ilgili söylediklerim:
Bir taraftan, kapitalizmin özellikle Avrupa’da işlevini tamamlamış olduğunu ve tarihsel gelişmenin önünde bir engel haline geldiğini eğlencelik makalelerinde kabul eden ve diğer taraftan Sovyet Rusya’nın evriminin kaçınılmaz olarak burjuva demokrasisinin zaferine yol açacağı inancını ifade eden sosyal demokrat teorisyenler, bu aptal ve kibirli kafa karıştırıcılarına tümüyle yakışacak türden en zavallı ve bayağı bir çelişkiye düşmektedirler. Yeni Ekonomik Politika kesin olarak belirli zaman koşulları için hesaplanmıştır. Bu kapitalist bir çevrede varolan ve kesinlikle Avrupa’nın devrimci gelişmesi üzerine hesaplar yapan işçi devletinin bir manevrasıdır.... Zaman gibi bir faktör, politik hesaplarda göz ardı edilemez. Eğer kapitalizmin gerçekten bir yüzyıl veya yarım yüzyıl daha Avrupa’da varolmaya devam edeceğini ve Sovyet Rusya’nın ekonomik politikasında kendisini ona uyarlamak zorunda olacağını kabul edersek, sorun otomatik olarak çözülür, çünkü bunu kabul ederek biz Avrupa’da proleter devrimin çöküşünü ve yeni bir kapitalist canlanma çağının yükselişini önceden varsaymış oluruz. Bu neye dayanarak kabul edilebilir? Eğer Otto Bauer Avusturya’nın bugünkü koşullarında kapitalist yeniden canlanmanın herhangi bir mucizevi belirtisini keşfetmişse, bütün söylenebilecek olan, Rusya’nın kaderinin önceden kararlaştırılmış olduğudur. Fakat şimdiye kadar ne mucize gördük, ne de onlara inandık. Bizim bakış açımızdan, eğer Avrupa burjuvazisi birkaç on yıllık dönem boyunca iktidarda kalabiliyorsa, bu, mevcut dünya koşulları altında yeni bir kapitalist serpilmeye değil, aksine Avrupa’nın ekonomik durgunluğuna ve kültürel gerilemesine işaret eder. Genel olarak konuşulursa böyle bir sürecin Sovyet Rusya’yı uçuruma sürükleyebileceği reddedilemez. Onun böylece, bir demokrasi aşamasından mı geçmek ya da başka şekillerde mi çürümek zorunda kalacağı, ikincil önemde bir sorundur. Fakat biz Spengler’in felsefesini benimsemek için hiçbir neden görmüyoruz. Biz kesinlikle Avrupa’da devrimci bir gelişmeye güveniyoruz. Yeni Ekonomik Politika bu gelişmenin hızına sadece bir uyarlanmadır. [L. Troçki, “Sosyal Demokrat Eleştiriler Üzerine”, Kominternin İlk Beş Yılı, s.491]
Sorunun bu formülasyonu bizi taslak programı değerlendirmeye başladığımız noktaya geri götürür; yani emperyalizm çağında, tek ülkenin tüm ulusal özgünlüklerinin içerildiği ve tâbi olduğu, bir bütün olarak dünya gelişiminin eğilimlerini hareket noktası olarak almaktan başka bir yolla tek ülkenin kaderini ele almanın olanaksız olduğu noktasına. İkinci Enternasyonal’in teorisyenleri SSCB’yi dünyadan ve emperyalist çağdan ayrı tutuyorlar; yalıtık bir ülkeymişçesine SSCB’ye ekonomik “olgunluk” kuru kriterini uyguluyorlar; SSCB’nin bağımsız sosyalist inşa için olgunlaşmamış olduğunu ilân ediyorlar ve bu nedenle işçi devletinin kapitalist yozlaşmasının zorunluluğu sonucunu çıkarıyorlar.
Taslak programın yazarları sosyal demokrat teorisyenlerle aynı teorik zemini benimsemekte ve onların metafizik yöntemlerini herşeyiyle devralmaktadırlar. Onlar da dünya olgusundan ve emperyalist çağdan “soyutluyorlar”. Yalıtık gelişme kurgusundan ilerliyorlar. Dünya devriminin ulusal evresine kuru bir ekonomik kriter uyguluyorlar. Yalnızca vardıkları “hüküm” farklıdır. Taslağın yazarlarının “solculuğu”, sosyal demokrat değerlendirmeyi tersyüz etmelerinde yatıyor. Yine de, İkinci Enternasyonal’in teorisyenlerinin konumu, dilediğiniz kadar başka biçimlere sokun, beş para etmez. Bauer’in değerlendirmesini ve Bauer’in kehânetini anaokulu alıştırmaları gibi basitçe çizip atan Lenin’in tutumunu takınmak gerekir.
“Sosyal demokrat sapma” meselesinin durumu budur. Biz değil, fakat taslağın yazarları kendilerini Bauer’le ilintili saymalıdırlar.
7. SSCB’nin Dünya Ekonomisine Bağımlılığı
Ulusal sosyalist toplumun mevcut peygamberlerinin müjdecisi, Herr Vollmar’dan başkası değildi. Vollmar, 1878’de “Yalıtık Sosyalist Devlet”[11] başlıklı makalesinde, proletaryası ileri Britanya’dan çok daha fazla gelişmiş bir ülke olan Almanya’da bağımsız sosyalist inşa olasılığını anlatarak, Stalin’e göre Marx ve Engels’in bîhaber olduğu eşitsiz gelişme yasasına kesinlikle ve oldukça berrak bir şekilde birçok yerde atıfta bulunur. Vollmar bu yasa temelinde 1878’de şu çürütülemez sonuca ulaşır:
“Gelecekte de güçlerini muhafaza edecek olan verili koşullar altında, tüm gelişmiş ülkelerde sosyalizmin eşzamanlı zaferinin olanaksız olduğu önceden görülebilir.”
Bu düşünceyi daha da geliştirerek Vollmar der ki:
“Böylece tek olası yol değilse de, en olası yol olarak ispatlamış olduğumu umduğum yalıtık sosyalist devlete geldik.”
“Yalıtık devlet” terimiyle proletarya diktatörlüğü altındaki bir devleti anlayabildiğimiz ölçüde, Vollmar, Marx ve Engels’ce çok bildik olan ve Lenin’in yukarıda alıntılanan 1915’teki makalesinde ifade etmiş olduğu çürütülemez bir fikri ifade ediyordu.
Fakat ardından tamamen Vollmar’ın kendi fikri olan şey gelir; sırası gelmişken söyleyelim, bu, uzun erimde bizim tek ülkede sosyalizm teorisi sponsorlarımızın formülasyonu kadar tek yönlü ve yanlış olarak formüle edilmemiştir. Kendi kurgusunda Vollmar, sosyalist Almanya’nın, aynı zamanda çok daha yüksek derecede gelişmiş teknolojiye ve çok düşük üretim maliyetine sahip olma avantajına da sahip olarak, dünya kapitalist ekonomisiyle canlı ilişkilere sahip olacağı önermesini başlangıç noktası olarak alır. Bu kurgu sosyalist ve kapitalist sistemlerin barışçıl bir arada varolma perspektifine dayandırılır. Fakat sosyalizm, ilerlerken sürekli olarak muazzam yaratıcı üstünlüğünü göstermek zorunda olduğu için, bir dünya devrimi gerekliliği kendiliğinden ortadan kalkacaktır: Sosyalizm, pazarda malları çok daha ucuza satarak kapitalizmin üstesinden gelecektir.
Birinci taslak programın yazarı ve ikinci taslağın yazarlarından biri olan Buharin, tek ülkede sosyalizmin inşasında tamamen yalıtık, kendine yeten bir ekonomi fikrinden yola çıkar. Buharin’in, safsatayla karışık skolastizmde son söz olan “Devrimimizin Doğası ve SSCB’de Başarılı Sosyalist İnşa Olasılığı Üzerine” (Bolşevik, No 19-20, 1926) başlıklı makalesinde tüm uslamlama yalıtık ekonominin sınırları dahilinde yapılır. Temel ve tek argüman şudur:
Madem sosyalizmin inşası için “gerekli ve yeterli olan herşeye” sahibiz, bu nedenle tam da sosyalizmin inşası sürecinde sosyalizmin daha ileri kuruluşunun imkânsız olacağı bir nokta olamaz. Eğer ülkemizde, her geçen yıla nazaran, ekonomimizin sosyalist sektörünün daha büyük bir üstünlüğüyle ileri yürüdüğümüz ve ekonomimizin sosyalistleşmiş sektörlerinin kapitalist özel sektörlerden daha hızlı büyüdüğü bir güçler bileşimine sahipsek, o halde takip eden her yeni yıla güçlerin üstünlüğü ile giriyoruz.
Bu uslamlama kusursuzdur: “Madem gerekli ve yeterli olan herşeye sahibiz,” bu nedenle ona sahibiz. Kanıtlanması gereken bir noktadan yola çıkarak, ona hiçbir giriş çıkış yapmadan, Buharin kendine yeterli tam bir sosyalist ekonomi sistemi oluşturur. Dış çevreye yani tüm dünyaya gelince, Stalin gibi Buharin de onu sadece müdahale açısından hatırlar. Buharin makalesinde ne zaman uluslararası faktörden “soyutlamanın” gerekliliğinden bahsetse, düşündüğü dünya pazarı değil, aksine askeri müdahaledir. Kendi kurgusu boyunca bunu kolayca unuttuğu için, Buharin dünya pazarından soyutlamak zorunda değildir. Bu şema ile uyum içinde, Buharin, Rus partisinin On Dördüncü Kongresinde, eğer müdahale ile engellenmezsek “bir kaplumbağanın hızıyla bile olsa” sosyalizmi inşa edeceğimiz fikrini savundu. İki sistem arasındaki sürekli mücadele sorunu, sosyalizmin sadece en yüksek üretici güçlere dayanabileceği olgusu; tek kelimeyle, gelişen üretici güçler temelinde bir toplumsal oluşumun bir diğeri ile yer değiştirmesinin Marksist dinamikleri; tüm bunlar tamamen unutturuldu. Devrimci ve tarihsel diyalektik, düşük bir teknoloji üzerine inşa edilmiş, ulusal sınırlar dahilinde “kaplumbağa hızı” ile gelişen, dış dünyaya sadece kendi müdahale korkusuyla bağlı olan, cimri, gerici bir kendine-yeterli sosyalizm ütopyası ile yer değiştirdi. Marx ve Lenin’in öğretisinin bu içler acısı karikatürüne razı olmayı reddetmek, bir “sosyal demokrat sapma” olarak ilân edildi. Görüşlerimizin böyle nitelendirilmesi, ilk kez Buharin’in yukarıda alıntılanan makalesinde genel olarak ileri sürüldü ve “doğruluğu kanıtlandı”. Tarih, Vollmar’ın tek ülkede sosyalizm teorisinin bayağı bir yeniden ortaya çıkarılışını reddettiğimiz için bizim bir “sosyal demokrat sapma” içine düştüğümüzü dikkate alacaktır.
Eğer Rusya dünya ekonomi zincirinin bir halkası –en zayıf halka, fakat yine de bir halka– olmasaydı, Çarlık Rusya’sının proletaryası iktidarı alamazdı. İktidarın proletarya tarafından fethi, Sovyet hükümetini, hiçbir şekilde kapitalizm tarafından yaratılan uluslararası işbölümü sisteminin dışına çıkarmaz.
Sadece alaca karanlıkta uçan bilge baykuş gibi, tek ülkede sosyalizm teorisi de, üçte ikisinde sanayimizin dünya sanayisine bağımlılığının kristalize olduğu eski sabit sermayeyi giderek daha büyük oranda tüketen sanayimizin, dünya pazarı ile bağlarını canlandırma ve geliştirme acil ihtiyaçlarının işaretini verdiği ve dış ticaret sorunlarının tüm boyutlarıyla ekonomi yöneticilerimizin önüne çıktığı bir anda ortaya çıkıvermektedir.
On Birinci Kongrede, yani partiye konuşma fırsatını bulduğu son Kongrede, Lenin, partinin bir başka deneyden geçmek zorunda olduğuna dair tam vaktinde bir uyarıda bulundu: “... Rus pazarı ve boyun eğdiğimiz, bağlı olduğumuz ve kurtulamayacağımız uluslararası pazar tarafından sokulacağımız bir deney.”
Hiçbir şey, yalıtık bir “tam sosyalizm” teorisine, dış ticaret hesaplarımızın son yıllarda ekonomik plan hesaplarımızın kilit taşı haline gelmesi basit gerçeği kadar ölümcül bir darbe indiremez. Sanayimiz de dahil, ekonomimizdeki “en müşkül nokta” tümüyle ihracatımıza bağlı olan ithalâtımızdır. Ve bir zincirin mukavemeti daima onun en zayıf halkasınca belirlendiğinden, ekonomik planlarımızın boyutları, ithalâtımızın boyutlarına uydurulmaya çalışılır.
Planlı Ekonomi (Devlet Planlama Komisyonunun teorik organı) dergisinde planlama sistemi konulu bir makalede şunu okuyoruz:
“… içinde bulunduğumuz yılın denetim hesaplarını kaleme alırken, yöntemsel olarak, ithalât ve ihracat planlarımızı tüm plan için bir başlangıç noktası olarak almak zorundayız” vs., vs. [Ocak 1927, s.27]
Devlet Planlama Komisyonunun bu yöntemsel yaklaşımı, duyacak kulağı olan herkese duyguya yer bırakmayacak biçimde, denetim hesaplarının ekonomik gelişmemizin yönünü ve temposunu belirlediğini, fakat bu denetim hesaplarının da zaten dünya ekonomisi tarafından denetlendiğini bildirmektedir; yalıtılma kısır döngüsünden güçlendiğimiz için kurtulmuş değiliz.
Kapitalist dünya, ithalât ve ihracat rakamlarıyla, bize askeri müdahale aygıtlarından başka ikna aygıtlarına da sahip olduğunu gösteriyor. Emeğin üretkenliği ve bir toplumsal sistemin üretkenliği bir bütün olarak pazarda fiyatların karşılıklı ilişkisi ile ölçüldüğü ölçüde, Sovyet ekonomisi için belki en büyük dolaysız tehdidi oluşturan daha ucuz kapitalist metaların müdahalesi yanında, askeri müdahale hiç kalır. Tek başına bu, meselenin hiçbir surette, yalnızca “kendi” burjuvazin üzerindeki yalıtık bir ekonomik zafer meselesi olmadığını gösterir. “Tüm dünya için yaklaşmakta olan sosyalist devrim, hiçbir surette sadece her ülkenin proletaryasının kendi burjuvazisi üzerindeki zaferine bağlı olmayacaktır.” (Lenin, Eserler, Cilt XVI, s.388, 1919.) Burada söz edilen şey, biri bugün hâlâ sınırsız ölçüde daha büyük üretici güçlere dayanırken, öteki geri üretici güçlere dayanarak inşaya daha henüz yeni başlayan iki toplumsal sistem arasındaki bir rekabet ve bir ölüm-kalım mücadelesidir.
Her kim ki dünya pazarına bağımlılığımızın kabulünde “kötümserlik” görür (Lenin açıkça dünya pazarına boyun eğişimizden söz etmiştir), böylece dünya pazarı karşısında kendi taşralı dar kafalı küçük burjuva pısırıklığını ve bir çalının arkasında dünya ekonomisinden saklanmayı ve her nasılsa kendi kaynakları ile geçinmeyi uman yerli-mamûl iyimserliğinin acınacak karakterini açığa vurur.
Yeni teori şu delice düşünceyi bir onur sorunu haline getirdi; SSCB askeri müdahale ile mahvolabilir, fakat kendi ekonomik geriliği nedeniyle asla. Ama sosyalist bir toplumda çalışan kitlelerin kendi ülkelerini savunma istekliliği, kapitalizmin kölelerinin bu ülkeye saldırma istekliliğinden çok daha fazla olmak zorunda olduğu için, şu soru gündeme gelir: Niçin askeri müdahale bizi yıkımla tehdit etmektedir? Çünkü düşman, teknolojik olarak sınırsız ölçüde daha güçlüdür. Buharin üretici güçlerin üstünlüğünü sadece askeri teknik görünümleri itibarıyla kabul eder. O şunu anlamak istemiyor, bir Ford traktörü tam da bir Creusot silâhı kadar tehlikelidir, tek farkla ki, silâh sadece ara sıra çalışırken, traktör bizi sürekli sıkıştırır. Bunun yanında, traktör en sonunda arkasında bir silâhın bulunduğunu bilir.
Biz ilk işçi devletiyiz, dünya proletaryasının bir parçasıyız ve dünya proletaryası ile birlikte dünya sermayesine bağımlıyız. Suya sabuna dokunmayan, renksiz ve bürokratik olarak hadım edilmiş bir sözcük olan “ilişkiler”, sadece bu “ilişkiler”in son derece külfetli ve tehlikeli doğasını gizlemek amacıyla tedavüle sokuldu. Eğer dünya pazarı fiyatlarında üretim yapıyor olsaydık, dünya pazarına bağımlılığımız, bir bağımlılık olmaya son vermeksizin, şu anda olduğundan çok daha az vahim nitelikte olacaktı. Fakat ne yazık ki sorun bu değildir. Dış ticaret tekelimiz bizzat bağımlılığımızın vahametinin ve tehlikeli niteliğinin kanıtıdır. Sosyalist inşamızda tekelin belirleyici önemi, tam da bizim için elverişsiz olan varolan güçler ilişkisinin bir sonucudur. Fakat bir an için bile unutmamalıyız ki, dış ticaret tekeli sadece dünya pazarına bağımlılığımızı düzenler, onu ortadan kaldırmaz.
Eğer Sovyet Cumhuriyetimiz [diyor Lenin] tüm kapitalist dünya tarafından kuşatılmış bir yalıtık anavatan toprağı olarak kalırsa, bu takdirde tam ekonomik bağımsızlığımızın ve içinde bulunduğumuz tehlikelerden herhangi birinin yok olacağının düşünülmesi tamamıyla gülünç bir fantezi ve ütopyacılık olacaktır. [Eserler, Cilt XVII, s.409, vurgu bizim]
Sonuç olarak temel tehlike, bize düşman olan kapitalist ekonomi içindeki “yalıtık anavatan toprağı” olan SSCB’nin nesnel konumundan kaynaklanır. Bu tehlikeler, buna rağmen azalabilir ya da artabilir. Bu, iki etkenin davranışına bağlıdır: Bir tarafta sosyalist inşamız ve diğer tarafta kapitalist ekonominin gelişimi. Son tahlilde ikinci etken, yani bir bütün olarak dünya ekonomisinin kaderi, şüphesiz sonucu belirleyici önemdedir.
Sosyalist sistemimizin üretkenliğinin kapitalist sisteminkinin sürekli olarak gerisinde kalması, ki bu kaçınılmaz olarak sonunda sosyalist cumhuriyetin yıkılışına yol açar, söz konusu olabilir mi ‑ve hangi özel durumda? Önderliğe yüklediği emsâlsiz derecede yüksek talepleriyle, bağımsız bir sınai temel yaratmanın zorunlu hale geldiği bu yeni evrede, ekonomimizi hünerle yönetirsek, emek üretkenliğimiz artacaktır. Bununla birlikte, kapitalist ülkelerdeki ya da daha doğrusu egemen kapitalist ülkelerdeki emek üretkenliğinin ülkemizdekinden daha hızlı artacağı kavranılamayacak bir şey mi? Bu soruya açık bir cevap vermeksizin, tempomuzun “kendi kendine” yeterli (“bir kaplumbağanın hızı” saçma felsefesini bir kenara bırakarak) olduğu boş iddialarının hiçbir temeli yoktur. Fakat tam da iki sistem arasındaki rekabet sorununa bir yanıt bulma girişimi, bizi dünya ekonomisi ve dünya politikası alanına, yani Sovyet cumhuriyetini –ama hiçbir şekilde zaman zaman Enternasyonal’in desteğini alan kendine yeterli bir Sovyet cumhuriyetini değil– kapsayan devrimci Enternasyonal’in eylem ve karar alanına götürür.
Taslak program SSCB’deki devlet ekonomisinden bahsederek, “bunun büyük ölçekli sanayiyi kapitalist ülkelerdeki gelişimin temposunu aşan bir tempoda geliştirdiğini” söylemektedir. İki tempoyu yan yana koyma girişimi, hakkını verelim, programın yazarlarının bizim gelişmemiz ile dünya gelişmesi arasındaki karşılaştırmalı katsayı sorununu kategorik olarak reddettikleri döneme kıyasla ileriye doğru atılmış ilkesel bir adımı ifade eder. “Uluslararası etkeni işin içine sokmaya” hiç gerek yok diyordu Stalin. “Kaplumbağa hızıyla bile olsa” sosyalizmi inşa edelim diyordu Buharin. Birkaç yıllık bir dönemde ortaya çıkan ilkesel anlaşmazlıklar kesin olarak bu husustadır. Biçimsel olarak, bu hususta biz kazandık. Fakat sadece ekonomik gelişmenin tempoları arasındaki kitabi karşılaştırmalara girmez, aksine sorunun köküne inersek, taslağın başka bir bölümünde kapitalist dünya ile ilişkilendirmeksizin, iç ilişkileri tek kalkış noktası olarak almak suretiyle, “asgari düzeyde yeterli bir sanayi”den bahsedilmesine izin verilemeyeceği; ve aynı şekilde, sadece hakkında bir karar geçirilmesine değil, aynı zamanda herhangi bir ülke için sosyalizmin bağımsız olarak inşasının “olanaklı ya da olanaksız” olduğu sorusunu koymaya bile izin verilemeyeceği aşikâr olacaktır. Sorun iki sistem arasındaki, iki toplumsal sınıf arasındaki mücadelelerin dinamikleri tarafından karara bağlanır; ve bu mücadelede, restorasyon dönemimizdeki büyümenin yüksek katsayıları ne olursa olsun, su götürmez ve temel bir olgu varolmaya devam eder, şöyle ki:
Kapitalizm, eğer uluslararası ölçekte alınırsa, şu anda bile, sadece askeri değil ekonomik anlamda da Sovyet iktidarından daha güçlüdür. Bu temel düşünceden ilerlemeli ve hiçbir zaman bunu unutmamalıyız. [Lenin, Eserler, Cilt XVII, s.102]
Gelişmenin farklı tempoları arasındaki karşılıklı ilişkiler sorunu, geleceğin çözümlenmemiş bir sorunu olarak kalır. “Smiçka”yı[12] gerçekten başarmak, ürünün toplanmasını güvenceye almak ve ihracat ve ithalâtımızı arttırmak, sadece bizim kapasitemize bağlı değildir; bir başka deyişle sadece, şüphesiz bu mücadelede son derece önemli etkenler olan dahili başarılarımıza değil, aynı zamanda dünya kapitalizminin kaderine, durgunluğuna, yükseliş veya çöküşüne, yani dünya ekonomisi ve dünya devriminin akışına da bağlıdır. Sonuç olarak, sorun sadece ulusal yapının çerçevesi içinde değil, aksine dünya ekonomik ve politik mücadele arenasında belirlenir.
8. “Tek Ülkede Sosyalizm” Gerici Ütopik Teorisinin Nedeni Olarak Üretici Güçler ve Ulusal Sınırlar Arasındaki Çelişki
Gördüğümüz gibi, bir taraftan Lenin’den birçok satırın sofist yorumu ve diğer taraftan “eşitsiz gelişme yasası”nın skolastik yorumu, tek ülkede sosyalizm teorisine temel oluşturmaktadır. Tartışma konusu alıntılara olduğu gibi, tarihi yasaya da doğru bir yorumlama getirerek, doğrudan doğruya karşıt bir sonuca varırız, yani Marx, Engels, Lenin ve 1925’e kadar Stalin ve Buharin’i de kapsayan tümümüz tarafından ulaşılmış olunan sonuca.
Sosyalist devrimin eşzamanlı olmayan, eşitsiz ve düzensiz niteliği, kapitalizmin eşitsiz düzensiz gelişmesinden kaynaklanır; tek ülkede sosyalizmin inşasının sadece politik olarak değil fakat aynı zamanda ekonomik olarak da imkânsızlığı, çeşitli ülkelerin birbirlerine bağımlılıklarının aşırı gerginliğinden kaynaklanır.
Program metnini bu açıdan biraz daha yakından bir kez daha inceleyelim. Önsözde şunu zaten okumuştuk:
“Emperyalizm ... dünya ekonomisinin üretici güçlerinin büyümesi ile ulusal devlet engelleri arasındaki çelişkiyi aşırı derecede şiddetlendirmektedir.”
Bu önermenin uluslararası programın temel prensibi olduğunu, veya daha doğrusu öyle söylendiğini zaten belirtmiştik. Fakat gerici bir teori olarak tek ülkede sosyalizm teorisini a priori [önsel] olarak dışlayan, reddeden ve süpürüp atan şey kesin olarak bu önermedir, çünkü bu eğilim sadece üretici güçlerin gelişmesi temel eğilimine değil, aynı zamanda bu gelişme tarafından çoktan ulaşılmış olan maddi sonuçlara da uzlaşmaz bir şekilde karşı koyar. Üretici güçler ulusal sınırlarla uyumlu değildir. Sadece dış ticaret, işgücü ve sermaye ihracı, toprakların fethi, sömürge politikası ve son emperyalist savaş değil, aynı zamanda kendine yeterli bir sosyalist toplumun ekonomik olanaksızlığı da buradan doğar. Kapitalist ülkelerin üretici güçleri, ulusal sınırları çok önceden yıktı. Ne var ki sosyalist toplum sadece en ileri üretici güçler üzerinde, tarım dahil tüm üretim süreçlerine elektrik ve kimyanın uygulanması üzerinde; modern teknolojinin en yüksek öğelerinin birleştirilmesi, genelleştirilmesi ve en yüksek gelişme düzeyine yükseltilmesi üzerinde inşa edilebilir. Kapitalizmin gelişimini sağlamış olan ve sadece burjuva özel mülkiyet haklarının kabuğunu değil, 1914 savaşının da göstermiş olduğu gibi, burjuva devletin ulusal çemberlerini de paramparça eden yeni teknolojinin ruhuyla kapitalizmin başa çıkamayacağını, Marx’tan beri sürekli tekrarlamaktayız. Bununla birlikte sosyalizm kapitalizmden sadece en yüksek seviyedeki üretici güçleri devralmamalı, onları derhal ileriye taşımalı, daha yüksek bir seviyeye yükseltmeli ve onlara kapitalizm altında görülmedik bir gelişim kazandırmalıdır. Soru şudur: O halde sosyalizm, kapitalizm altında ulusal devlet sınırlarını şiddetle yıkmaya çalışan üretici güçleri, nasıl bu sınırlara sıkıştırabilir? Ya da, belki, ulusal sınırların ve bundan dolayı da tek ülkede sosyalizm teorisinin sınırlarının çok dar geldiği “dizginsiz” üretici güçler fikrini terk etmeli ve kendimizi, frenlenmiş ve evcilleştirilmiş üretici güçlerle, yani ekonomik geriliğin teknolojisiyle sınırlamalıyız? Eğer durum buysa, o zaman sanayinin birçok dalında gelişmeyi tam da şu anda durdurmalı ve burjuva Rusya’yı dünya ekonomisine kopmaz bir bağla bağlamayı başaran ve devlet sınırlarını aşmış olan üretici güçlerden dolayı topraklarını genişletmek amacıyla onu emperyalist savaş girdabına çeken şu anki acınacak teknik düzeyimizden çok daha aşağı bir düzeye düşürmeliyiz.
İşçi devleti, bu üretici güçleri miras alarak ve yenileyerek ithalât ve ihracata zorlandı.
Sorun şudur: Taslak program, modern kapitalist teknolojinin ulusal sınırlarla uyumsuzluğu tezini elinde olmadan kendi metni içine sokmakta ve bu uyumsuzluğa ilişkin hiçbir sorun yokmuşçasına tartışmayı sürdürmektedir. Aslında bütün taslak, Marx ve Lenin’den alınmış hazır devrimci tezlerin ve bu devrimci tezlerle kesinlikle bağdaşmayan oportünist ya da merkezci vargıların bir bileşimidir. Bu nedenle, taslakta içerilen yalıtık devrimci formüller tarafından cezbolunmadan onun ana eğilimlerinin nereye götürdüğünü sıkı sıkıya izlemek zorunludur.
Birinci bölümün, “yalıtık bir kapitalist ülkede” sosyalizmin zaferinin olabilirliğini ifade eden kısmını zaten aktarmıştık. Bu düşünce çok daha kaba ve keskin bir şekilde, şunları dile getiren dördüncü bölümde formüle ediliyor:
Dünya proletaryasının diktatörlüğü [?] ... sadece tek tek ülkelerde sosyalizmin [?] zaferinin bir sonucu olarak, yeni oluşmuş proletarya cumhuriyetleri, mevcut olanlarla bir federasyon kurduğunda gerçekleştirilebilir.
Eğer “sosyalizmin zaferi” sözünü sadece proletarya diktatörlüğünün diğer bir ifadesi olarak yorumlarsak, o zaman hiçbir şekilde çürütülemeyen ve daha az elastik bir şekilde formüle edilmek zorunda olan genel bir ifadeye ulaşırız. Fakat taslağın yazarlarının kafasındaki bu değildir. Sosyalizmin zaferi ile, onlar yalnızca iktidarın fethini ve üretim araçlarının ulusallaştırılmasını değil, tek ülkede sosyalist bir toplumun inşasını kastediyorlar. Eğer biz bu yorumlamayı kabul edecek olsaydık, o zaman uluslararası işbölümüne dayanan sosyalist bir dünya ekonomisi değil, bahtiyar anarşizmin ruhuna uygun kendine-yeterli bir sosyalist komünler federasyonu elde ederdik; tek farkla ki, bu komünler bugünkü ulusal devletlerin büyüklüğüne ulaşmış olurlardı.
Taslak program, eski ve alışılmış formüller aracılığıyla yeni formülasyonu eklektik bir biçimde gizleme dürtüsüyle aşağıdaki tezlere başvurur:
Ancak proletaryanın dünya çapındaki tam zaferinden ve dünya çapında kendi iktidarını güçlendirmesinden sonra, dünya sosyalist ekonomisinin inşasının yoğun şekilde sürdüğü bir çağ ortaya çıkacak. [Bölüm 4]
Teorik bir siper olarak kullanılan bu varsayım, gerçekte sadece temel çelişkinin teşhirine hizmet etmektedir. Eğer tezleri, hakiki sosyalist inşa çağının sadece proletaryanın en azından birkaç ileri ülkedeki zaferinden sonra başlayabileceği şeklinde yorumlarsak, o zaman bu yalnızca tek ülkede sosyalizmin inşasının reddidir ve Marx ve Lenin’in konumuna geri dönüştür. Fakat eğer kalkış noktamızı taslak programın çeşitli bölümlerine yerleştirilmiş olan Stalin ve Buharin’in yeni teorisinden alırsak, o zaman şu perspektifi elde ederiz: Dünya proletaryasının dünya çapındaki tam zaferine dek, tek tek birkaç ülke kendi ülkelerinde tam sosyalizmi inşa edecek, ve daha sonra, oyuncak küplerden binalar inşa eden çocuklar gibi, bu sosyalist ülkelerden sosyalist bir dünya ekonomisi inşa edilecek. İşin doğrusu sosyalist dünya ekonomisi, hiçbir zaman ulusal sosyalist ekonomilerin toplamı olmayacaktır. O, temel yönleri itibarıyla, yalnızca kapitalizmin bütün önceki gelişimi tarafından yaratılmış olan uluslararası işbölümü zemininde şekillenebilir. Özünde o, tek tek birkaç ülkede “tam sosyalizm”in inşasından sonra değil, ama on yıllar gerektirecek proleter dünya devriminin tufan ve fırtınaları içinde oluşturulacak ve inşa edilecektir. Proletarya diktatörlüğünün ilk ülkelerinin ekonomik başarıları, onların kendine-yeterli bir “tam sosyalizm”e yaklaşma dereceleriyle değil, ama bizzat diktatörlüğün politik istikrarıyla ve gelecek sosyalist dünya ekonomisinin öğelerinin hazırlanışında elde edilen başarılarla ölçülecektir.
Bu revizyonist fikir, beşinci bölümde çok daha kesin ve bu nedenle çok daha göze batan bir şekilde ifade edilmektedir. Taslağın yazarları, bu bölümde, Lenin’in öldükten sonra yayınlanan makalesinin çarpıttıkları bir buçuk satırının arkasına saklanarak, şunu ilân etmektedirler: SSCB,
“... sadece feodal toprak beylerinin ve burjuvaların devrilmesi için değil, aynı zamanda sosyalizmin tam inşası için de, ülke içinde gerekli ve yeterli maddi önkoşullara sahiptir.”
Hangi koşullar sayesinde böyle olağandışı tarihi avantajlar elde ettik? Taslağın ikinci bölümünde bu konuya ilişkin bir yanıt buluyoruz:
“Emperyalist cephe en zayıf halkasında, Çarlık Rusya’sında [1917 devrimi ile] kırıldı.” [vurgu bize ait]
Bu Lenin’in muhteşem formülüdür. Anlamı, Rusya’nın tüm emperyalist ülkelerin en gerisi ve ekonomik olarak en zayıfı olduğudur. Kesinlikle bu nedenledir ki, ülkenin yetersiz üretici güçlerine dayanılmaz bir yük yükledikleri için, ilk olarak onun yönetici sınıfları başarısızlığa uğradı. Eşitsiz, düzensiz gelişme böylece en geri emperyalist ülkenin proletaryasını, iktidarı fethetmede ilk olmaya zorladı. Geçmişte bize, ileri ülkelerin proletaryasıyla kıyaslandığında, “en zayıf halkadaki” işçi sınıfının sosyalizme doğru ilerleyişinde en büyük zorluklarla karşılaşacak olmasının kesinlikle bu nedenden kaynaklandığı öğretildi. Bu öğretiye göre, ileri ülkelerin proletaryası, iktidarı ele geçirmeye daha zor ulaşacak, ama bizler geriliğimizi aşmadan uzun süre önce iktidarı ele geçirerek, sadece bizi geçmekle kalmayacak, aynı zamanda yüksek dünya teknolojisi ve uluslararası işbölümü temelinde gerçek sosyalist inşa noktasına götürecek şekilde bizi de beraberinde taşıyacaktı. Ekim Devrimini yaptığımızda düşüncemiz buydu. Parti bu düşünceyi onlarca, hatta yüzlerce ve binlerce kez basında ve toplantılarda formüle etti, fakat 1925’ten beri bunun yerine tam aksi düşünce koyulmaya çalışılıyor. Şimdi öğreniyoruz ki, eski Çarlık Rusya’sının “en zayıf halka” olması olgusu, tüm zayıflıklarıyla Çarlık Rusya’sının mirasçısı olan SSCB proletaryasına, paha biçilmez bir avantaj, yani “sosyalizmin tam inşası” için kendi ulusal önkoşullarından ne eksik ne fazlasına sahip olma avantajı sağlamaktadır.
Talihsiz İngiltere, gerekli hammaddeleri sağlamak ve ürünlerini satmak için neredeyse bütün dünyaya mecbur olan üretici güçlerinin aşırı gelişmişliği nedeniyle bu avantaja sahip değildir. İngiltere’nin üretici güçleri daha “makûl” düzeyde olsaydı ve bunlar sanayi ve tarım arasında göreli bir denge sağlasaydı, Britanya proletaryası, görünüşe göre, dış müdahaleden kendi donanmasıyla korunarak kendi “yalıtık” adasında tam sosyalizmi inşa edebilirdi.
Taslak program dördüncü bölümünde kapitalist devletleri üç gruba ayırır: 1) “Son derece gelişmiş kapitalist ülkeler (Birleşik Devletler, Almanya, İngiltere, vs.)”; 2) “Orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeler (1917 öncesi Rusya, Polonya, vs.)”; 3) “Sömürge ve yarı-sömürge ülkeler (Çin, Hindistan, vs.).”
“1917 öncesi Rusya’nın”, bugünkü Çin’e, bugünkü Birleşik Devletler’den çok daha yakın olması olgusuna rağmen, taslağın diğer bölümleri düşünüldüğünde, eğer yanlış sonuçlar çıkarmak için bir kaynak olarak hizmet etmiyorsa, bu şematik ayrıma karşı herhangi bir ciddi itirazdan kaçınılabilir. “Orta derecedeki” ülkeler, taslakta bağımsız sosyalist inşa için “asgari sınai yeterliliğe” sahip olarak ilân edildiği için, bu, yüksek kapitalist gelişmeye sahip ülkeler için haydi haydi doğrudur. Dış yardıma ihtiyaç duyanlar, sadece sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdir. Daha sonra göreceğimiz gibi, taslak programın bir başka bölümünde bu ülkeler kesinlikle böyle karakterize edilmektedirler.
Bununla birlikte, eğer sosyalist inşanın sorunlarını sadece bu kriterle, ülkenin doğal kaynakları, ülke içinde sanayi ile tarım arasındaki bağlantı, ülkenin dünya ekonomik sistemi içindeki yeri gibi diğer koşullardan soyutlayarak ele alırsak, o zaman hiç de küçük olmayan yeni hatalara ve çelişkilere düşeriz. Az önce İngiltere’den söz ettik. Kuşkusuz son derece gelişmiş bir kapitalist ülke olarak onun, kesinlikle bu yüzden bizzat kendi adasının sınırları içinde başarılı sosyalist inşa için şansı yoktur. İngiltere, eğer kuşatılırsa, birkaç ay zarfında kolayca boğulur.
Diğer tüm koşullar aynı olmak üzere, muhakkak ki daha yüksek derecede gelişmiş üretici güçler, sosyalist inşanın amaçları için muazzam bir avantajdır. Savaş sırasında burjuva Almanya tarafından kanıtlanmış olduğu gibi, bir kuşatma halkasıyla kuşatıldığında bile, söz konusu üretici güçler ekonomik yaşama olağanüstü bir esneklik bahşettiler. Fakat ulusal bir temelde sosyalizmin inşası, bu gelişmiş ülkeler için genel bir gerilemeyi, üretici güçlerin büyük çapta kısılmasını gerektirir, yani sosyalizmin hedeflerine doğrudan karşı olan bir şeyi.
Taslak program, mevcut üretici güçlerle ulusal sınırlar arasındaki bağdaşmazlığa ilişkin temel tezi unutmaktadır. Bu temel tezden, tek ülkede sosyalizmin inşası için üretici güçlerin çok gelişmiş olmasının, az gelişmiş olmasına nazaran hiçbir suretle daha az engel olmadığı sonucu çıkmaktadır. Tersinden düşünürsek, az gelişmiş üretici güçler temel oluşturmak için yetersizken, gelişmiş üretici güçlere varmak için yetersiz kalacak olan ulusal temelin kendisidir. Eşitsiz gelişme yasası, kesinlikle en gerekli ve en önemli olduğu noktada unutuluyor.
Sosyalizmin inşası sadece bir ülkenin “olgunluk” veya “hamlığı”yla çözümlenmez. Bu hamlık kendi içinde eşitsizdir. SSCB’de bazı sanayi dalları, en temel iç ihtiyaçları (özellikle makine yapımı) karşılamakta son derece yetersizdir, aksine diğer dallar varolan koşullar altında yaygın ve artan ihracat olmaksızın gelişemezler. Tarımı bir kenara bırakalım, kereste, yağ ve manganez gibi büyük önemdeki dallar bile sonuncular arasındadır. Diğer taraftan, eğer “çok bol olanlar” (göreli olarak) ihraç edilemezlerse, “yetersiz” dallar ciddi şekilde gelişemezler bile. Bir Ütopya’da veya bir Atlantis’te değil, dünyevi ekonomimizin katı coğrafi ve tarihi koşulları içinde, yalıtık bir sosyalist toplum inşa etmenin olanaksızlığı, çeşitli ülkeler için farklı şekillerde –bazı dalların yetersiz gelişmesiyle, diğerlerinse “aşırı” gelişmesiyle– belirlenir. Bütün olarak alındığında bu, modern üretici güçlerin ulusal sınırlarla uyumsuz olduğu anlamına gelir.
Emperyalist savaş neydi? O, üretici güçlerin sadece mülkiyetin burjuva şekillerine karşı değil, fakat aynı zamanda kapitalist devletlerin sınırlarına karşı da başkaldırmasıydı. Emperyalist savaş, üretici güçlerin, ulusal devletlerin sınırları içinde dayanılmaz şekilde zorlandıkları gerçeğini gösterdi. Her zaman şunu savunduk; kapitalizm kendi geliştirdiği üretici güçleri kontrol etme yeteneğinden yoksundur ve sadece sosyalizm, daha yüksek bir ekonomik varoluşla kapitalist devletlerin sınırlarını aşan üretici güçleri birleştirme yeteneğine sahiptir. Yalıtık devlete götüren tüm yollar tıkanmıştır.... [Tutanaklar, KEYK Yedinci Plenumu, Troçki’nin Konuşması, s.100]
Taslak program tek ülkede sosyalizm teorisini ispatlamaya çaba harcayarak iki, üç ve dört misli hata yapıyor: SSCB’deki üretici güçleri abartıyor; sanayinin farklı dallarının eşitsiz gelişmesi yasasına gözlerini kapatıyor; uluslararası işbölümünü reddediyor ve son olarak emperyalist çağa içkin olan çelişkiyi, üretici güçler ve ulusal duvarlar arasındaki çelişkiyi unutuyor.
Dikkatle incelenmemiş tek bir argüman bile bırakmamak için bize, yeni teorinin savunusunda Buharin’in bir başka ve üstelik genellenmiş bir önermesini hatırlatmak kalıyor.
Dünya ölçeğinde der Buharin, proletarya ve köylülük arasındaki ilişki SSCB’de olduğundan daha elverişli değildir. Bu nedenle eğer geriliğin sonuçları yüzünden SSCB’de sosyalizmin inşası olanaksızsa, o zaman dünya ekonomisi ölçeğinde gerçekleşmesi de aynı derecede olanaksızdır.
Bu argüman, diyalektik hakkındaki bütün ders kitaplarına, skolastik düşüncenin klâsik bir örneği olarak alınmayı hak etmektedir.
Herşeyden önce, dünya ölçeğinde proletarya ile köylülük arasındaki güçler ilişkisinin, SSCB’deki ilişkiden pek farklı olmaması oldukça muhtemeldir. Fakat dünya devrimi hiçbir şekilde aritmetik ortalama yöntemine göre iş görmez; laf arasında, ulusal devrim de. Bu nedenle Ekim Devrimi herşeyden önce, işçilerle köylüler arasındaki ilişkinin bütün Rusya’nın ortalamasına denk düşeceği bir bölge seçmek yerine, proleter Petrograd’da oldu ve kendini sağlamlaştırdı. Petrograd ve ardından Moskova, devrimci hükümet ve devrimci orduyu yarattıktan sonra, birkaç yıllık bir dönemde ülkenin ücra köşelerindeki burjuvaziyi devirdi; ve ancak devrim denen bu sürecin bir sonucu olarak, SSCB sınırları içinde proletarya ile köylülük arasındaki mevcut ilişki kuruldu. Devrim aritmetik ortalama yöntemine göre gerçekleşmez. Daha az uygun olan bir bölgede başlayabilir, fakat hem ulusal ve hem de dünya sınırlarının önemli bölgelerinde kendini sağlamlaştırana kadar onun tam zaferinden söz etmek mümkün değildir.
İkinci olarak, proletaryayla köylülük arasındaki ilişki, “ortalama” bir teknolojik düzey verili olsa dahi sorunun çözümü için tek faktör değildir. Buna ek olarak proletaryayla burjuvazi arasındaki sınıf savaşı söz konusudur. SSCB işçilerin ve köylülerin dünyası ile değil, kapitalist bir dünya ile kuşatılmıştır. Burjuvazi tüm dünyada devrilmiş olsaydı bile, kendi başına bu olgu, SSCB içinde ve tüm dünyada henüz ne proletarya ile köylülük arasındaki ilişkiyi, ne de teknolojinin ortalama düzeyini değiştirirdi. Fakat ne var ki, SSCB’deki sosyalist inşa, derhal, mevcut olanak ve boyutlarıyla kesinlikle kıyas kabul etmeyen büsbütün değişik olanak ve boyutlar kazanırdı.
Üçüncü olarak, eğer her ileri ülkenin üretici güçleri bir dereceye kadar ulusal sınırları aştıysa, o takdirde Buharin’e göre buradan, tüm ülkelerin üretici güçlerinin toplam olarak gezegenimizin sınırlarını aştığı ve bunun sonucunda sosyalizmin ancak güneş sistemi ölçeğinde inşa edilmek zorunda olduğu sonucu çıkardı.
Tekrarlıyoruz, işçilerin ve köylülerin ortalama oranından çıkan Buharinci argüman, tüm politik el kitaplarına girmelidir, tabii ki şu anda tek ülkede sosyalizm teorisinin savunusu için alınan şekilde değil, fakat skolastik safsata ve Marksist diyalektik arasındaki kesin bağdaşmazlığın ispatı olarak.
9. Sorun Ancak Dünya Devrimi Arenasında Çözülebilir
Yeni teori sosyalizmin bir ulusal devlet temelinde kurulabileceğini ilân ediyor, yeter ki bir dış müdahale olmasın. Buradan kalkarak, müdahaleyi önlemek amacıyla yabancı burjuvaziye karşı işbirlikçi bir politika (taslak programdaki tüm şatafatlı ifadelere rağmen) izlenebilir ve izlenmelidir; çünkü bu sosyalizmin inşasını güvenceye alacak, bir başka deyişle, temel tarihsel sorunu çözecektir. Bu yüzden Komintern partilerinin görevi, tâli bir nitelik kazanmaktadır; artık misyonları iktidarın ele geçirilmesi için mücadele etmek değil, SSCB’yi müdahaleden korumaktır. Elbette bu yalnızca bir öznel niyet sorunu değil, politik düşüncenin nesnel mantığı sorunudur.
Stalin’e göre:
Görüşler arasındaki ayrılık, partinin bu [iç] çelişkilerin ve olası çatışmaların devrimimizin iç güçlerine dayanarak tümüyle aşılabileceğine inanması, buna karşılık Troçki yoldaş ve Muhalefetin ise bu çelişki ve çatışmaların “ancak uluslararası ölçekte, dünya çapındaki proleter devrim arenasında” aşılabileceğini düşünmesi olgusunda yatmaktadır. [Pravda, No 262, 12 Kasım 1926]
Evet ayrılık tam da budur. Ulusal reformizm ile devrimci enternasyonalizm arasındaki ayrılık bundan daha iyi ve daha doğru bir şekilde açıklanamazdı. Eğer karşılaştığımız iç sorunlar, engeller ve çelişkiler, ki bunlar esas olarak dünya çelişkilerinin bir yansımasıdır, “dünya çapındaki proleter devrim arenasına” girmeksizin, sadece “devrimimizin iç güçlerince” çözülebilecekse, o zaman Enternasyonal, kongresi her dört yılda ya da her on yılda bir, hatta belki de hiç toplanamayacak olan, kısmen bir yan kuruluş ve kısmen de bir süs kurumu haline gelmeye mahkûmdur. Diğer ülkelerin proletaryasının, inşamızı askeri müdahalelerden koruması gerektiğini eklesek bile, bu şemaya göre Enternasyonal pasifist bir aygıt rolü oynamak zorundadır. Temel rolü, yani dünya devriminin bir aleti rolü, böylece kaçınılmaz olarak arka plana atılmaktadır. Ve bu, tekrarlıyoruz, herhangi birinin kasıtlı niyetlerinden değil (aksine, programdaki birkaç konu yazarlarının en iyi niyetlerine tanıklık ediyor), fakat en kötü öznel niyetlerden binlerce kez daha tehlikeli olan yeni teorik konumun iç mantığından kaynaklanmaktadır.
İşin doğrusu, KEYK’in Yedinci Plenumunda bile, Stalin aşağıdaki fikri geliştirmek ve savunmak cüretini gösterdi:
Partimizin işçi sınıfını kandırmaya [!] hakkı yoktur; o, ülkemizde sosyalizmin inşasının olabilirliğine güvensizliğin [!], iktidardan çekilmeye ve partimizin bir iktidar partisi konumundan bir muhalefet partisi konumuna geçişine neden olacağını açık olarak ilân etmelidir. [Tutanaklar, Cilt II, s.10, vurgu bizim]
Bu sadece ulusal ekonominin kıt kaynaklarına güven duyma hakkımız olduğu, fakat uluslararası proletaryanın bitmez tükenmez kaynaklarına güven duymaya kalkışmamamız gerektiği anlamına gelir. Madem bir uluslararası devrim olmaksızın ilerleyemiyoruz, o halde vazgeç iktidardan, vazgeç uluslararası devrim yararına fethettiğimiz Ekim iktidarından. Tepeden tırnağa yanlış olan bir formülasyondan hareket ettiğimizde vardığımız ideolojik tartışmanın türü işte budur!
Taslak program, SSCB’nin ekonomik başarılarının dünya çapında proleter devrimin ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunu söylediğinde, inkâr edilemez bir düşünceyi dile getirir. Fakat yeni teorinin politik tehlikesi, dünya sosyalizminin iki kaldıracının –ekonomik başarılarımızın kaldıracı ve dünya çapında proleter devrim kaldıracı– karşılaştırmalı değerlendirmesindeki yanlışlıkta yatar. Muzaffer bir proleter devrim olmaksızın, sosyalizmi inşa edemeyeceğiz. Avrupalı işçiler ve bütün dünya işçileri bunu açık bir şekilde anlamalıdır. Ekonomik inşa kaldıracı büyük önemdedir. Doğru önderlik olmaksızın, proletarya diktatörlüğü zayıflayacaktır; ve yıkılışı uluslararası devrime yıllarca kendine gelemeyeceği bir darbe vuracaktır. Fakat sosyalist dünya ile kapitalizmin dünyası arasındaki temel tarihsel mücadelenin sonucu ikinci kaldıraca, yani dünya proleter devrimine bağlıdır. Sovyetler Birliği’nin muazzam önemi, hiç de dünya devriminden bağımsız olarak sosyalizmi inşa edebilme ihtimalinde değil, onun dünya devriminin kazanılmış zemini olmasında yatmaktadır.
Buharin, bütünüyle temelsiz olan ulu bir üstünlük edasıyla, birçok kez bize şunu sormuştur:
Eğer önkoşullar ve başlangıç noktaları ve yeterli bir temel ve hatta sosyalizmin inşası işinde belli başarılar çoktan mevcutsa, ötesinde herşeyin “altüst olduğu” sınır neresidir? Böyle bir sınır yoktur. [Tutanaklar, KEYK’in Yedinci Plenumu, s.116]
Bu, kötü geometridir, tarihsel diyalektik değil. Böyle bir sınır olabilir. Böyle birçok sınır olabilir, hem dahili, hem uluslararası, hem politik, hem ekonomik, hem askeri. En önemli ve uğursuz “sınır”ın, dünya kapitalizminin ciddi ve uzun bir istikrârı ve yeni bir yükselişi olduğu ortaya çıkabilirdi. Dolayısıyla sorun politik ve ekonomik olarak dünya arenasına kayar. Burjuvazi kendisine yeni bir kapitalist büyüme ve iktidar çağı sağlayabilecek mi? Kapitalizmin içinde bulunduğu “umutsuz durum”a bel bağlayarak böyle bir olasılığı reddetmek devrimci lafazanlıktan başka bir şey olmayacaktır. “Mutlak olarak umutsuz durumlar yoktur.” (Lenin). Avrupa ülkelerindeki kararsız sınıf dengesi, kesinlikle kararsızlığı nedeniyle sonsuza dek süremez.
Stalin ve Buharin, çalışan kitlelerin varolan aktif sempatisinin bizi müdahaleden koruması nedeniyle, diğer ülkelerin proletaryasının “devlet” yardımı olmaksızın, yani onların burjuvazi üzerinde zaferi olmaksızın SSCB’nin yol alabileceğini savunduklarında, köklü hatalarının tüm sonuçlarında olduğu gibi aynı körlüğe düşüyorlar.
Sosyal demokrasinin Avrupa proletaryasının burjuvaziye karşı savaş-sonrası ayaklanmalarını sabote etmesinin ardından, çalışan kitlelerin aktif sempatisinin Sovyet cumhuriyetini koruduğu, kesinlikle su götürmez bir gerçektir. Bu yıllar boyunca Avrupa burjuvazisi, işçi devletine karşı geniş ölçekli savaşamayacağını kanıtladı. Fakat bu güçler ilişkisinin yıllarca, meselâ SSCB’de sosyalizm inşa edilene dek süreceğini düşünmek, gelişmenin tüm eğrisini onun küçücük bir dilimiyle yargılayacak denli uç derecede miyoplaşmaktır. Burjuvazinin kendini yeterince evinin efendisi olarak hissetmediği, proletaryanın da iktidarı alamadığı böylesine kararsız bir durum, er veya geç, o veya bu şekilde, ya proletarya diktatörlüğü lehine, ya da halk kitlelerinin sırtları, sömürge halklarının kemikleri ve ... belki bizim kendi kemiklerimiz üzerinde yükselen ciddi ve uzun bir kapitalist istikrâr lehine apansız biçimde çözülmek zorundadır. “Mutlak olarak umutsuz durumlar yoktur!” Avrupa burjuvazisi ağır çelişkilerinden, sadece proletaryanın yenilgileri ve devrimci önderliğin hataları sayesinde kalıcı bir çıkış yolu bulabilir. Fakat aksi de aynı şekilde doğrudur. Ancak, proletaryanın mevcut kararsız dengeden devrim yolunda bir çıkış yolu bulması durumunda dünya kapitalizminin yeni bir yükselişi olmayacaktır (şüphesiz, yeni bir büyük altüstlükler çağı beklentisiyle).
Temmuz 1920’de İkinci Dünya Kongresinde Lenin şöyle demişti:
Şimdi, devrimci partilerin yeterince bilinçli ve örgütlü olduklarını, sömürülen kitlelerle yeterli bağları bulunduğunu ve krizden başarılı ve muzaffer bir devrim için yararlanma azim ve yeteneğine sahip olduklarını, onların pratik çalışmasıyla “kanıtlamak” gerekir. [Eserler, Cilt XVII, s.264]
Bununla birlikte, doğrudan Avrupa ve dünya mücadelesinin gidişâtına bağımlı olan iç çelişkilerimiz, Marksist öngörü temelinde doğru bir iç politikayla akıllıca denetim altına alınabilir ve yatıştırılabilir. Fakat bunlar nihai olarak ancak sınıf çelişkileri alt edildiğinde alt edilebilirler ki, bu da Avrupa’da muzaffer bir devrim olmaksızın söz konusu olamaz. Stalin haklıdır. Ayrılık kesinlikle bu noktada yatmaktadır ve bu ulusal reformizm ile devrimci enternasyonalizm arasındaki temel ayrılıktır.
10. Bir Dizi Sosyal Yurtsever Gaf Olarak Tek Ülkede Sosyalizm Teorisi
Tek ülkede sosyalizm teorisi, karşı konulamaz biçimde, üstesinden gelinmek zorunda olunan zorlukların küçümsenmesine ve kazanılmış başarıların abartılmasına yol açmaktadır. Kimse, Stalin’in “SSCB’de sosyalizm şimdiden %90 gerçekleşti” anlamına gelen cümlesinden daha anti-sosyalist, daha anti-devrimci bir iddia bulamaz. Bu ifade özellikle kendini beğenmiş bir bürokrat için söylenmişe benziyor. Bu yolla, çalışan kitlelerin gözünde sosyalist toplum fikri umutsuzca itibarını kaybeder. Sovyet proletaryası, geçmişten devraldığı düşük kültür seviyesi ve yetiştiği koşullar göz önünde tutulduğunda muazzam başarılar elde etti. Fakat bu başarılar sosyalist idealin terazisinde son derece küçük bir miktarı teşkil eder. Devrimin on birinci yılında, çevrelerindeki yoksulluğun, umutsuzluğun, işsizliğin, ekmek kuyruklarının, cahilliğin, evsiz çocuklar sorununun, alkolikliğin ve fuhuşun ortadan kaldırılmadığını gören işçiyi, tarım emekçisini ve yoksul köylüyü güçlendirmek için, acı gerçeklik gereklidir, tatlı yalanlar değil. Onlara sosyalizmin %90 gerçekleştiğine ilişkin masum yalanlar söylemek yerine, ekonomik seviyemizin, toplumsal ve kültürel koşullarımızın, bugün kapitalizme, geri ve kültürsüz bir kapitalizme, sosyalizmden daha yakın olduğunu söylemeliyiz. Onlara, gerçek sosyalist inşa yoluna sadece en ileri ülkelerin proletaryası iktidarı ele geçirdiğinde gireceğimizi; her iki kaldıracı –iç ekonomik çabalarımızın kısa kaldıracı ve uluslararası proleter mücadelenin uzun kaldıracı– kullanarak bunun için durmadan çalışmak gerektiğini söylemeliyiz.
Kısacası, çoktan %90’ı başarılmış sosyalizme ilişkin Stalinist deyimler yerine, onlara Lenin’in sözleriyle hitap etmeliyiz:
Eğer tüm kötümserliği ve süslü cümleler kullanmayı bırakırsak; eğer dişimizi sıkarak olabildiğince gücümüzü toplar, elimizden gelen çabayı harcarsak; eğer kurtuluşun sadece girmiş olduğumuz uluslararası sosyalist devrim yolunda mümkün olduğunu kavrarsak, Rusya (yoksulluk ülkesi), böyle bir ülke (bolluk ülkesi) haline gelecektir. [Eserler, Cilt XV, s.165]
Komintern’in önde gelen liderlerinden şöyle bir argüman işitmek mecburiyetinde kalıyoruz: Tek ülkede sosyalizm teorisi, şüphesiz temelsizdir, ama bu teori, içinde çalıştıkları zorlu koşullarda Rus işçilerine bir perspektif sunarak onlara cesaret verir. Bir programda, kendi sınıfsal yönelimleri için bilimsel bir temel değil, aksine manevi teselliler arayanların teorik tartışmalarının derinliklerini çözmek zordur. Olguları yalanlayan teselli teorileri bilim alanına değil, din alanına aittir; ve din insanların afyonudur.
Partimiz, kahramanlık dönemini, tek ülkede sosyalizme değil tümüyle uluslararası devrime yönelmiş bir programla geçmiştir. GKB [Genç Komünistler Birliği –ç.n.], üzerinde, geri Rusya’nın tek başına kendi güçleriyle sosyalizmi inşa edemeyeceğini yazan bir programatik bayrak altında, en zorlu iç savaş yıllarının, açlığın, soğuğun, zorlu Cumartesi ve Pazar çalışmalarının, salgın hastalıkların, karne usulü çalışmaların ve ileri atılan her adım için katlanılan sayısız özverinin içinden geçti. Partinin ve GKB’nin üyeleri cephede savaştılar veya tren yolu istasyonlarına kütük taşıdılar; bu kütüklerden ulusal sosyalizmi inşa etmeyi umdukları için değil, Sovyet kalesinin dayanmasını –ve ilâve her kütük Sovyet kalesi için önemlidir– zorunlu kılan uluslararası devrim hedefine hizmet ettikleri için. Bizim soruna yaklaşım tarzımız budur. Zaman ve ortam değişmekle (henüz, o derece köklü biçimde değil) beraber, ilkesel yaklaşım şu anda bile tüm gücünü muhafaza etmektedir. İşçi, yoksul köylü, partizan ve genç komünist, yeni incilin ilk kez ilân edildiği 1925’e kadar, tüm davranışlarıyla ona ihtiyaçları olmadığını önceden gösterdiler. Fakat ona ihtiyacı olan, yukarıdan kitleleri hor gören memurdur; rahatsız edilmek istemeyen küçük yöneticidir; herşeyi koruyan ve avutan bir formül kılıfı altında hükmetmeye çalışan aygıt uşağıdır. Cahil insanların ‘iyi habere’ gereksinimi olduğunu ve avutucu teoriler olmaksızın insanlarla ilişkinin olamayacağını düşünenler onlardır. ‘%90 sosyalizme’ ilişkin yanlış sözlere sarılanlar onlardır; zira bu formül, onların ayrıcalıklı konumunu, hükmetme ve yönetme hakkını, ‘şüpheciler’ ve ‘inancı az’ olanlardan gelen eleştirilerden kurtulma ihtiyacını onaylar.
Tek ülkede sosyalizmin inşası olasılığını inkâr etmenin cesareti kırdığı ve şevki öldürdüğü anlamına gelen şikayetler ve suçlamalar, çıkış koşulları tümüyle farklı olmasına rağmen, reformistlerin devrimcilere daima öfkeyle savurdukları suçlamalarla teorik ve psikolojik olarak yakından bağlantılıdır. Şöyle diyorlardı reformistler: ‘Siz işçilere kapitalist toplumun çerçevesi içinde paylarını gerçekte arttıramayacaklarını söylüyorsunuz; ve bununla siz yalnız onların savaşma güdülerini öldürüyorsunuz.’ Aslında, sadece devrimcilerin önderliği altında, işçiler ekonomik kazanımlar ve parlamenter reformlar için gerçekten savaştılar.
Sosyalist bir cenneti dünya kapitalizmi cehenneminde bir vaha gibi inşa etmenin imkânsızlığını; Sovyet Cumhuriyeti’nin kaderinin ve bu nedenle bizzat kendi kaderinin tamamıyla uluslararası devrime dayandığını kavrayan işçi, SSCB’ye karşı görevlerini, tahminen %90 sosyalizme daha şimdiden sahip olduğumuz söylenen işçiden çok daha enerjik olarak yerine getirecektir. “Eğer öyleyse, sosyalizm için uğraşma zahmetine değer mi?” Burada da, reformist yönelim her zaman olduğu gibi sadece devrime karşı değil, fakat aynı zamanda reforma karşı da işler.
Evvelce alıntılanmış olan, Avrupa Birleşik Devletleri sloganını ele alan 1915 tarihli makalede şöyle demiştik:
Bir toplumsal devrimin olasılıklarını ulusal sınırlar içinde ele almak, sosyal-yurtseverliğin özünü oluşturan aynı ulusal darlığa kurban gitmektir. Vaillant ölüm gününe dek Fransa’yı toplumsal devrimin vaat edilmiş toprakları olarak gördü; ve kesinlikle bu bakımdan sonuna kadar ulusal savunuyu destekledi. Lensch ve şürekâsı (bazıları ikiyüzlüce, bazıları içtenlikle) Almanya’nın yenilgisini herşeyden önce toplumsal devrimin temellerinin yıkımı olarak gördüler... Genel olarak unutulmamalıdır ki, sosyal yurtseverlikte, en vulger reformizmin yanı sıra, ister sınai düzeyinden dolayı olsun, ister “demokratik biçimi” ve devrimci kazanımlarından dolayı olsun, kendi ulusal devletinin, insanlığı sosyalizme ya da “demokrasiye” götürmekle görevlendirildiğini zanneden bir ulusal devrimci Mesihçilik bulunur. Muzaffer devrim gerçekten de çok gelişmiş tek bir ulusun sınırları içinde tasavvur edilebilir olsaydı, ulusal savunu programıyla birlikte bu Mesihçiliğin nispeten tarihsel bir haklılığı olurdu. Fakat gerçekte bu tasavvur dışıdır. Devrimin ulusal temelinin, proletaryanın uluslararası bağlarını baltalayacak yöntemlerle korunması için savaşmak, aslında, ulusal bir temelde başlayabilen, ama Avrupa devletlerinin daha önce hiçbir zaman şimdiki savaş boyunca olduğu kadar zorlayıcı şekilde açığa çıkmamış olan mevcut ekonomik, askeri ve politik karşılıklı bağımlılıkları altında, o temelde tamamlanamayan devrimi bizzat baltalamak anlamına gelir. Avrupa proletaryasının devrimdeki ortaklaşa eylemini dolaysızca ve ivedi olarak şart koşan bu karşılıklı bağımlılık, Avrupa Birleşik Devletleri sloganıyla ifade bulmaktadır. [Eserler, Cilt III, kısım 1, s.90.]
1915’in polemiklerinin yanlış bir yorumundan ilerleyen Stalin birçok kez, benim burada “ulusal darlık” ile Lenin’i imâ ettiğimi göstermeye çalıştı. Daha büyük bir saçmalık düşünülemez. Lenin’le polemiklerimde her zaman açıkça tartıştım, çünkü sadece ideolojik fikirleri rehber edindim. Söz konusu durumda Lenin’e hiç dokunulmamıştır. Makale bu suçlamaların yöneltildiği kişileri ismen belirtir; Vaillant, Lensch ve diğerleri. Hatırlanmalıdır ki, 1915 yılı, bir sosyal-yurtsever çılgınlık yılı ve ona karşı mücadelemizin ezildiği bir yıldı. Bu her sorunda bizim mihenk taşımızdı.
Önceki pasajda ortaya atılan temel sorun kesinlikle doğru olarak formüle edilmişti: Tek ülkede sosyalizmin inşası anlayışı, sosyal-yurtsever bir anlayıştır.
Alman sosyal demokratların yurtseverliği, kendi partilerine, İkinci Enternasyonal’in en güçlü partisine ilişkin meşru bir yurtseverlik olarak başladı. Son derece gelişmiş Alman teknolojisi ve Alman halkının üstün örgütsel nitelikleri temelinde, Alman sosyal demokrasisi “kendi” sosyalist toplumunu inşaya hazırlandı. Eğer kemikleşmiş bürokratları, kariyeristleri, parlamenter dolandırıcıları ve genelde siyasi dolandırıcıları bir kenara bırakırsak, sosyal demokrat tabanın sosyal-yurtseverliği, kesinlikle Alman sosyalizminin inşasına olan inançtan kaynaklanmaktaydı. Tabandaki yüz binlerce sosyal demokratın (milyonlarca işçi bir yana) Hohenzollern’leri veya burjuvaziyi savunmak istediğini düşünmek imkânsızdır. Hayır. Onlar, sosyalizm için “gerekli ve yeterli” ulusal önkoşullar olarak Alman sanayisini, Alman tren yollarını ve oto yollarını, Alman teknolojisini ve kültürünü, ve özellikle Alman işçi sınıfının örgütlerini korumak istediler.
Benzer bir süreç de Fransa’da meydana geldi. Guesde, Vaillant ve onlarla birlikte tabandaki en iyi binlerce parti üyesiyle sıradan yüz binlerce işçi; devrimci gelenekleriyle, kahraman proletaryasıyla, üstün kültürlü, esnek ve yetenekli halkıyla Fransa’nın, sosyalizmin vadedilmiş toprağı olduğuna inandılar. İhtiyar Guesde, Komünar Vaillant ve onlarla birlikte yüz binlerce samimi işçi, bankerleri veya rantiyecileri korumak için dövüşmediler. Onlar içtenlikle, gelecek sosyalist toplumun toprağını ve yaratıcı gücünü savunduklarına inandılar. Onlar tümüyle tek ülkede sosyalizm teorisinden hareket ettiler ve uluslararası dayanışmayı bu fikir uğruna feda ettiler, bu fedakârlığın “geçici” olacağına inanarak.
Sosyal-yurtseverlerle bu benzerlik, şüphesiz, Sovyet devletine yönelik yurtseverliğin devrimci bir görev olduğu, oysa bir burjuva devlete yönelik yurtseverliğin hainlik olduğu şeklindeki bir argümanla yanıtlandırılacaktır. Çok doğru. Bu sorunda yetişkin devrimciler arasında hiç ihtilâf olabilir mi? Fakat, ilerledikçe, bu apaçık varsayımın, gitgide kasıtlı bir yalan için skolastik bir paravana dönüşmekte olduğunu görüyoruz.
Devrimci yurtseverlik sadece bir sınıf karakterine sahip olabilir. Parti örgütüne, işçi-sendikasına yönelik yurtseverlik olarak başlar ve proletarya iktidarı ele geçirdiğinde devlet yurtseverliğine kadar yükselir. İktidar işçilerin ellerinde olduğunda yurtseverlik devrimci bir görevdir. Fakat bu yurtseverlik devrimci enternasyonalizmin ayrılmaz bir parçası olmak zorundadır. Marksizm işçilere daima, daha yüksek ücret ve daha kısa çalışma süreleri için verdikleri mücadelelerin bile, uluslararası bir mücadele olarak yürütülmedikçe başarılı olamayacağını öğretti. Ve şimdi birdenbire sosyalist toplum idealinin tek başına ulusal güçlerle başarılabileceği ortaya çıkıyor. Bu Enternasyonal’e öldürücü bir darbedir.
Kısmi hedefler bir yana, temel sınıf amacının ulusal yolla veya ulusal sınırlar içinde gerçekleştirilemeyeceği yenilmez inancı, devrimci enternasyonalizmin tam kalbini oluşturur. Bununla birlikte, eğer bir ulusal proletaryanın çabaları aracılığıyla ulusal sınırlar içinde nihai amaç gerçekleştirilebilirse, o takdirde enternasyonalizmin belkemiği kırılmıştır. Tek ülkede sosyalizmin gerçekleşebilirliği teorisi, muzaffer proletaryanın yurtseverliği ile burjuva ülkelerdeki proletaryanın bozgunculuğu arasındaki iç bağlantıyı yıkar. Gelişmiş kapitalist ülkelerin proletaryası hâlâ iktidara giden yolda yol almaktadır. Onun iktidara doğru nasıl ve hangi tarzda yürüyeceği, tümüyle, sosyalist toplumu inşa görevini ulusal veya uluslararası bir görev saymasına bağlıdır.
Eğer tek ülkede sosyalizmi gerçekleştirmek mümkünse, o zaman bu teoriye sadece iktidarın fethinden sonra değil, önce de inanılabilir. Eğer sosyalizm geri Rusya’nın sınırları dahilinde gerçekleştirilebiliyorsa, o takdirde ileri Almanya’da gerçekleştirilebileceğine inanmak için çok daha fazla neden vardır. Yarın Alman Komünist Partisinin liderleri bu teoriyi ortaya atmaya girişecekler. Taslak program bunu yapmalarına izin veriyor. Ertesi gün sıra Fransız partisine gelecek. Bu Komintern’in sosyal-yurtseverlik hattı boyunca parçalanmasının başlangıcı olacaktır. Kendi ülkesinin “tam sosyalist toplum”un bağımsız inşası için “gerekli ve yeterli” önkoşullara sahip olduğu düşüncesiyle zihni doldurulan herhangi bir kapitalist ülkenin komünist partisi, tam da bu aynı sorunda, yola bir Noske ile çıkmamış olmasına rağmen 4 Ağustos 1914’te kesinlikle tökezlemiş olan devrimci sosyal demokrasiden gerçek anlamda farklı olmayacak.
Bizzat SSCB’nin varlığının sosyal-yurtseverliğe karşı bir garanti olduğu, çünkü bir işçi cumhuriyetine ilişkin yurtseverliğin devrimci bir görev olduğu bildirildiğinde, doğru bir düşüncenin bu tek-yanlı uygulanmasında ulusal dar görüşlülük ifade edilir. Böyle söyleyenlerin kafasında sadece SSCB var, gözlerini bütün dünya proletaryasına kapatıyorlar. Proletaryayı burjuva devlete ilişkin bozgunculuk konumuna çekmek, ancak bu merkezi sorun konusunda programda uluslararası bir yönelim aracılığıyla, ve henüz gizlenen fakat Lenin’in Enternasyonalinin programında kendisi için teorik bir yuva inşa etmeye çalışan sosyal-yurtsever kaçağın acımasız reddi aracılığıyla mümkündür.
Marx ve Lenin’in yoluna geri dönmek için henüz çok geç değildir. Düşünülebilecek tek ilerleme yolunu bu geri dönüş açar. Taslak programın bu eleştirisini Komintern’in Altıncı Kongresine sunmamızın nedeni, kurtuluşa götürecek olan bu dönüşün gerçekleşmesini mümkün kılmaktır.
[6] Komintern için ilk program taslağı, Buharin tarafından Dördüncü Kongreye (Kasım-Aralık 1922) sunulmuştu.
[7] 4 Ağustos 1914’te, Alman Reichstag’ındaki Sosyal Demokrat Parti grubu, savaş kredilerini destekledi.
[8] Stabilization karşılığı olarak istikrar kullanılmıştır.
[9] 1926 gibi geç bir tarihte Komintern’in yayınevinin, Sosyalist Avrupa Birleşik Devletleri konusunda yayınladığı resmi bir broşürde şöyle deniyordu: “Şurası çok önemlidir ki, bu burjuva sosyal demokrat slogana (“Pan-Avrupa”) karşı yalnızca eleştirel bir konuma sahip değiliz, fakat aynı zamanda, onun düzenbaz pasifist içeriğini yıkarak, ona karşı, geçişsel taleplerimiz için gerçekten kapsamlı bir politik slogan olabilecek pozitif bir slogan oluşturduk. Gelecek dönemde Sosyalist Avrupa Birleşik Devletleri sloganı, Avrupa komünist partileri için kapsamlı bir politik slogan görevi görmelidir.” (John Pepper, Die Vereinigten Staaten des Sozialistischen Europa, s.67, Hamgurg, 1926.) Ne var ki slogan, Komintern Yürütmesi ve Avrupa partileri tarafından azalan frekansla ileri sürüldü ve sonunda sloganı savunan en önemli kişiye –Troçki– karşı verilen hizip mücadelesinin gerekleri, sloganın geri çekilmesi ihtiyacını doğurmuş göründüğünde ondan tümüyle vazgeçildi.
[10] Bolşeviklerin başlıca üç sloganı, özellikle ilk iki devrim arası dönemde, demokratik cumhuriyet, sekiz saatlik işgünü ve köylüler yararına topraklara el konmasıydı. Üç slogan, yaygın biçimde “Bolşevizmin üç direği” olarak ve bazen de, dünyanın üç balina üzerinde durduğu şeklindeki eski efsaneden dolayı, “Bolşevizmin üç balinası” olarak anılır.
[11] Zamanında Alman sosyal demokrasisinin sağ kanadının önde gelen sözcüsü olan Vollmar, görüşünü ayrıntılarıyla açıklayarak şöyle diyordu: “İnanıyorum –ve aşağıdaki sayfalarda kanıtlamaya çalışacağım– ki, sosyalizmin nihai zaferi tarihsel olarak öncelikle tek devlette daha muhtemel olmakla kalmayıp, yalıtık sosyalist devletin varlığı ve refahı yolunda hiçbir engel bulunmamaktadır.”
[12] İttifak ya da birlik anlamına gelen bu Rusça sözcük, işçi sınıfı ile köylü kitlesi arasındaki ittifaktan söz etmek için Rus politik terminolojisinde yaygın bir biçimde kullanılmaktadır.
link: Lev Troçki, Uluslararası Devrim Programı mı, Tek Ülkede Sosyalizm Programı mı?, 1928, https://marksist.net/node/1386